Ekonomi Notları – 35
Ömer Madra: Yoğun sis, duman arasından en konuşulan konulardan bir tanesi, daha doğrusu belki de en çok konuşulması gerekeni, bu savaşın “maliyeti”. İnsanî maliyetinin yanı sıra ekonomik maliyeti üzerinde de konuşmuştuk ama bizi bu konuda biraz daha aydınlatır mısın?
Hasan Ersel: Burada neden söz ettiğimizi, açık ve biraz daha soğuk terimlerle ortaya koymak lazım. Burada işin sadece parasal maliyetten sözediyoruz, savaşın acılarından değil.
Bu bağlamda şöyle düşünmek gerekli: Ekonomi belli bir yörüngede seyrederken dışarıdan gelen olumsuz bir şok ile karşılaşıyor. Bu şokun etkisi nedir, ekonomiye maliyeti ne olabilir? Böyle baktığımızda ne buluruz? Hesap yapmadığım için şu kadar rakam veremiyorum. Ama nelere bakmak gerektiği konusunda birşeyler söyleyebilirim. Bunu yaparken de, doğal olarak, dünyada bu tür çalışmalarda izlenen yöntemlerden yararlanıyorum.
Yakınlarda Irak savaşının maliyeti konusunda çok önemli bir çalışma çıktı. Yapan dünyanın önde gelen iktisatçılarından birisi olan William D. Nordhaus. Kendisi ABD’de Yale Üniversitesi’nde profesör. Pek çok konuda önemli katkılar yapmış bir iktisatçı. Bu çalışma önce American Academy of Arts and Sciences’in Uluslararası Güvenlik Komitesi’nin 11 Ekim 2002’de yaptığı toplantıya sunulmuş. Bu kuruluşun Kasım 2002’de yayınladığı War With Iraq başlıklı dokümanda, başka iki tebliğ ile birlikte, yayınlanmış.
Yazı çok ilgi görmüş olmalı ki, daha sonra kısaltılmış biçimi 5 Aralık 2002 tarihli New York Review of Books’da yayınlanmış. AND’nin saygın araştırma Kuruluşu National Bureaau of Economic Research de Aralık 2002’de bu çalışmayı The Economic Consequences of a War With Iraq adı altında yayınlamış.
Bu çalışmanın detayına girmeyeceğim. Nordhaus, özetle senaryolar yapıp, savaşın alacağı biçim, süre ve olası sonuçlarına göre doğuracağı maliyeti hesaplıyor. Üzerinde durduğu iki temel senaryodan birisinde savaşın ABD’ye maliyeti 100 milyar dolar ötekisinde ise 1 trilyon 900 milyar dolar çıkıyor.
İnsanın aklına şu gelebilir. Böyle tahmin olur mu? Şöyle düşünelim. Bana gelecek ayki enflasyon tahminimi sordunuz ben de “% 2 ya da % 52 olabilir” dedim. Herhalde beni bir daha bu programa çağırmazsınız değil mi?
Peki William D. Nordhaus gibi çok saygın bir iktisatçının çalışmasında niçin bu kadar farklı rakamlar yer alıyor? Bunun iki nedeni var. Bunlardan ilki savaşın maliyetinin ölçülmesinin zorluğu ile ilgili. Nordhaus iki örnek veriyor: Amerikan İç Savaşında Abraham Lincoln’un Hazine Bakanı savaşın Kuzey’e maliyetinin 240 milyon dolar olacağını tahmin etmiş. Ama gerçekleşen maliyet 3 milyar 200 milyon dolar olmuş. Yani 13 katı… İkinci örnek ise Vietnam Savaşı. 1966 yılında yapılan Pentagon tarafından yapılan tahmin, savaşın 1967’de biteceği görüşünden hareketle, doğrudan maliyetin 10 milyar dolar olacağı biçimindeymiş. Oysa savaş bilindiği gibi 1973’e kadar sürdü. Doğrudan maliyet ise 110-150 milyar dolar arasında tahmin ediliyor… %90’ın üzerinde bir yanılma…
Bu örnekler savaşın gidişatındaki bir değişiklik olduğu zaman maliyet katlanarak büyüdüğünü gösteriyor. Bu durumda şoktan neyi kastettiğimiz konusunda açık olmamız gerekiyor. Örneğin kısa süreli, diyelim ki çatışmaya bile yol açmayan, bir askeri harekat sonucunda istenilen amacın sağlandığını düşünelim. Özetle, tehdit amacıyla askeri yığınak yapılıyor, maliyet bundan ibaret. Bunun da bir maliyeti var, askerlerin bölgeye taşıma maliyeti var. Ne de olsa piyasalarda bir tedirginlik doğar, bundan da bir çıkabilir. Faizlerin yükselmesi gibi… Buna karşılık çatışma olduğu ve uzun sürdüğü bir durumu düşünelim. O zaman olayın niteliği çok değişiyor. Askeri harcamalar çok artıyor, petrol fiyatları etkileniyor vs.
