Ekonomi Notları - 17
Ömer Madra: Bugün ekonomik olarak silahların değerinden bahsedeceğiz herhalde?
Hasan Ersel: Evet. Bu askeri harcamalar konusu iktisadi boyutuyla değerlendirilmesi gereken bir konu. 11 Eylül'den sonraki gelişmelere baktığımız zaman ABD’de silah yapan firmaların, hisse senetlerinin fiyatlarının yükselmeye başladığını görüyoruz. Öte yandan da ABD'de ulusal savunmaya aktarılan kaynaklar arttırılmağa başlandı. Başkan Bush, askeri bütçeyi önümüzdeki 5 yıl için yıllık 400 milyar doların üzerine çıkarmayı amaçladığını söyledi. Bunun ne demek olduğunu biraz açayım. Center for Defence Information adlı özel bir Amerikan kuruluşunun verdiği istatistiklere (2001-2002 Military Almanac, Center for Defence Information, Washington D.C.) baktım:
Amerika’nın, sabit fiyatlarla (2002 fiyatlarıyla) yılda 400 milyar doların üzerinde askeri harcama yaptığı yıllar
i) 1952-1954 Kore Savaşının hemen sonu
ii) 1967-1970 Vietnam savaşı
iii) 1985-1990 Amerikan ordusunun yeniden organize edildiği, yeniden yapılanmanın olduğu bir dönem.
Sonra yılda 300 milyar dolar civarına iniyor, mesela 2002 bütçesi 328.7 milyar dolar. Ama bu rakam da neredeyse Türkiye’nin milli gelirinin iki katı…
ÖM: Sadece savunma harcamaları?
HE: Tabii kime karşı savunuyor? Başkaları ne kadar silahlanıyor? diye sorulabilir. Aynı rapora göre ABD’den sonra en fazla silah harcaması yapan ülke Rusya, 56 milyar dolar (1999 yılı), sonra Japonya geliyor 45 milyar dolar (2000 yılı), Çin 39 milyar dolar (1999), Birleşik Krallık 34 milyar dolar (2000)… ABD'ye yaklaşan bile yok…
ÖM: Japonya kime karşı silahlanıyor peki?
HE: Japonya aslında kimseye karşı silahlanmıyor. Gerçi Japonya ordusunu modernleştiriyor. Bu doğru. Ama tehdit edici bir silahlanma olarak görmemek gerektiğini düşünüyorum. Hele Çin'in silahlanma çabaları göz önüne alındığında…Bence burada Japonlar'ın para harcayacak yer bulamama sorununu çözmek söz konusu. Hatta bir Amerikalı iktisatçı, “Japonya’nın kurtuluşu muazzam silah harcaması yapıp, ürettiği bütün silahları Pasifik okyanusuna atmaktır” diyordu.
ÖM: Biraz çevreyi bozabilir, ama olsun...
HE: Evet böyle bir sakıncası olabilir. Konumuza dönersek, askeri amaçlı büyük bir harcama yapma potansiyeli var. Alıcı var. O halde birilerinin de birşeyler satması söz konusu. İşte bu bizi iktisadın içine biraz daha çekiyor.
Öncelikle iki noktanın altını çizmek istiyorum: İlki bu haftaki Economist dergisinde (Temmuz 20-26) yer alan Transformed? A Survey of the Defence Industry başlıklı bir yazıda vurgulanan “askeri işlerde bir devrim oluyor” savı. Burada söylenen, tehditin biçimi değiştiği için, silahlı kuvvetlerin organizasyonunun ve donanımının tümüyle değişmesi gerektiği. Soğuk savaş dönemini anımsayalım. Sovyetler Birliği’nde füzeler, uçaklar, tanklar, toplar vardı. Onlara karşı ne yapılabileceği üzerinde duruluyor, silahlı kuvvetler ona göre organize oluyordu. Oysa şimdi tehditin niteliği değişti, herhangi bir yerden bir füze ya da benzeri bir silahla saldırı olasılığı ortaya çıktı.
İnsansız uçan Global Hawkİkinci nokta, hiç kimse çocuğunun savaşta ölmesini istemiyor. Özellikle ABD ve Avrupa kamuoyu bu konuda çok duyarlı. Dolayısı ile ordunun ateş altına olabildiğince az askeri sürecek biçimde donanıma sahip olması isteniyor. Bunun anlamı, hedefi uzaktan vurabilecek kapasiteye sahip olmak (seyir füzesi gibi) ya da harekâtı insansız uçan araçlarla yapmak. Bu konuda epeyce ilerleme var. Geçenlerde Amerika'nın Global Hawk tipi insansız uçan aracı (UAV) California'dan kalktı, Avustralya'ya indi.
Kosova harekâtında da kullanılan bu uçağın ne kadar uzun menzilli olduğu böylelikle dünya kamuoyuna gösterilmiş oldu.
