Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dün New York’ta, Genel Sekreter Ban Ki-moon’un çağrısıyla yapılan Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’ne katılması ve yaptığı konuşma önemliydi. Günümüzde iklim değişikliğinden en fazla sorumlu olan Çin ve Hindistan’ın bile üst düzeyde katılmadığı liderler zirvesine cumhurbaşkanı düzeyinde katılan Türkiye, (ki bu zirveye yardımcı göndermek aslında zirveye katılmamak anlamına geliyordu) “Paris’ten bağlayıcı bir anlaşma çıkması gerektiğini” de en açık şekilde ilan ederek sürece net bir şekilde taraf oldu ve kendini bağladı.
Bu sözün anlamı Türkiye heyetlerinin Paris öncesi toplantılarda bu pozisyonu savunmaya devam edeceği ve gelecek sene Paris’te anlaşmaya varılırsa vakit kaybetmeden taraf olacağıdır. Bu pozisyona göre Türkiye’nin bundan böyle Kyoto Protokolü’nde olduğu gibi gecikme ya da hiçbir sorumluluk almadan imzalama yoluna gitmemesi gerekir; ki yeni anlaşmada bu hak muhtemelen sadece en az gelişmiş ülkelere ve küçük ada devletlerine verilecektir. Dolayısıyla artık buradan geri dönüş olmaz.
Elbette Türkiye, Pazartesi günkü yazımda da belirttiğim gibi (Erdoğan New York İklim Zirvesinde Ne Söyleyebilir?), olası Paris anlaşmasına “şartlı olarak” taraf olacağını açıkladı: Kritik kütleye ulaşılırsa. Ancak bunu bir zora koşma olarak anlamak doğru değil. Zaten kritik kütleye ulaşılmadan bir anlaşma çıkması zor. Paris’ten sadece AB ve birkaç ülkenin imzaladığı bir anlaşma çıkarsa havanda su dövülmüş olur. Kritik kütleden kasıt, sadece AB’nin değil, başta ABD ve Çin olmak üzere büyük kirleticilerin yükümlülük aldığı bir anlaşma demek. Zaten AB, ABD ve Çin taraf olduğunda, toplam emisyonların yarısından fazlasından sorumlu olan ülkeler işin içinde demek oluyor. Buna birkaç ülke daha katılırsa kritik kütleye kolaylıkla ulaşılır. Yani bu kez ABD’nin ve Çin’in katılmadığı bir anlaşmayı kimse önemsemeyeceği için Türkiye’nin kritik kütle şartı koyması normal sayılır. (Türkiye’nin “öncü” rol almasını bekliyor veya talep ediyorsak, o ayrı tabii.)
Öte yandan Erdoğan’ın “Salım projeksiyonlarına yönelik çalışmaları 2015 yılının ilk yarısında tamamlamayı planlıyoruz. Bu çerçevede, hayata geçirebileceğimiz ‘ulusal olarak uygun salım azaltım eylemleriyle’ hangi oranda azaltım sağlayabileceğimizi belirleyebileceğiz” demesi de hayatiydi. Bakanlığın bu projeksiyonları yaptırdığını biliyorduk, ama bu kez bu çalışmaların geçmişte olduğu gibi kamuoyuna açıklanmadan tozlu raflarda unutulmak (daha doğrusu bir hedef almamak için kapalı kapılar arkasında gerekçe olarak kullanılmak) için yapılmadığı en üst düzeyden duyurulmuş oldu. Demek ki önümüzdeki 6 ay içinde Türkiye hükümeti yeni iklim anlaşmasında taahhüt edeceği azaltım hedefini belirleyecek. Ama tabii bu hedefin açıklanmasını Paris’e kadar geciktirmeleri olası. Muhtemelen bekle gör diplomasisi uygulayacaklardır. Yine de hedefin Haziran 2013’de Bonn’da açıklanması da olasılık dahilindedir.
Bir not: Erdoğan konuşmasında Paris anlaşmasının “şeffaf, kapsayıcı, adil ve eşitlikçi” olması gerektiğini söylerken ve “varılacak anlaşmada tüm ülkeler adil bir hukuki statüyle yer bulmalıdır” derken çok haklıydı, ayrıca “esnek ve dinamik” sözcüklerini de kullanmadı. Bu da Türkiye’nin ipe un serme mesajını vermemesi açısından önemliydi.
Erdoğan’ın konuşmasının başında “Son yıllarda meteorolojik olaylardan kaynaklanan doğal afetlerin hem sayısında hem de sıklığında ciddi artışlar meydana geldi” demesi de olumlu bir puandı. Gerçi bunun ardından Türkiye’deki kuraklığı anması gerekirdi, ama adını koymadan da olsa iklim felaketlerinden bahsetmek olumlu ve Türkiye’de hükümetin meseleyi ciddiye aldığını gösteriyor.
Gelelim Erdoğan’ın konuşmasındaki “garipliklere”.