İşte Nordhous bunlara bakıyor…
ÖM: Kıyaslamalı yapıyor yani?
HE: Evet, ve tahminlerin pek de tutmayabileceğini gösteriyor. Gerçekleşen maliyet tahmin edilenin 10 katı olabiliyor…
ÖM: Bu fark son derece önemli, çünkü sürekli olarak dillendirdiğimiz gibi, hiçbir savaşın sonuçları önceden kestirileme. Fakat bu kıyaslamalı sonuçta bire on çıkınca bir alıp on koyuyorlar; sonuç olarak tahminler on katı çıkınca iş zorlaşıyor biraz.
HE: Tabii…Savaş normal bir durum, öngörülebilir bir olay değil ki… Uzayabilir, direnç beklenenden farklı olabilir, ülkelerin tavırları değişebilir vs. Bütün bunları baştan hesaba katmak da olanaklı değil. Bu nedenle senaryolar yapmak gerekiyor…En iyimser senaryodan en kötümsere gittikçe ulaşılan sonuçlar tamamen değişebiliyor.. Örneğin Nordhaus’un çalışmasında maliyet 100 milyar dolardan 1 trilyon 900 milyar dolara nasıl çıkıyor? Önemli etki petrol fiyatlarından geliyor. Kısa bir operasyon sonucunda Irak’ın normal duruma kavuşması, üzerindeki BM ambargosunun kalkmasını sağlayacağı için Irak’ın dünya piyasasına daha fazla satış yapabilmesini sağlayacak. Irak’ın günde 2 milyon 900 bin varil üretim yapabilecek kapasitesi var. Ambargo yüzünden şimdi bunun çok altında satabiliyor. Oysa bu gelire de gereksinimi var. Ambargo kalkarsa dünyada petrol sunumu artacak, bunun petrol fiyatları üzerinde düşme yönünde etkisi olacak. Oysa savaş uzarsa, hele Körfez bölgesinin dünya piyasasına sunduğu petrol miktarının düşmesine yol açarsa (petrol kuyularında tahribat vs. gibi nedenlerle) o zaman petrol fiyatları fırlayabilir. Nordhaus’un çalışmasında kısa savaş nedeniyle petrol piyasalarında yarattığı etki nedeniyle doğacak maliyet, 2003-2012 dönemi için, –40 milyar dolar (yani maliyet azalması) biçiminde olurken, uzun bir savaş olması durumunda maliyet artışı 778 milyar dolara çıkıyor.
ÖM: Birinci Körfez savaşında Kuveyt petrollerini ateşe vererek çekilmiş olduğunu hatırlıyorum ve hem çevresel bakımdan yıkım şeklinde bir maliyet ortaya çıktı, hem de bizzat yanan petroller, onun söndürülmesi için paralar, vs. Ama Kuveyt petrolleri tabii çok daha düşük bir potansiyel Irak’a göre, değil mi? Saddam’ın deli, diktatör, vs. olduğu, davranışlarının sonuçlarının önceden hiçbir şekilde kestirilemeyecek bir adam olduğu da söyleniyor, bunun bazı belirtileri de var tabii, Irak petrollerini tutuşturursa mesela ne olur?