Şerif Erol: İçinde insan olmayan bir uçak, öyle mi?
HE: İçinde insan yok. Global Hawk ve benzeri uçaklar Afganistan üzerinde keşif uçuşları yapıyor. Tabii başka türlü görevler de yaparlar. Bu çok pahalı bir silah, güçlü ve ileri elektronik donanımı var. İşte bu nedenle askeri harcamaları artıran etmen asker sayısını artması değil, ileri teknolojiye geçme zorunluluğu…
ÖM: Ölüm robotları gibi bir şey bu!
HE: Evet… Askeri amaçlı üretim konusunda iktisadi açıdan önemli bir gelişme daha var. Geçmişte askeri olaylar teknolojik gelişmeye yol açardı. Örneğin askeri amaçla bir keşif yapılır, bu sonra sivil amaçla da kullanılmaya başlanırdı. (Basit bir örnek ama Jeep böyle bir buluştur.) Fakat şimdi askerlikteki devrim teknolojideki gelişmeden nasıl yararlanabilirim olgusunun peşinde. Teknolojik gelişmeyi yakalamaya çalışıyor. Teknolojide henüz kullanılmayan, veya askeri amaçlarla kullanılmayan olanakları kullanma arayışı içinde ordular… Bu kuşkusuz teknolojik gelişmeyi de hızlandıracak. Olaya böyle bakınca, hakikaten devrim gibi bir oluşumdan söz etmek olanaklı. Büyük harcamalar gerektiren bir oluşum…
Burada çok önemli iki nokta orta çıkıyor. Bunlardan her ülkede askeri mallar bir alıcı için üretilir. Yani tek alıcılı (monopson) piyasadan söz ediyoruz. O alıcı da devlet….Bu nokta çok önemli, bir elma veya bir bilgisayarı piyasada birilerine satmaktan farklı bir durum var. Mal devlete satılıyor ve bu mal "ulusal savunma" dediğimiz "kamusal malın" girdisi olduğu için finansmanı vergiler yolu ile oluyor. Dolayısıyla bu mallardan ne kadar alınacağı gibi konular siyasal süreç içinde belirleniyor.
İkinci nokta, ise askeri amaçlı malların üretiminin giderek daha büyük teknoloji yatırımları yapılmasını gerektirmesi ve pahalı olmasıyla ilgili. Bu da askeri teknoloji alanında çalışan şirketlerin birleşerek büyümelerine yol açıyor:
İki örnek vereyim
Bugünkü Lockheed-Martin grubuna bakalım. Bu grup ABD Savunma Bakanlığı ile en büyük bağıt yapan şirket. 2000 yılında bağıtların değeri 15.1 milyar ABD$ idi.
General Dynamics
GE Aerospace
Lockheed
Lorel
Martin Marietta
Yaptığı bağıt büyüklüğü ile ikinci sırayı alan Boeing Grubu aşağıdaki firmalardan oluşuyor:
Boeing
Rockwell
Mc Donnell
Douglas
Magnovax
Hughes
Bu grubun bağıtlarının 2000 yılındaki toplam değeri ise 12 milyar ABD$.
Bu sanayi dalında ciddi bir yoğunlaşma var. Bu zorunlu idi, teknoloji bunu gerektirdi. Ama bunun bazı sonuçları da var. Eskiden bir uçak ihalesine çıkıldığında 10 firma başvurabiliyordu. Bunların, diyelim 7 tanesi proje aşamasında eleniyor. 3 tanesi de uçağı geliştirme aşamasına geçiyor. Sonra da bunlar arasından en iyi bulunan ihaleyi kazanıyordu. Oysa şimdi bu işi yapan toplam firma sayısı da iki-üçe indi. Bu da yeni bir piyasa yapısının oluşmasına yol açtı. Tek alıcı az sayıda satıcı…
Bu da karar alma sürecinin nasıl çalıştığı konusunda bazı soruları gündeme getirdi. Yolsuzluk, rüşvetler, vs. gibi konular üzerinde durulmaya başlandı. İşin bir de ihracat boyutu var. Rüşvet iddiaları burada daha yoğun. Çünkü rekabet çok daha şiddetli…
Bu harcamaların büyük ölçüde artması çok temel bir soruyu tekrar gündeme taşıdı. O da “devletin bütçesinin hangi amaçlarla kullanıldığı?” Çünkü bütçe kamu kesiminin ne kadar harcama yapabileceğini belirliyor. Askeri harcamalar artıyorsa ya başka bir kamu hizmetine tahsis edilen kaynak azalıyor ya da, sonuçta, vergi yükü artıyor. Demokratik süreç ikisinin de hesabının verilmesini gerektiriyor. Somutlaştırmak için iki örnek vereyim. Bu örnek de daha önce sözünü ettiğim ABD kurulunun raporundan alınmıştır:
İlk örnek: Amerikan okullarını uyuşturucudan korumak ve emin hale getirmek için bir program var, kamu tarafından finanse ediliyor… Program tüm Amerikan okullarını kapsıyor. Bu programa Amerika’nın ayırdığı para 644 milyon ABD$. Aynı yılın bütçesinde yer alan 4 tane F-22 tek kişilik avcı uçağı için 748 milyon dolar ayrılmış!…
İkinci örnek: ABD'de enerji tasarrufu için bir program var, buna 795 milyon ABD$ ayrılmış. ABD donanmasının DDG-51 Arleigh Burke güdümlü füze destroyerinin fiyatı ise 947 milyon ABD$. Bu 9200 tonluk bir gemi… Yani ABD donanmasının dev uçak gemilerinden birisinden söz etmiyorum…
Öncelikler konusunda da bir problem var gibi.