Her ülke gibi Türkiye de süresinin büyük kısmını iklim değişikliğiyle mücadelede ne kadar çok şey yaptığını anlatmaya, yani reklamlara ayırdı. Ormanları arttırıyoruz, enerji yoğunluğunu düşürüyoruz gibi “başarıları” tabii bu konuşmalarda kimse duymuyor bile. Önemli olan sizin bir emisyon azaltımı yapıp yapmadığınız ve önümüzdeki dönemde ne kadar emisyon azaltımı hedeflediğinizi açıklamanız. Bir de “Yeşil İklim Fonu”na para veriyor musunuz, onu söylemeniz. Diğer ülkeler de azaltım hedefi açıklamadığı için Türkiye’ye neden açıklamadın diyecek değiliz. Ama Erdoğan’ın “Türkiye 1990-2012 arasında %21 azaltım yaptı” açıklamasının nereden çıktığını anlamak mümkün değil.
Türkiye'nin 1990-2012 sera gazı emisyonlarındaki artış. %21 azaltım olduğu iiddiası gerçeklerle uyuşmuyor.
Türkiye’nin 1990-2012 sera gazı emisyonlarındaki artış. %21 azaltım olduğu iiddiası gerçeklerle uyuşmuyor.
Uluslararası iklim politikaları dilinde azaltım “ülkenin yıllık emisyon miktarını düşürmek” anlamına gelir. Bunu da “belli bir yılda, belli bir yıla göre” diye söylersiniz. Dolayısıyla Erdoğan konuşmasında, Türkiye’nin 1990’da 181 milyon ton olan sera gazı emisyonunu 2012’de %21 azaltarak 143 milyon tona indirdiğini açıklamış oldu! İklim görüşmelerinde bu cümlenin başka türlü anlaşılması mümkün değil. Eğer azaltımdan başka bir şeyi kastediyorsanız (örneğin ekonominin karbon yoğunluğu gibi) onu açıkça söylersiniz.
Herkesin bildiği gibi Türkiye’nin 2012 emisyonu 1990’nın %133,4 üzerinde, yani 440 milyon tondu; %21 altında, yani 143 milyon ton değil. Bu %21 azaltım “masalı” muhtemelen şöyle hesaplanmış: Eğer Türkiye 1990’dan 2012’ye kadar ısınmada ve kısmen elektrik üretiminde kömürden doğalgaza geçmeseydi, eğer enerji yoğunluğu %20 azaltılmasaydı, o zaman emisyonumuz 440 milyon değil, 555 milyon ton olacaktı, dolayısıyla biz uyguladığımız politikalarla emisyonlarımızı 440 milyon tonda tutarak “olması beklenen” düzeye göre %21 “azaltım” yapmış olduk!!!
Tabii dünyada “öyle olsaydı, böyle olurdu” metoduyla yapılamayacak hesaplama yok. Ama maalesef iklim politikaları âleminde böyle bir hesap yöntemi de yok. Daha geçenlerde Sera Gazı Envanteri Hesaplama Yönetmeliği çıkaran, MRV (yani ölçülebilir, raporlanabilir, doğrulanabilir) emisyon bildirimleri konusunda proje üzerine proje yapan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan ya da iklim değişikliği bürokrasisinden kimin böyle bir hesap yapmayı akıl ettiğini gerçekten merak ediyorum. Bu cin fikir onlara çok akıllıca gelmiş olabilir, ama bunu kimsenin ciddiye almayacağını da biliyor olmaları gerekir. Böyle hatalar yaparak Türkiye’nin elini zayıflattıklarının bilmem farkındalar mı?
Erdoğan’ın konuşmasında herhalde aynı mantıkla yapılan bir hesaba dayanarak Türkiye’nin karbon yoğunluğunun 1990’dan 2012’ye kadar yarı yarıya düşürüldüğünü söylemesi de aynı hatanın devamı. Kimsenin inanmayacağı, ya da merak edip iki rakam karıştıranın hemen aslını bulabileceği “süslemeler” bunlar.
İklim müzakereleri 1990’da başladı ve gelecek sene çeyrek yüzyılı dolduracak. Herkes her şeyi biliyor. Böyle yollara tevessül etmek doğru değil. Bir işe de yaramaz.
Son bir not Erdoğan’ın konuşmasının tonu üzerine: Erdoğan bu kez 2012’de Rio’da yaptığına benzer belagat dolu bir Batı eleştirisi yapmadı. Bunun bir nedeni süresinin kısıtlılığı olabilir. Ama muhtemelen asıl neden Ortadoğu’nun mevcut durumu. Yani Türkiye için fazla eleştirel olmanın sırası değil. Ama bu, iklim politikaları açısından da isabetli bir tercihti. Böylece Erdoğan’ın sözleri daha dengeli, daha Türkiye’yle ilgili ve ciddiye alınır oldu. Bir de Ek-1 ülkeleri arasında sürekli emisyon artış rekoru kıran Türkiye’yi azaltım yapıyormuş gibi göstermeye kalkmasalardı iyi olacaktı. Bu tavır maalesef konuşmanın ciddiyetini ciddi biçimde zedeledi.
Bir sonraki yazımda New York zirvesinde diğer ülkeler neler dedi, ya da “dağ ne büyüklükte bir fare doğurdu”, ona bakacağız.