HE: İleriye doğru büyük sorun çıkar çünkü dünya petrol talebindeki gelişmeler gözönüne alındığında halen Körfez bölgesinde çıkarılan petrole çok ihtiyaç var. Kısa vadede belki pek birşey olmayabilir. Çünkü, Suudi Arabistan’ın açığı kapatabilecek olanakları var. Suudi Arabistan’ın üretimi -2002 yılının son çeyreğinden bahsediyorum- günde 8 milyon varil. Dünyada en fazla üreten ülke. Ama kapasitesi bundan epeyce fazla, günde 10.2 milyon varil. Dolayısı ile bu ülke petrol sunumunu günde 2.2. milyon varil daha arttırabilir. Yani aşağı yukarı Irak’ın toplam üretimi kadar… Suudi Arabistan da bu yönde olumlu bir sinyal verdi zaten…
Bu kısa dönemde çok önemli tabii. Ama ebediyen bu sağlanabilir mi o kadar açık değil. Öte yandan savaşın Suudi Arabistan’ın ya da komşularının petrol üretimine zarar verecek düzeye gelmesi durumunda ise dünyada petrol sunumunun ciddi bir biçimde azalması söz konusu olabilir. Bütün bunları gözönüne aldığınız zaman uzayan, yaygınlaşan bir savaşın maliyeti çok farklı bir ortamda ölçülmesi gerektiği ortaya çıkıyor. Nordhaus’un yaptığı da bu. Bu nedenle de savaşın maliyetinde korkunç bir artış olabileceği sonucuna varıyor. Yine altını çizeyim. Nordhaus da savaşın parasal maliyetten söz ediyor, insani maliyetinden değil.
Blair'in sözleri komik
ÖM: S.Arabistan’daki durum da çok ayrı ve uzun tartışma konusu gerektiriyor ama çeşitli yazılardan, kitaplardan anlaşıldığına göre 11 Eylül saldırılarındaki kimliklere bakıldığında çoğunun Suudi vatandaşı olması, Usame bin Laden ve El Kaide’nin de oradan çıkıyor olması ve çok derin, gizli bağlar olduğu düşünülürse, S.Arabistan’ın petrol arzı açısından çok önemli bir noktaya gelmesi de başka sorunları da meydana getirebilir tabii.
HE: Haklısın. Biz bu olayı çok önce konuşmuş, petrole gönderme yapmıştık. Irak olayının ne olduğunu çözmeğe kalktığımızda denklemin bir yerinde petrolün olması gerektiğini vurgulamıştık. O sıralarda kimse petrolden söz etmiyordu. Ama, petrolün işin içinde olması “Amerika gelecek Irak’ın petrol kuyularına el koyacak, işletecek” demek değil. Konuşmamızda değinmiştik. Petrol tükenen bir doğal kaynak. Petrolün fiyatı bir rantı içeriyor. Bu rantın da bir bölüşümü söz konusu. Burada bir uzlaşı noktası var. Belli bir rant bölüşümü sağlandığında, petrolün alıcı ülkelere muntazam bir biçimde ulaşması sağlanıyor. Alıcılar, bunun sağlanması karşılığına üretici ülkelerin rant sağlamalarına razılar.
Ama petrol akışında dramatik kesilme olursa, durum değişir. Bu durumda söz konusu alıcı ülkelerin ekonomisine muazzam bir olumsuz şok verilmiş olur. Bugün dünyada hiç kimse kendisini petrole bağımlı olmaktan kurtarabilmiş değil.
ÖM: Sorun da orada zaten. Bu arada senin için çok üzücü bir haberim var, bütün bu petrolle ilgili araştırmalar, burada yaptığın konuşmalar, vs. yanlış maalesef, çünkü Tony Blair “bu savaşın petrolle en ufak bir ilgisi yoktur, bütün bunlar bir komplo teorisinden ibarettir" diye parlamentoda milletvekillerine izah etti.
HE: Tony Blair, canı sıkıldığı için mi geliyor buralara?
ÖM: Hayır terörü önlemek için.
HE: Peki, orada da bir nokta var, niçin bu bölgedeki terör çok tehlikeli? Terör başka yerlerde de var. Mesela dikkatinizi çekerim. Kuzey Kore’de ciddi bir olay oldu. Nükleer santral sorunundan söz ediyorum. Herkesi rahatsız etti. Ama, şu ana kadar, tepkiler Irak’a olduğu biçime dönüşmedi. Neden? Bu olayı terör kapsamında düşünseniz bile ortaya çıkabilecek zarar Körfez bölgesindeki gelişmelere oranla çok daha az da ondan.
Tony Blair’in “bu teröristler Hasan’ı döver” diye tedirgin olduğunu hiç zannetmiyorum. Bana kalsa, petrol sunumunun denetiminin “ teröristlerin” eline geçmesinden korkuyordur… Bunda haklı da olabilir. Ama “bunun petrolle hiç alakası yok” dediğinde bana biraz komik geliyor.
ÖM: Aynen öyle söylemiş yalnız üzgünüm, ben koskoca İngiltere başbakanına inanacağım tabii ki, sana da saygım büyük ama...
