Ekonomi Notları – 61
Ömer Madra: Aslında elimizde epey konu var, kısa zamana nasıl sığdıracağız bilmiyorum. Açık Radyo’da çok yapmaya çalıştığımız bir şey bu: Yıldönümlerini hatırlamaya, hatırlatmaya çalışıyoruz, toplumsal bellek eksikliğimiz ortada çünkü. Senin de Irak’ın kitle imha silahları, petrol ve Irak’ın askeri gücü üzerine yazdığın etraflı yazıların ilki Açık Site’de 8 Ağustos’ta, yani yarın yayınlanmış olacak bir sene önce. Bilebildiğim kadarıyla oldukça erken bir tarihte, yani dünya basınında pek rastlanmayan bir şekilde, Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olmadığını kamuya açık Amerikan kaynaklarına dayanarak söylemiş ve yazmıştın. Aradan bunca zaman geçtikten sonra hâlâ bu tartışılıyor, tuhaf değil mi?
Hasan Ersel: Bana en tuhaf gelen senin belirttiğin nokta... Ben ABD’deki ciddi araştırma kuruluşlarının kamuya açık kaynaklarını kullandım. Onlar da, özetle, diyorlardı ki: “Evet Irak rejiminin kötü niyetleri var, ama böyle bir güç yok.” Yine bu kaynakların değerlendirmelerine baktığımda Irak ordusunun teknik açıdan çok zayıf olduğu, moralinin de daha beter olduğu çok açık görünüyordu. Üçüncü nokta da ülkenin tarihe bakıldığında Irak’ta otorite kurmanın çok zor olduğu, tarihinin darbeler, suikastlar, küçük gruplarının direnişleri olduğu da çıkıyordu. Benim anlamadığım, nasıl olup da bu kadar çalışma varken tersinin bu kadar çabuk ve bu kadar zayıf destekle hakim olduğu.
ÖM: Evet, füze yapım programının büyük bir askeri tehdit oluşturduğunu ileri sürüyorlar fakat füze yapım programlarının mevcut olmadığını çok etraflı bir analizle de ortaya koyduğun 13 Eylül 2002 tarihli yazıdan da görmek mümkün Açık Site’de. Bu insanı şaşırtıyor doğrusu.
HE: Dolayısıyla, ortalıkta propaganda gücü artı medyanın olayları saptırması gibi bir olay var. Bence bilgisizlik yok. Dediğim gibi, benim kullandığım kaynaklar Washington’da ‘establishment’ denilen yönetime yakın olan kuruluşlar. Tabii görüş açıları farklı olabiliyor, bir kısmı daha muhafazakâr oluyor, bir kısmı olmuyor. Ama esas itibariyle oradaki kuruluşların çalışmaları bunlar. Onlar böyle diyor. Tabii İngiliz hükümetinin raporu da bayağı eğlenceli idi.
ÖM: O rapor konusunda da Blair’in Irak raporunun kanıttan yoksun olduğunu çok erken bir şekilde dünyaya bildirmiştin.
HE: Evet, saat farkı nedeniyle İngilizlerden evvel elimize geçmişti.
ÖM: Evet, inanılmaz bir durum. Tam bu yıldönümü dolayısıyla bu yazılara tekrar bakma fırsatı bulurken, elime çok ilginç bir haber geçti: The Independent’ın 10 Mayıs 2002 tarihli bir haberininin başlığında da “Blair: BM İzni Olmadan Asla” diyor. Yani Britanya Başbakanı Irak’a BM rızası ve izni alınmadan hiçbir şekilde saldırmayacağını kendi İşçi Partisi milletvekillerine açık açık söylemiş!
HE: Blair bir kişi mi, birden fazla kişi mi oluyor(lar)?
Mustafa Arslantunalı: Buna tıpta şizofreni deniyor.
