24 Eylül 2006E. Fuat Keyman*
Modern zamanlarda "devlet iktidarı ve gücü" üzerine yaptığı önemli çalışmalarla tanınmış Joel Migdal, modern devleti, özellikle de Üçüncü Dünya Ülkelerindeki devleti çalışırken "retorik düzey" ile "gerçeklik düzeyi" arasındaki farkı iyi kavramamız gerektiğini önerir. Retorik düzeyde daha kuramsal ve kavram düzeyinde devlete yaklaşırız. Devlete "minimal devlet", "küçük devlet" ya da "güçlü devlet" vb. yaklaşımlar daha çok retorik düzeyinde yapılır. Çünkü, böyle adlandırılan devletlere bulundukları toplumları nasıl yönettikleri ve uluslararası ilişkilerle nasıl etkileşim içine girdikleri gibi sorular temelinde yaklaşabiliriz. Dolayısıyla devleti toplumla, sosyal gruplarla, ekonomik sınıflarla, kültürel kimliklerle ve uluslararası süreçlerle "ilişkilendirdiğimiz"de, retorik düzeyinde güçlü devletlerin gerçeklik düzeyinde zayıf ya da tersinden retorik düzeyde zayıf olarak nitelenen devletlerinse toplum yönetimlerinde çok güçlü olabildiklerini görebiliriz. Örneğin, ABD ve Britanya'da devletin küçültülmesi söylemi sıkça dile getirilirken, retorik düzeyde kullanılan küçültülmüş devletin toplum yönetiminde çok güçlü ve aktif bir yapıda olduğunu biliyoruz. Migdal'ın çalışma alanı içinde olan Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu devletlerine baktığımız zamansa, bu devletlerin retorikte çok güçlü ama toplum yönetiminde ve toplumsal sorunlara etkili ve kalıcı çözüm üretmede, dolayısıyla gerçeklik düzeyinde çok zayıf devletler olduğunu görüyoruz.
Türkiye'de devlet ve demokrasi Türkiye de devlet çalışması için önemli ve aydınlatıcı örnek ülkelerden birisidir. Modern Türkiye tarihine baktığımız zaman, hem modernleşme sürecinin hem de toplum yönetimi sürecinin temel kurucu ve tanımlayıcı öğelerinin başında "güçlü devlet" anlayışı olduğunu görürüz. Erken cumhuriyetten günümüze devlet, modernleşmenin taşıyıcı gücü, siyasetin ana ekseni, ulusal kalkınmanın da egemen aktörü oldu. Erken cumhuriyet modernleşmesi döneminde, ekonomik, sivil ve kültürel aktörler düzeyinde varolan "zayıf toplum" yapısı, devletin hem retorik hem de gerçeklik düzeyinde güçlü olmasına yol açmıştı. Ama, çok partili demokrasiye geçişten günümüze modernleşme, toplumlaşma, ekonomik kalkınma ve kültürel farklılaşma süreçleri hızlandıkça, dolayısıyla Türkiye'nin "toplumsal modernleşme süreci"ne girmesiyle, retorik ve gerçeklik düzeyleri arasındaki ilişki giderek karmaşıklaştı. Devletin retorik düzeydeki güçlülüğü, kendisini gerçeklik düzeyinde giderek güçsüzlüğe ve zayıflığa bıraktı. Türkiye'nin çok partili parlamenter demokrasi tarihinin, aynı zamanda askeri darbeler ve ara rejimler tarihi olması, ekonominin liberalleşme tarihinin aynı zamanda ekonomik krizler ve istikrar programları tarihi olması ve toplumsal modernleşme tarihinin de çatışma ve ötekileştirme tarihi olması, bu anlamda, bir sürpriz ya da rastlantı değildir. Bununla birlikte, 1980'lerden sonra, ama özellikle 1990'larda, retorikte güçlü devletin gerçeklikte giderek zayıflaştığını, toplumsal sorunlara ve taleplere yanıt bulmada etkisiz kaldığını görüyoruz. 