HE: Sen bana inanma yine de… Ama İngiliz başbakanı bana komik gelmeye devam ediyor. N’apim? Üstelik Amerika cephesindeki haberlere baktığınız zaman, işin içerisinde petrol boyutu olduğunu söylüyor Amerikalılar… “Irak petrollerine el koymak gibi bir niyetimiz yok" diye açıklamaları var. Ama “kontrolünün sağlanması”ndan söz ediyorlar… Piyasa kuralları içinde, makul ve sürekli petrol dışsatımının olması, sürekli akımının sağlanması için kontrol… Piyasa kuralları iyidir, güzeldir anlamında söylemiyorum, o farklı bir konu. Burada önemli olan fiyatı ya da satılan miktarı zorla kabul ettiririm fikrinin olmaması. Sorun petrol akımının sağlanmasından ibaret… Bu olmazsa, Nordhaus’un çalışmasında da gösterildiği üzere büyük bir şok yaşanabilecek. Bu şokun yaratacağı maliyet çok büyük ve tabii ki yaratacağı işsizlik vs. de çok büyük.
ÖM: Nordhaus’ın araştırması çok önemli, aslında onu belki Açık Site’de de vermek lazım.
Kamu açığının büyümesi, faizlerin, navlun ve sigorta primlerinin yükselmesi...
HE: Çok iyi olur. Bir de Türkiye’de maliyet meselesine gelelim; kabaca nelere bakmamız gerekir, nelere bakmamamız gerekir?
İlk akla gelen askeri harcamalardaki artış. Bu artış nedir? Savaş nedeniyle yapılan ek harcamalardır. Türkiye’nin barış zamanında da silahlı kuvvetleri görev yapmaktadır. Bunun da bir maliyeti vardır. Giyecek, yiyecek, eğitim vs. gibi masraflar söz konusudur. Savaş ortamında bunlardan bazıları artacaktır. Söz gelimi birlik nakletmek gerekebilecektir. Bu ulaştırma masraflarını artıracaktır. Devriye uçuşları artırılabilir, bunun ek maliyet olacaktır. Eğitim sıkılaştırılabilir, vs. Bunların hesaba katılması lazım. Tabii bu doğrudan olan artışlardır. Bunun yanı sıra bazı sivil nitelikli harcamalar artabilir. Hastahanelerde bazı önlemler alınması, ilaç stoklarının tamamlanması vs. Bir de dolaylı harcamalar söz konusu olabilir. Kamu harcamalarındaki bu artışın kamu açığını büyütmesi, bunun mali piyasalarda olumsuz bir gelişme olarak algılanması sonucunda faizlerin yükselmesi gibi.
Savaş ortamı ülkenin ödemeler dengesinde de olumsuz gelişmelere yol açabilir. Petrol fiyatları artarsa ülkenin petrol faturası şişer, Türkiye’nin savaş riski olan bir bölgede olması taşımacılıkta navlun ve sigorta primleri yükselebilir.
ÖM: Göçü önlemek için alınacak bir sürü tedbir...
HE: Tabii kamu harcamaları içerisinde onları da düşünmemiz lazım. Turizm etkilenir, savaş ortamında olan bir yere turist gelmez bu sektörden bir kayıp söz konusu olur. Bunun anlamı Türkiye’nin döviz kazancının düşmesi, dış borcunu ödemede zorlanmasıdır. Bu nedenle kaynağa ihtiyacı olabilir. Bir de -Allah korusun!-, saldırı olursa ülkenin üretim kapasitesi üzerinde olumsuz etki yaratabilir. Sanayi tesisleri, limanlara zarar verilirse bundan bir kayıp olabilir. Deprem sırasında olduğu gibi…Bunlar hesaplandığı zaman bir rakam bulunur. Yapılan varsayımlara göre de maliyet farklılaşabilir.
Yalnız benim gördüğüm bir hata var. Türkiye bu hatayı ikinci defa yapıyor gibi: bu da savaşın maliyetini yüksek göstermeye çalışmak. Nasıl hesaplandığını bilemediğim hükümet kaynaklı yüksek rakamlar dolaşıyor ortalıkta. Bir de hükümet dışından da 100 milyar dolar gibi çok komik rakamlar telaffuz edenler çıkıyor.
1991’de de bu yola gidilmişti. O zaman kızdığım bir anda bir örnek aklıma gelmişti. Onu bir tekerlemeye dönüştürdüm. İsterseniz söyleyeyim:
Mersin limanına gelecek iken gelemeyecek olan şilebinKaraya çıkacak iken çıkamayacak olan tayfasınınGidecekken gidemeyeceği birahanedeİçecekken içemeyeceği birayaÖdeyecekken ödeyemeyeceği bedelTürkiye'nin savaş nedeniyle uğradığı zarar içinde yer alır. ABD tarafından (birahane sahibine) tazmini gerekir.