ÖM: 10 Mayıs tarihli bu yazıyı da tesadüfen dosyaları karıştırırken gördüm ve hayretle karşıladım... Son bir şey daha var, konuyu çok politize ettik ama, bir de yeni not var elimde: George W. Bush’un dört gün arayla aynı konuda tamamen farklı iki sözü: ABD Başkanı önce Filistin Başbakan’ı Mahmut Abbas’a “Bu duvar meselesi çok ciddi bir sorun!” diyor. Yani, duvar dediği, İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında inşa etmekte olduğu 260 kilometrelik set. Bush, bütün dünya kamuoyu önünde “Bu duvar, bağımsız Filistin devleti çözümünü, dolayısıyla da İsrail-Filistin barış sürecini çok zorlaştırır” dedikten dört gün sonra İsrail Başbakanı Şaron’a, aynı yerde “Duvar konusunda Şaron’un güvenlik kaygılarını anlıyorum, duvarın iyi mesaj vermesi için çalışmalıyız” mealinde bir konuşma yapıyor. Aynı adamın dört gün arayla aynı bahçede, aynı basın mensupları önünde neredeyse birbirine taban tabana zıt iki şey söylemesi ilginç. “Şaron’la da görüşüp anlaşacağımıza eminim, bu duvar meselesindeki kaygılarınızı anlıyorum” diyor. Bush da iki kişi(ler) galiba?
İktisatçıları öfkelendiren yalanlar
HE: Bu noktadan hareketle, istersen Amerikan ekonomisinden devam edebiliriz. Çünkü orada da öyle enteresan bir durum var.
ÖM: Bu konuda çok sayıda yazı geçiyor elimize, bir kısmını hazmetmekte zorlanıyoruz tabii, bir kısmını da sana postalıyoruz.
HE: Evet, bana çok iyi iki yazı gönderdin; birincisi, George Akerlof’un yazısı Der Spiegel’e verdiği bir beyanat. Akerlof, Joseph Stiglitz ile birlikte, ‘iktisatta bakışımsız bilgi’ konusundaki katkıları nedeniyle Nobel iktisat ödülü alan çok önemli bir iktisatçıdır. İkinci yazı ise, Paul Krugman’ın The New York Times’da yazdığı bir yazı. Krugman da yine çok önde gelen bir Amerikalı iktisatçı. Her ikisinin de takıldığı nokta şu: Amerika’da bütçe açığı ile ilgili hükümet açıklamaları normal bir hata sınırının çok ötesine geçmiş durumda; açıkça “bu yalan” diyorlar. Bizim ülkemizde bile bu kadar olmadı galiba, ki bizde epeyce saçmalayan iktidarlarımız olmuştur geçmişte.
Bakın 2001 Nisan’ında 2002 bütçesi için bir tahmin veriyorlar ve diyorlar ki: “334 milyar dolar bütçe fazlası verecek.” 2002 Şubat’ında diyorlar ki: “Yok, bu böyle olmayacak, 80 milyar dolar açık olacak.” 334 milyar dolar fazla, 80 milyar dolar açık!
ÖM: Çok büyük bir fark var.
HE: Evet. Bu devam da ediyor üstelik. Yönetim 6 ay önce bir daha açıklama daha yapıyor ve diyor ki: “Bu yıl 300 milyar dolar civarında açık olacak – 80 milyar, 300 milyar dolara revize edildi! -- gelecek yıl da üstelik 300 milyar dolar düzeyinde açık olacak.” Şu anda durum böyle, açık 300 milyar dolarlarda gidiyor. Bu Krugman’ın yazısından...
Akerlof da bakmış diyor ki “2003 yılı Mart ayında, Amerika’nın Merkezi Bütçe Ofisi önümüzdeki 10 yıl boyunca bütçenin 1 trilyon dolarlık fazla vereceğini tahmin etti. Bunu hangi varsayımlar altında yapmış olduklarına baktım" diyor: "Temel varsayım, 2013’e kadar kamu harcamalarının reel olarak sabit kalacağı... Bu Amerikan tarihinde hiç olmadı... Bu gerçekleşemez!” diyor.
ÖM: "İktisat biliminde böyle bir şey yok" diyor yani?
HE: “Bunu düzeltirseniz 1 trilyon dolarlık fazla değil, 6 trilyon dolarlık açık olur” diyor!
ÖM: Yani, 7 trilyon dolar gibi bir “hata” var?!
HE: Evet. Kabul etmek lazım ki, Amerika’nın entelektüel gücü hiç de zayıf değil, orada toplama çıkarmayı da gayet güzel bir şekilde yapabilirler. Bu, hata deyimi ile açıklanabilirliğin çok ötesinde! Nitekim, her iki yazarı da çok kızdıran bu oluyor. Hatta Akerlof daha da öteye gidiyor ve “olay bir sivil itaatsizliğe bile gelebilir” diyor. Burada ilginç olan, Paul Krugman ile Akerlof arasındaki bir fark. Eğer yanlış bilmiyorsam Akerlof siyasetle uğraşmamış, hatta siyasal iktisatla ilgili hemen hemen hiç çalışma yapmamış bir iktisatçı. Teoriyle uğraşan biridir. Bu yazıdan anladığım kadarıyla eşi yönetimde çalışıyormuş daha önce...Kendisinin ilgisi yok. Ama onu bile kızdırmışlar.
ÖM: Cümleyi bir kez daha okursam, “halkın artık sistemli olarak yalan söyleyen bir hükümete karşı sivil itaatsizlik yapmasının zamanıdır, başka yol yok” gibi bir şey diyor. Çok ilginç.
HE: Öyle. Orada da eklediği bir nokta var: Amerika esas itibariyle bütçe konusunda ciddi bir ülkedir. Gerçekten ABD, bütçeyi Alexander Hamilton’dan (1755-1804) bu yana ciddiye alan, bunu güvenilir bir kurum olarak kullanan bir ülkedir. (Tabii ki doğal sayılabilecek hatalar olmuştur, o ayrı.) Bu olay ülkenin tarihinde de bir yenilik, o yüzden çok garip. Tekrar söylüyorum, bizim memlekette çok komik şeyler oldu geçmişte; % 50-60 düzeyinde sözümona hatalar oldu, muazzam açıklar varken denk bütçe ilan edenler oldu... Böyle şeyler yaşadık, dolayısıyla biz biraz daha alışkınız... Hiç olmazsa yakın tarihimizde böyle –artık acı mi diyeyim, komik mi diyeyim –hatıralarımız var; ama Amerikalıların yoktu. Bu durumda bu hükümetin bunları söylemesi tabii bambaşka bir olayı ortaya çıkarıyor: Toplumun o kadar benimsediği, güvendiği bir kurumda artık yanlış diye açıklanamayacak bir şeyler söyleyen bir hükümet var. Bu hükümetin diğer konularda da güvenilirliği çok zedelenmiş olacak.
Orta vadede sorunlar bekliyor
ÖM: Bu da dönüp dolaşıp senin, belki de artık hepimizin içine fenalık verdirecek kadar sık tekrarlamak zorunluğunu hissettiğin bu saygınlık (inandırıcılık/kredibilite) meselesine geliyor. Çünkü bu saygınlık demokrasiyle yüzde yüz ilgili. Zaten her iki yazar da bunu ifade ediyorlar. Bu saygınlık kalmadığı zaman artık demokrasi tehlikeye düşüyor. Paul Krugman’ın son yazısında da bunun üzerinde tekrar durulmuş; “Bu gitti mi, demokrasi de gider,” diyor.
HE: Bakın Türkiye'de şu ara ister IMF programı deyin, nasıl derseniz deyin bu programın yapısal boyutunda getirilmeye çalışılan ve benim de çok kalpten desteklediğim nokta, Türkiye’de bu bütçenin saygın bir kurum olmasını sağlamak...Kamunun yaptığı işler doğru olabilir, yanlış olabilir ama açık olur, berrak olur ve söylenene güvenirsiniz. Biz bunu getirmeye çalışıyoruz, bu yönde de olumlu adımlar attığımız kanaatindeyim. Bu sırada bu konuyu yüz küsur yıldır başarıyla yürüten Amerika’da acayip bir terslik oluyor.
Bunun Amerika açısından bir başka sakıncası daha var: Bu rakamlar tutmadığı zaman ne olacak? Amerika çok tehlikeli bir döneme doğru gidiyor. Amerika’da II. Dünya Savaşından sonra ünlü bir bebek patlaması olayı vardır...
ÖM: “Baby boom generation” dedikleri.
HE: Evet, şimdi onlar emekli oluyor. Yani çok sayıda insan emekli oluyor. Toplumsal güvenlik sisteminin mali açığı çok büyüyor o durumda. Böyle olunca Amerika’da toplumsal güvenlik, toplumsal amaçlı sağlık teşkilatının mali dengeleri çok bozulacak. Buna hazırlık yapmak gerekiyor. Clinton döneminde bütçe fazlası spor olsun diye yaratılmaya çalışılmıyordu. Clinton yönetimi ciddi bütçe fazlası yarattı, çünkü ileriye dönük bazı önlemleri almak gerekiyordu.
Hangi Amerikan iktisatçısına ya da orada yetişmiş iktisatçıya sorarsanız, Türkiye’ye geldikleri zaman “aman efendim ileride sizi problem bekliyor, önlem alın” diyor, değil mi? Ama kendileri yapmıyorlar... İktisatçıların dediği haklı, bizim de önlem almamız gerekiyor. Oysa ABD, şu anda, haydi haydi önlem alması gerekirken ciddi açıklar içinde yüzüyor...
ÖM: Ve bunlar için tasarrufa gidilmesi gerektiği söylenebilir herhalde?
HE: Bir nokta daha var, ABD’de bir program uygulandı. Zenginlerin üzerindeki vergi yükünü düşürelim, onlar yatırım yapsınlar, yatırım yapınca da istihdam artar. Yani yukarıdakilere suyu verirsem aşağıdakilere de damlar... Bu zannedildiği gibi mekanik yürüyen bir şey değil. Nitekim, bir çok büyük iktisatçı bunu eleştirdi. “Bu yaptığınız aslında az gelirli insanların durumunu kötüye götürerek bir denge arıyorsunuz, sonucun mutlaka onların durumunu iyileşeceğine dair de bir kanıtınız yok” dediler. Gerçekten de iktisada dayanıp bunu söylemek kolay değil, çünkü o zengin dediğiniz insanların gelir fazlalarını yatırıma yönelteceğini, bu yatırımın Amerika’da olacağını, bu yatırım istihdamı arttıracağını garanti etmek mümkün değil. Ne bileyim, o insanların yine yatırım yapabilirler ama kimilerine daha uygun gelir, Almanya’ya yatırım yaparlar (dünya küreselleşiyor değil mi?). Ya da Amerika’ya yapar ama, diyelim robotik teknoloji ile yaptı, istihdam etkisi çok düşük olur. Bunları garanti edemezsiniz, onun için "böyle bir yaklaşım tehlikelidir" dendi. Ama Amerikan yönetimi “yok, yok, bu vergileri indirelim” dedi. Şimdi vergileri indirdikten sonra karşılaştığınız durumla başedebilecek bir gücü de yok. Hatta Reagan karşılaştırması bile doğru değil. O da aynı çizginin adımıydı, ama baktı bu yol çıkmıyor, vergileri artırmıştı. Oysa şimdi hiç kimse bu yönetimin vergileri artırabileceğine inanmıyor.
Amerika’da kısa dönem için bugünden yarına bir sorun olmadığı kanısındayım, ülke performansı da iyi gidiyor ama orta ve uzun vadeye bakıldığı zaman, hele böyle bir zihniyette, saygınlık yitiren bir iktidarla durumu çok zor.
ÖM: Ben bu konuda müsaade edersen iki şey ilave etmek istiyorum; bir tanesi birkaç haftalık bir yazı aslında: 20 Temmuz tarihli, üç haftalık bir yazı, The Washington Post’un başyazısı. Bu bütçe açıklarının neden önemli olduğunu söyleyen ve sonuç olarak senin de dediğin bu ‘bebek patlaması’ olayının çözülemeyeceğini belirtiyor. Mealen şöyle diyor yazıda: “Hükümet, Hazine, vs. bizi şuna inandırmaya çalışıyorlar ki, sanki bu, saçlardaki kepek sorunu gibi çözülebilir/idare edilebilir (‘managable’) bir durum. Halbuki bu trilyonlardan bahsedilmeye başlanınca artık ne kadar “idare edilebilir” çok tartışmalı. Yazının da sonunu şöyle bitirmiş “yönetim bizi başka bir şeye inandırmak istese de bu bütçe açıkları çok büyük bir problemdir ve Humphrey Bogart’ın Casablanca filminde söylediği gibi “belki bugün değil, belki yarın da değil ama yakında gelecek ve ömür boyu sürecek.” Noam Chomsky’nin bu konudaki bir değerlendirmesinde de şu söyleniyor: “Bush yönetimi, bir seçim daha kazanıp ondan sonra da toz olmak ve gerisini tamamen gelecek yönetimlere ve kuşaklara bırakmak niyetinde. Başka hiçbir planı yok gibi hareket ediyor” diyordu ki Chomsky, bütün bu konuştuklarımızdan haklı olabileceği çıkıyor.
Sağlık sigortası sistemini bir türlü halledemediler
HE: Öyle gibi gözüküyor ama belki planı bozacak olan nokta, Amerikan toplumunun normal mekanizmaları çalışırsa kendini çabuk gösterir. Bu da Bush’un önümüzdeki seçimde kazanma şansını düşürebilir. Çünkü olay anlaşılmayacak gibi değil, insanlar günlük yaşamlarında bunu görmeye başlıyorlar.