1990'lar Türkiyesi güçlü devlet retoriği içinde siyasi, ekonomik ve kültürel istikrarsızlıkların tepe noktasına çıktığı, yolsuzlukların ve rüşvetin devlet-ekonomi ilişkilerinin rutin bir özelliği konumuna geldiği, hukukun üstünlüğü ilkesinin sürekli ihlal edildiği, kimlik siyasetlerinin çatışmacı bir siyasallaşma sürecine girdiği bir Türkiye. İyi toplum yönetimi ve toplumsal sorunlara kalıcı ve uzun dönemli çözüm bulma temelinde, dolayısıyla gerçeklik düzeyinde "zayıf bir devlet yapısı"nın olduğu bir Türkiye, 1990'lar Türkiyesi. Retorikte güçlü devlet söylemi, gerçeklikte ekonomiden kültüre hayatın her alanın da ciddi istikrarsızlık ve çatışma sürecine ortak oluyor. Susurluk, 17 Ağustos depremi, 28 Şubat, ekonomik krizler, yolsuzluklar, mafyalaşma, kimlik siyasetleri, terör, çatışma, insan hakları ihlalleri vb. olaylar ve oluşumlar 1990'ları, bir taraftan özellikle milliyetçilik ve devlet güvenliği ideolojisiyle güçlü devlet retoriğinin sürekli dillendirildiği ama diğer taraftan gerçeklik düzeyinde toplum yönetiminin ciddi bir zayıflık sorunu yaşadığı yıllar yaptı.
2000'li yıllar ve demokratikleşme Retorik ile gerçeklik arasında oluşan ve giderek derinleşen uçurum, en belirgin ve görünür biçimde 2001 ekonomik kriziyle Türkiye'yi çok ciddi bir karar vermesi gereken "kavşak noktası"na getirdi: Ya Türkiye kendisini iyi toplum yönetimi sürecine sokacak demokratik reform ve uygulama girişimini tercih edecek ve dolayısıyla devlet-toplum, devlet-ekonomi ve devlet-birey/kültürel kimlik ilişkilerinin yeniden yapılanma girişimini başlatacaktı ya da varolan yapıyı değiştirmeden günü kurtarmaya çalışacaktı. İlk tercih zor ama "iyi yönetilen, adaletli ve demokratik bir Türkiye vizyonu"nu içeren ciddi bir değişim ve dönüşüm tercihiydi, ikincisi ise kolay ama sonuçları açısından yaşanılan sorunlara çözüm bulma yerine bu sorunları derinleştirme, siyasi, ekonomik ve kültürel istikrarsızlığı artırma riskini taşıyordu. İlk tercih, gerçeklik düzeyinde etkili ve güçlü bir demokratik devlet tercihiydi, ikincisiyse toplumdan ve toplumsal sorunlardan uzak bir güçlü devlet retoriğiydi. Türkiye hâlâ ve bugün de bu kavşak noktasında duruyor, seçimini ve tercihini tam olarak yapamamış gözüküyor. 2002'de ilk tercihe dönük uygulamaların ekonomi ve demokratikleşme alanında, uygulama sorunları içerse ve yeterli derecede olmasa da, yaşama geçirilme çabasını görüyoruz. Türkiye hem ekonomik yeniden yapılanma sürecinde hem de Türkiye-AB ilişkilerinde Kopenhag siyasi ölçütlerinin yaşama geçirilmesi alanında önemli demokratik reform paketleri çıkarttı, yeniden yapılanma atılımları yapmaya çalıştı. Eksiklere rağmen, bu süreç retorikte güçlü ama gerçeklikte zayıf devletten demokratik, etkin ve adaletli toplum yönetimine geçiş süreciydi. Ama aynı zamanda, 2002'den bu yana, ama özellikle 2005'ten bugüne bu değişim ve dönüşüme karşı direnç de giderek arttı.
Elif Şafak ve demokratikleşme gereksinimi Bu direniş içinde bir taraftan yaygınlaşan linç eylemlerini ve bu eylemleri destekleyen devlet görevlilerini, diğer taraftan da Türk Ceza Kanunu'nun "301. maddesi"ni kullanarak düşünceye karşı açılan davaları gördük ve bu davalarda mahkeme salonları ve önlerinin linç girişimlerinin ve devleti koruma retoriğinin dillendirildiği yerler olmasına şahit oldu. Bu eylemler, bu davalar, bu eylemleri öven devlet görevlileri, hukukun sürekli ihlali, hiçbiri kabul edilemez. Ama, İsrail'e asker yollamayalım diye bağıran dört gence yapılan linç eylemi, bu eylemin İstanbul Emniyet Müdürü tarafından desteklenmesi ve yazar Elif Şafak için 'Baba ve Piç' adlı romanındaki karakterlerden birinin söylediği sözler için Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesinin 1'nci fıkrasındaki suçu işlediği iddiası ve altı aydan üç yıla kadar hapisle cezalandırılma davası, bu direnişin nereye kadar gidebileceğini, nereye kadar her türlü ahlak ve hukuk anlayışının dışına çıkabileceğini gösteryor. Türkiye'nin iyi yönetimine, değişim ve dönüşümüne karşı direncin, güçlü devlet retoriğinin hedefi olan Elif Şafak, kendisinin değil romanındaki bir karakterin sözleri yüzünden cezalandırılmak isteniyor. "Türklüğü aşağılamak şöyle dursun, ülkemizin yüz akı yazarlarından" Elif Şafak'a yapılan, Nedim Gürsel'in 6,7, 2006 Sabah gazetesinden yayımlanan yazısında çok güzel saptadığı gibi, "ülkemizin yalnızca Avrupa'dan değil tüm uygar dünyadan dışlanacağı"dır: "Evet, bu gidişle, ülkemizde yeni düşünceler, özgün yapıtlar artık filizlenmeyecek. Duruşmalar duruşmaları, sorgular iddianameleri, belki de işkenceler ölümleri izleyecek bir 'hiç' uğruna. Ve Kafka'nın ünlü romanı 'Dava'da olduğu gibi, Joseph K'nın 'zavallı' gövdesini havaya uçuran dinamit, yeşertmeye çalıştığımız demokrasimizin altında patlayacak". Yazdığı güzel romanlar, yurtdışında yayımlanan eserleri ve yurtiçi ve dışında verdiği derslerle Türkiye'ye önemli bir katkıda bulunan Elif Şafak'a teşekkür edeceğimiz yerde, onu 21 Eylül'de, romanındaki bir kahramanının sözleri dolayısıyla mahkeme salonuna gönderdik. Herkese okumasını tavsiye edeceğimiz, Elif Şafak'ın yine o akıcı, yaratıcı güzel anlatımıyla okuyucuyu hemen içine çektiği ve içeriği temelinde önemli bir eser olarak görmemiz gereken 'Baba ve Piç', Elif Şafak'ı mahkemelik etti. Aslında, 301. maddeyle bugüne kadar mahkemeye çıkarılanlar gibi Elif Şafak davası da, hukuk ve demokratikleşme alanında Türkiye'nin değişim ve dönüşüm tercihini yaptığı anlardan birisi. Retorikte güçlü gerçeklikte zayıf bir devlet mi istiyoruz, yoksa demokratik, etkin, adaletli iyi toplum yönetimi mi? Elif Şafak davasında verilen beraat kararı bu soruyu değiştirmiyor. 301. maddeyi 2000'li yıllarda kavşak noktasında olan Türkiye için bir tercih yapma zorunluluğu olarak okumalıyız. Elif Şafak'a Türkiye'ye katkılarından dolayı teşekkür etmeyi unutmayalım. *E. FUAT KEYMAN: Koç Üni.