Maliyet hesabı ve tazminat talebi böyle yapılmaz. Konuyu bilen kimse bunu ciddiye almaz. Ama savaştan doğabilecek maliyeti şişirmenin bir başka sakıncası daha var. Olayı yakından izlemeyenler “Bu şok Türkiye ekonomisine çok büyük darbe vuruyor. Demek ki Türkiye ekonomisi çok kırılgan” diye düşünürler. Dolayısıyla Türkiye riski yükselir. Bu durumda, kamunun ve özel kesimin dış kaynak temin maliyeti yükselebilir. Hatta kaynak temininde güçlükler ile bile karşılaşılabilir. Türkiye’nin izlemesi gereken strateji –bu Anne Kruger’in gelmesiyle bir arada değerlendirmek istiyorum- IMF ile olan stand-by çerçevesinde yürütmekte olduğu programa kararlılıkla devam etmesi, ekonominin sorunlarını çözme yolunda olumlu adımlar atması ve başarısını göstermesidir. Bu yolla Türkiye IMF’yi arkasına alarak, gerekiyorsa Amerika’nın karşısına çıkıp “savaşın maliyeti nedeniyle doğru yolda ilerlememiz zorlaşıyor, bu noktada desteğe gereksinimimiz var” denilmesi gerekiyor. Oysa Türkiye Amerika’yı arkasına alıp IMF’nin karşısına çıkıp, programın gereklerinden taviz verilmesini ister görünümünde.
ÖM: Evet, çok ilginç bir nokta bu.
HE: Bu yanlış bir tutum. Çünkü, uygulanan programın amaca uygun, Türkiye’deki gerekli dönüşümü sağlayacak olan program olduğu varsayımı altında (öyle değilse niçin uygulansın ki) sonucu Türkiye için kalıcı iyilikler getirmek olacaktır. Oysa, savaş nedeniyle alınacak destek sadece o şoktan kaynaklanan yükü azaltan geçici (bir defalık) bir katkıdır. Yapısal sorunların çözümüne katkısı olmaz. Şöyle düşünelim: Savaş çıkmadı herşey halloldu diyelim. Türkiye’nin sorunları, savaş olmadı diye bitecek mi? Bitmeyecek, üstelik bu biçimde davranan bir hükümet “bu işleri çözmeyi beceremiyor” izlenimini verecek.
Anne Kruger’un bu ziyareti, bence, IMF’nin bu konudaki kaygılarının hükümete açıkça söylenmesine yöneliktir. Önümüzdeki dönemde hükümetin bu konudaki niyetinin bütçeye yansıdığını hepimizin görmesi gerekir. Bence sorun budur.
ÖM: Çok önemli tabii. IMF de olumlu bir tavır sergiliyor gibi, bu yönde haberlere rastlıyorduk galiba?
Şerif Erol: Evet, programa uygunluk teyit edildiği sürece desteğin devam edeceğini söylemiş Kruger, hatta Irak savaşından da Türkiye’nin kötü etkileneceğini, bunun için de daha anlayışla bakılacağını dile getirmiş.
HE: Anlaşılan herkes Anne Kruger’in açıklamasının işine gelen kısmına vurgu yapıyor. Bence ‘anlayışla bakmak’ “programdan sapmanıza göz yumarız” anlamına gelmiyor. “Irak’daki gelişmelerden kaynaklanan şok sizin programı sürdürmenizi zorlaştırırsa, bunu aşmanıza yardım etmek için destek veririz” diyor. İkisi arasında çok fark var.
ÖM: IMF meselesini de bu şekilde bağlantılı olarak ele almış olduk. Bu arada Anne Kruger’in bavulları da havalimanında kaybolmuş!
HE: Öğrendiğim kadarı ile, bizim kabahatimiz yok. Kötü niyetimiz de olamaz zaten. Başka bir ülkenin havayolu kaybetmiş.
ŞE: Evet, Lufthansa.
ÖM: Bir de özelleştirme meselesine girecektim ama galiba vakit darlığı var onu daha sonra uzun boylu nasıl olsa konuşma imkanımız olacak. Mesela özellikle THY meselesi iyi midir, değil midir diye soracaktım ama bunu gelecek haftaya bırakalım istersen.
(16 Ocak 2003 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır)