Ekonomi Notları: Siyasi belirsizliğin yansımaları

Ekonomi Notları
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Notları - 11

Ömer Madra: Gene ekonomi konuları gündemin en ön sıralarında yer alıyor. Daha önce konuştuklarımıza ilaveten bugünkü gazete, televizyon ve radyo haberlerine bakınca bir ‘kriz’ kelimesinin tekrar telaffuz edilmeye başlandığı görülüyor, bu konuda da bir iki not verebilir misin?

Hasan Ersel: Mart ve Nisan aylarında sanayi üretiminde yüksek büyüme hızları gördük. Sanayi üretimi Mart ayında %19, Nisan ayında ise %14 arttı. Bunlar son derece olumlu sinyallerdi, bir de anımsayacaksınız enflasyonda da ciddi düşüşler oldu.

ÖM: Hatta sıfıra yakın çıktı.

HE: Evet... Sanayi üretimine ilişkin bir noktaya daha değineyim. Görevim gereği sağa sola gidiyorum. Türkiye'da iç talepte bir artma eğilimi görülüyor. Dolayısı ile üretimdeki bu artış sadece stok biriktirmesi ya da ihracatla açıklanabilir gibi değil, daha yaygın. Yine anımsayacaksınız, ben ne yıl sonu büyüme tahminimi değiştirme yolunda gittim, ne de enflasyona ilişkin çok olumlu sinyaller vermeye çalıştım.

ÖM: Bu endüstriyel artışın da bu kadar iyi gideceğine dair, bu kadar hızlı bir gelişme olacağına dair de tahminde bulunmuyordun.

HE: Evet, beklediğimden çok daha hızlı üretim artışı oldu. Doğrusu ben Mart ayında artış olacağını beklemiyordum, Nisan’dan itibaren hareketlenme başlar diye bekliyordum. Daha önce ve daha hızlı başladı. Bunların hepsi olumlu noktalar... Fakat bir nokta kafamda hep soru olarak kaldı... Acaba bu hareket kalımlı (istikrarlı) mı? Acaba hareket belli çizgide, ya da o çizgi dolayında devam edecek mi, yoksa ters dönecek mi ya da başka bir yola girecek mi? Kafamda bu soruları olumlu yanıtlayamadım... Ortam bana yeterince günli gelmedi... Aslını ararsanız, üretimin o denli hızlı hareketlenmesi de insanın kafasında bu soruyu doğurmuyor değil...

Siyasal belirsizlikten söz ediyoruz. Büyük laf gibi gözüküyor ama somuta indiregenebilir. Başbakan’ın rahatsızlığı var, MHP’nin AB ile ilişkilerimiz konusundaki tutumu var, DYP’nin sorumsuzluğu var. Bunların hepsi bir araya gelince hakikaten ortam siyasi açıdan çok belirsiz görünüyor. Olay nereden nereye gidiyor belli değil. Böyle olunca herkese tedirginlik çöküyor.

ÖM: Burada paradoksal bir durum var gibi gözüküyor. Bir yandan endüstriyel üretim artışında ve enflasyonda çok pozitif gelişmeler varken, bunun normalde genel bir iyimserlik ve istikrar havasına yol açması da beklenebilirdi. Oysa siyasi faktörler çok değiştiriyor durumu anladığım kadarı ile.

HE: Bir de aradaki zaman farkına dikkatinizi çekeyim. Sanayi üretimindeki artış Mart ve Nisan aylarında oldu. Siyasal rahatsızlıkları Mayıs ve Haziran aylarında görüyoruz. Mart’ta üretimi artırma kararı verenler Şubat’taki siyasal durumdan etkileniyorlardı. O zaman da durum çok daha sakindi... Öte yandan alınan bu kararları besleyen gelişmeler olursa üretim artışı devam eder, olmazsa insanlar "yanılmışım" derler, üretimi durdururlar. İşte bu kalımlılık (istikrar) sorunudur. Siyasal gelişmelerin iktisadi yaşamı bu kadar etkileyebildiği ortamlarda kalımlılık sağlanamayabilir.

Kaygım bu idi, şimdi bu sorunu somutta yaşadığımız bir noktaya geldik. Nasıl geldik? Hükümetin ne yapacağı belli değil, önümüzdeki dönem belli değil... O zaman "ne olur ne olmaz likit kalalım", yani "kamu kağıtlarından çıkalım veya uzun vadeli kamu kağıtları almayalım, kendimizi uzun vadeli bağlamayalım" diye d üşünenler arttı. [Bir parantez açayım. Uzun vade insanın kafasındaki bir kavramdır. Takvim zamanı olarak uzun olması gerekmez.] Böyle olunca insanlar portföylerindeki kağıtları satıyor, böylece ikinci el piyasasında faizlerin yükselmesine yol açıyorlar ya da kamu kağıdı ihalelerinde daha yüksek faiz isteniyor. Bu durumda kamu borçlanmasının maliyeti artıyor. Halbuki finansman dengesi o kadar ince bir yolda ki bir sürçme halinde, iç borcun sürdürülemezliği bölgesine düşebiliriz. Henüz orada değiliz... Ama oraya gidebiliriz. Bu kaygı bir kez yerleşince kendini besleyen bir süreç haline dönüşüyor. Böyle düşünenler kamu kağıdından kaçıyor, kamu kağıdından kaçma oldukça olay ivme kazanıyor. Sayın Derviş’in de ikaz etmeğe çalıştığı tehlike budur.