ÖM: Bu bana, Hitler’in şu çok meşhur ikilemli sorusunu hatırlatıyor: “Top mu, tereyağı mı?”
HE: Aynen… Burada bir nokta çok önemli. Tehdit nedir? Algılanan tehdit nedir? Acaba algılanan tehdit abartılarak bütçe harcamalarının yönü değiştirilebilir mi?
Şunu söylemek istiyorum. Tehdit "teknik" bir konu gibi görünüyor. Uzmanlar “şu bizi tehdit ediyor" diye bir yargıya varabilirler. Bu tehdidin "çok mu az mı" olduğu konusunda bir değerlendirme yapabilirler. Bu tehdidi önleyebilecek teknik önlemlerin neler olabileceğini de belirleyebilirler. Eğer bu yolla tehdit olgusu salt teknik boyuta indirgenirse kamu harcamalarının biçimlenmesi siyasal sürecin dışına çıkmış oluyor. Bu durumda tehdit unsuru karşısında alınan önlemler sözgelimi sivil harcamalarınkinden farklılaşmış oluyor. Şöyle ki:
ABD'de Kuzey Kaliforniya’dan, Güney Kaliforniya’ya su götürme ve lise eğitimine kamu kaynaklarının daha çok ayrılması gibi iki proje olduğunu düşünelim. Bu projelerden hangisine öncelik verileceği konusunda insanlar siyasi eğilimlerine ya da alınan kararın kendilerini etkileme biçimine göre farklı sonuçlara varabilirler.
Türkiye'de de sözgelimi Doğu Anadolu’ya yol mu yapalım yoksa Mersin limanını mı büyütelim? gibi bir sorunun yanıtı da kişiler arasında, benzer nedenlerle farklı biçimde değerlendirilecektir. Bu nedenle her iki ülkede de bu gibi konularda çözüm süreç içinde belirlenir.
Ama "tehdit"in değerlendirilmesi ve önlenmesi salt "teknik" bir konuymuş gibi ortaya konulduğunda, bununla ilgili karar siyasal sürecin dışına itiliyor.
ÖM: Mesela, tehdit deyince bir şey geldi aklıma, küresel iklim değişikliği dolayısı ile “bütün yerküre ve insanlık tehdit altında mı değil mi?” sorusu çok tartışılıyor. Ama, “düşman bize saldırmak istiyor” denirse kimse tartışmıyor, “o zaman düşmana karşı tedbir alalım” diyorlar. Sel felaketleri, kuralık ve diğer facialar aynı oranda bir tehdit sayılmıyor tabii. Ve tabii o zaman da Kyoto Protokolü gibi, insanlığı bu tehditlere karşı savunmayı amaçlayan girişimler revaçta olmuyor...
HE: İşte bu noktada, bir umut da var. Belki iyimser olmaya çabaladığımdan yanılıyorum… Demokratik ülkelerde tehdit salt teknik bir konu olmaktan çıkarılıyor. “Bu beni tehdit ediyor” deyince, birileri de kalkıp diyor ki “dur bakalım öyle mi acaba? Yoksa yanılıyor musun?” O yüzden de, Avrupa ve Amerika’da demokratik mekanizmanın bu konularda eskisinden daha duyarlı olmağa başladığı görülüyor. Bu bana ümit veriyor. Ama kabul etmek gerekir ki 11 Eylül gibi olaylar bu hareketlerin gücünü zayıflatıyor. Böyle bir olay olunca, tehdidi sorgulayanların da cesaretleri kırılıyor.
Tehditin salt teknik bir konu olmadığının mutlaka altını çizmek gerekli. Çünkü tehdit sadece karşı askeri önlemler almak yoluyla karşılanmaz, tehdidi ortadan kaldırmanın bir başka yolu da “kardeşim bizimle derdiniz nedir?” deyip anlaşma yolu aramaktır. Anlaştığınız takdirde tehdit ortadan kalkar… Örnek niçin artık Fransa ile Almanya birbirlerine karşı asker tutmuyorlar?