ÖM: Oldukça kritik bir noktada olduğumuz anlaşılıyor. Peki bir de bu MHP meselesi var. Devlet Bahçeli başta olmak üzere, MHP’nin başka elemanlarından da aynı sesler yükseliyor, ciddi bir lafızda, sözde tam AB’ye tam üyeliğe karşı olmadıklarını söylemelerine rağmen giderek sertleşen bir çizgisi var ve bunun da krizde ya da krize doğru bir belirsizlik ortamına olumsuz katkısı olduğu söyleniyor. Neden MHP’de böyle bir şey var?

HE: Ben şöyle değerlendiriyorum: MHP’nin, özellikle Sayın Bahçeli’nin yaptığı açıklamalar öyle heyecanlanıp söylenmiş sözler değil. İyi düşünülmüş bir metin üzerinden konuştu. Böyle olunca bunun mantığını ortaya çıkarmak gerekir diye düşündüm. Bir süredir onunla uğraştım.

Ancak önce AB’nda dikkat edilmesi gereken bazı gelişmeler var. Bunlara dikkat çekmek istiyorum. Bi kere bundan önce üye olanlara sağlanan büyük mali olanakların yeni üye adaylarına sağlanabilmesi olanaksız. Bu söz konusu olan aday 10 ülke için de, sonra Türkiye için de geçerli.. Yani Yunanistan’a Portekiz’e verilen ölçüde mali desteği hiç kimse alamayacak, çünkü böyle bir olanak yok.

ÖM: O fırsat kaçırıldı.

HE: Böyle olunca çok ciddi bir olay var, uyumlanmanın toplum üzerine getireceği maliyet yükseliyor..

İkinci nokta Avrupa’da yükselen yeni sağın popülist ve yabancılardan hoşlanmayan çizgisi, sözgelimi tarımsal desteklerin dağıtımı gibi sorunların çözümünü güçleştirecektir. Jörg Haider gibi bir zatı alalım... "Genişlemeye karşı değilim" diyor ama bu söylediğinin güvenilirliği çok kuşkulu, çünkü Haider’in en önemli taraflarından biri de popülist olması. Popülist olmanın da belirgin niteliği, her an fikir değiştirebilirlik... Bu konuda da söylediğinin tersine kolaylıkla gidebilir.

ÖM: Tanımı gereği, popülizm bu demek değil midir zaten?

HE: Evet, Haider yalnız olsaydı sorun değildi, Fransa’da Jean-Marie Le Pen, İtalya’da Umberto Bossi var, Hollanda’da Pim Fortuyn taraftarlarını Danimarka’daki Halkçı Parti'yi de bu listeye ekleyebiliriz. Bu hareketin varlığı Avrupa’nın mali destekler konusunda eskisi kadar rahat olmamasına yol açabilir. Bunu da unutmamak lazım.

Son olarak bir de İrlandalılar var... Daha önce de genişlemenin çerçevesini oluşturan Nice anlaşmasına "hayır" demişti İrlandalılar referandumda... Yine diyebilirler...

ÖM: Belki bir de, önümüzdeki birkaç ay içinde Almanya’da yapılacak seçimlerde Edmund Stoiber’in yükselişi var ki, aşırı sağ mı değil mi tartışılabilir ama muhafazakarların yeni lideri olarak yabancılara karşı çok ciddi bir politikanın da savunucusu. Almanya hele, Türkiye’nin üyeliği açısından korkunç önemli tabii.

HE: Şimdi Türkiye’de AB’ne katılma konusunda bir değerlendirme bir partinin, yani MHP’nin söylediklerini değerlendireyim: AB’ye katılmak ve bundan yarar sağlamak olanaklı mı bu ortamda? Bence MHP’nin mantığı bu konuda olumsuz bir değerlendirmeye varıyor. İki öncülü ve bu mantıklamanın. Bunlardan ilki şöyle: Bundan 15-20 yıl sonra Türkiye’nin AB’nin tam üyesi olma olasılığı 1 değildir, 1’den düşüktür. Yani Türkiye bütün herşeyi yapsa bile AB’nin tam üyesi olamayabilir. Daha önce üye olması olasılığı ise 0’dır." Bu Avrupa ile ilgili bir nokta... İkinci öncül

Çizim: Ateş Gülcügil

iç politika ile ilgili bir saptama: "Ülkemizde seçmenin zaman tercihi yüksektir, yani bugünkü kazancını yarınki kazancına hep tercih eder, bunları eşitleyen getiri oranı ise çok yüksektir." Bir benzetme yapayım: "şimdi mi para istersin yoksa gelecek yıl mı?" dediğinizde, "Ancak faizi %90 verirsen gelecek yıl almayı tercih ederim", diyen insanlar gibi... Buna benzer bir durum.

Şimdi siyasal düzleme dönelim: Seçmenimize "20 yıl sonra birşeyler kazanacaksınız" dediğinizde bu onlar için hiç önemli değil. Çünkü o kazancın bugünkü değeri onların kafasında sıfır.

Bu durumda MHP’nin daha evvel söylediklerinden vazgeçmesinin bir maliyeti var, hiç olmazsa itibar kaybı biçiminde... "Bu maliyet karşısında partinin kazancı ne olacak?" diye sorduğunda 20 yıl sonra olacağı düşünülen bir kazanç var. Avrupa Birliği üyesi olmasının seçmene sağladığı yarar. O da olası" Sonuç şu: Seçmen için AB’na üye olmanın beklenen getirisi sıfırdır... Dolayısıyla bu nedenle MHP oy kazanamayacaktır. Buna karşılık, MHP en azından itibar yitirmekten kaynaklanan bir oy erimesi ile karşılaşacaktır. Dolayısıyla MHP açısından önerilen düzenlemelere olumlu yaklaşmanın hiç bir yararı olmayacaktır. Akılcı tercih bunlara karşı çıkmaktır.

ÖM: Bu tabii çok ciddi ve endişe verici bir eğilim aslında bir açıdan, kendileri açısından rasyonel olsa bile.

HE: Mantığı çok kuvvetli gözüküyor değil mi? Ama bazı sorunlar var. Bir tanesi siyasal kazanç ile toplumsal ve ekonomik kazancın kendiliğinden birbiri yerine konabileceğini varsayıyor bu mantık. Oysa bu o kadar açık değil. İnsanın düşünce biçimi daha karmaşık olabilir.

ÖM: Bunu biraz daha açabilir miyiz? Yani siyasal ve toplumsal kazanç meselesini?

HE: Burada siyasal kazanç dediğim bir partinin kazancı... Parti saygınlığını artıracak mı, artırmayacak mı? Öbür tarafta bahsettiğimiz olay ise bir ekonomik-toplumsal kazanç; Türkiye AB üyesi olması sonucunda kendisini başka bir gelişme yolunda bulacak. Bu farklı bir yaşam biçimi. Bana bunlar iki ayrı uzayda gibi geliyor. Aralarında doğrudan, mekanik ve doğrusal bir ilişki yok herhalde...

Ben örnek vermek gerektiğinde, faiz ve paradan söz ettim. Bugünkü değer vs. gibi kavramlar burada yerini buluyor. Ama MHP’nin karşı çıktığı somut konular insan haklarına ilişkin... Gerçi ben kötü iktisatçıyım, herşeyi mal olarak görürüm. Dolayısıyla insan haklarını da mal olarak görüyorum. Ama bu bir kamusal maldır... Elma gibi özel bir mal değildir... İnsan hakları varsa herkese tanınmıştır, hiç kimsenin bu haklardan yararlanması engellenemez... Bu mallar öyle ‘elma-armut’ gibi değerlendirilemez... O yüzden de insan hakları alanında bir gelişme yapmanın sağladığı kazanç ile bundan 20 yıl sonra AB üyesi olmanın yaratacağı gelir artışı kolay kolay karşılaştırılamaz...

ÖM: Hatta imkânsız.

HE: Evet, çünkü insan haklarını tanıdığınız zaman bir ‘kamusal mal’ sunmuş oluyorsunuz. Onun bir topluma bir katkısı var. Bu mantıklamada o katkının olmadığı veya önemsiz olduğu gibi bir başka örtük varsayım daha var. Yani bugün Türkiye tartışılan iki konuda ilerlerse hiçbir yarar gelmez, hatta zararlı bile olabilir gibi kaygılar dile getiriliyor. Ama, AB'den bağımsız olarak bu yolda adım atılmasının daha iyi bir toplumsal ortam sağlama avantajı yok mu? Bence bu açıklanmadan örtük olarak yararı olmayacağı varsayılarak geçiştiriliyor. Bu noktalar bana çok önemli geliyor. MHP’nin sunuşunun mantığı bu biçimde özetlenebilir diye düşünüyorum. Bu tabii, tamamen kişisel görüşüm.

ÖM: "Kopenhag siyasi kriterleri, PKK’nın istekleri doğrultusundadır" şeklindeki bir açıklaması da oldu MHP genel başkanı sayın Bahçeli’nin, bu da aslında senin daha önce de söylemiş olduğun gibi, Kopenhag kriterleri, insan haklarını, temel hak ve özgürlükleri -başta düşünce ve ifade özgürlüğü olmak üzere- içeriyor, bundan vazgeçilmesi anlamını taşıyor ki, Kopenhag kriterlerinden vazgeçilmesi de, senin bütün bu kurduğun rasyonelin temel düğüm noktasını oluşturuyor.

(13 Haziran 2002 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)