ÖM: AB’nin belki de en muazzam başarısı bu. Tarih boyunca birbirlerini paralamış, savaşlarla yok etmiş ülkeler, özellikle, Fransa, Almanya ve İngiltere, savaşsız ve tehditsiz yaşıyorlar işte.
HE: Dolayısı ile bu tehditin takdiri konusu ilk göründüğü kadar teknik bir olay değildir. İşin bundan sonraki aşaması da o kadar kolay değil. Tehdidi karşılamak için ne türlü silahlar gerektiği, nasıl bir organizasyon yapılmasının uygun olacağı tabiatıyla uzmanların saptayacakları konulardır. Ama bunların yapılmasının getirdiği mali külfet ise ayrıca değerlendirilmelidir. Bir ülkenin kimyasal ya da biyolojik saldırı hedefi olması tehdit de aynı ülkenin çocuklarının uyuşturucuya alıştırılması tehdit değil mi?
ÖM: Çok önemli bir noktaya temas ettin. “Aslında demokrasi ve özgürlük çok lazımdır” diye burada, havadan sudan konuşur gibi konuşup durmamızın da belki o kadar boş olmadığı, yani bu tehdidin niteliğinin de tartışılabileceği tek ortam demokrasi. UNDP’nin yani BM’nin İnsani Gelişme Kuruluşu’nun son Raporu’nda (2002) dünyanın öncelikle demokrasi ihtiyacı olduğu saptaması da bu açıdan haklı bulunabilir. Çünkü rapora baktığınız zaman Afrika’nın artık bu gelişme açısından, bütün mutluluk, vs. açısından yok olma derecesine gelmiş olduğu da raporun satır aralarında belirtiliyor. Orada da ciddi bir demokrasi problem var aynı zamanda. Ama bütün Afrika ülkeleri bol bol pahalı silah alıyorlar.
HE: Evet, Afrika olayı üzerinde başka programlarda, konuyu bilen kişilerle, durmakta yarar var. Çünkü dünyadaki genel eğilime de ters düşen bir şeylerin olduğu, kötü şeylerin olduğu bir yer. Afrika’yı dışarı çıkarttığınız, Afrika dışında küresel bir dünya tarif ettiğiniz zaman başka bir manzara çıkıyor, Afrika’yı soktuğunuz zaman başka bir şey çıkıyor. İlki görece daha iyi, ya da iyileşme sinyalleri veriyor. Oysa Afrika'yı işin içine soktuğunuz zaman dünyanın görünümü kötüleşiyor gibi.
Afrika’yı kavramsal olarak ya da analitik amaçlarla dünya tanımımızdan çıkarabiliriz tabii. Ama bu kıta var. Bu kıtadaki ülkelerin önemli bir kısmında da bir facia yaşanıyor. Bunda da herhalde bir toplu sorumluluk var… Ülkelerin yöneticilerinin sorumluluğu var ama onlara uzaktan bakmakta olan bizlerin de biraz sorumluluk duyması gereken bir şeyler var.
ÖM: Bu arada, konumuza tam denk düşen bir haber de var elimizde: ABD, 250 milyon dolara mal olacak tarihin en büyük askeri tatbikatına başlamış. 13.500 kişi katılıyor... 26 ayrı bölgede, 3 hafta sürecekmiş, adı da ‘Millenium Challenge’... Bilgisayar simülasyonları ile içinde insan olmayan uçaklar filan kullanılacakmış. Afganistan deneyimi de dikkate alınmış, bilgisayar korsanları da işin içine gireceklermiş, insansız hava araçlarına zarar verebiliyorlar mı, veremiyorlar mı, ona bakacaklarmış? Yani sadece 3 hafta için 250 milyon doları bastırmışlar ve yapıyorlar tatbikatı. Durum bu. Zaten yaklaşan Irak’taki savaş ihtimaline de bağlanabilir bu tatbikat da, diye düşünüyor insan ister istemez.
HE: Hiç olmazsa göz korkutucu bir şey. Bu kadar süre için 250 milyon dolar harcıyor, bu kadar kişiyi harekete geçirebiliyor…Buna güç gösterisi denilebilir.
ÖM: İyi eşgüdüm, iletişim kurabiliyorlar mı, kuramıyorlar mı? Ona bakacaklarmış. Biz de bakacağız tabii. Gizliymiş, onun için öğrenemeyeceğiz. Ama daha sonra senin tank, top, tüfek, roket meseleleri konusundaki engin bilgine çok müracaat edecek durumda olacağız zaten.
HE: Umarım olmaz, ama ben hazırım!
(25 Temmuz 2002 tarihinde Açık Radyo'da yayınlanmıştır.)