ÖM: Yoksa da çok geç olabilir tabii, sağlık sistemi, eğitim sistemi, vs. çökebilir diye hem Akerlof hem Krugman da etraflıca yazıyorlar.
HE: Ben aşağı yukarı 30 yıldır ABD’de olup bitenleri şöyle veya böyle takip ediyorum (oraya ilk defa 30 yıl önce) gitmiştim. Genel sağlık sigortası sistemini bir türlü halledemediler. Bir isteksizlik var. ABD’nin bunu yapacak gücü yok denemez. Hâlâ herkes için bir sıkıntı ve bir korku konusudur sağlık...
MA: Yanıbaşlarında Kanada örneğin, bunu çok rahat bir şekilde halletmiş bir toplum.
HE: ... Stanford Üniversitesindeydim, orada bir açık kalp ameliyatı yapılıyordu, ama çok pahalı bir ameliyattı, zor bir şeydi. Bir de ayda bir kere yapabiliyorlardı o zaman. Dünyada da bir tek orası yapıyordu. Üç hasta geldi sanıyorum, bir tanesi zengin biriydi galiba, daha doğrusu onun parasını kim verdi anımsamıyorum. Öteki İsveçli bir işçiydi. Parasını İsveç toplumsal kurumu (sağlık sigortası herhalde) vermişti. Üçüncüsü bir Amerikalı genç çocuktu. Onu finanse edebilmek için yaşadığı kasaba festivaller, vs. düzenleyip para toplamaya çalışıyordu...
ÖM: Avrupa ile büyük bir anlayış farkı var galiba.
HE: Sağlıktan bahsediyoruz... Sonucu da hoş bir hikâye, ama aslında hoş bir hikâye değil.
ÖM: Çok vahim, derin bir durum tabii. Bugün epey zamandan beri Amerika’yı konuşmak istiyorduk ama bir parça da Türkiye’ye dönelim istersen?
HE: İki şeyi söylemek istiyorum: İlki enflasyon, öteki ise IMF’nin davranışı. Önce enflasyondan kısaca söz edeyim... İniyor. Biz de göstergelere tekrar baktık, anımsayacaksınız sene sonu Tüketici Fiyat Endeksindeki artış % 25 dolayında olur diye bir tahminimiz vardı (Yapı Kredi Bankası’nın İktisadi Araştırma Bölümü’nün)... Ben “biraz altında” olabilir diyordum. Biz resmi tahminimizi % 22 biçiminde gözden geçirdik. Ancak % 20 olmaz diye bir görüşümüz de yok. Dolayısıyla enflasyonda inme eğilimi var, bu noktada Merkez Bankası’nın görüşlerine büyük ölçüde katılıyoruz. Merkez Bankası etkili gözüküyor para politikasında. “Geçmişte, Eylül’de fiyatlar çok artmıştı, bu sene de çok artar” deniyor, doğru değil. Tabii mevsimlik ayarlamalar hep olur Eylül ayında, (gençliğimde, kırtasiyecilik yaptığım zamanlardan bilirim. Çocuklar ortaya çıkınca –yani yaz tatilinden dönünce- yaşam canlanır, fiyatlar ayarlanır) ama bunun enflasyonu tersine çevireceğini sanmıyorum.
Enflasyonu aşağıya çeken önemli unsurlardan birisi döviz kurudur. TL değerlenmekte olduğu için enflasyonun artışını frenliyor, çünkü maliyetleri kontrol ediyor. Bunun altını çizmek lazım, önemli ve olumlu bir nokta.
IMF'den Hükümete harcama kısıtı
İkinci nokta, IMF’nin tavrı. IMF birdenbire çok şefkatli davrandı ve gelecek yıl olan büyük borç yükünü erteledi diye bir şaşkınlık uyandırdı. Doğrusu ben buna pek şaşmadım, çünkü Türk otoritelerinin, haklı olarak, en büyük istekleri buydu. Gelecek yıl IMF’ye epeyce fazla para ödenmesi gerekiyordu, 8 milyar dolar civarında. Bu tabii aşağı yukarı gelecek yılın içinden çıkılmaz havası yaratıyordu. Bu durumda da ne hükümette ne yönetimde şevk de kalmaz, ‘nasıl olsa çıkamayacağız işin içinden’ diye bir işin üzerine gidilmez. Eğer işler iyi giderse IMF’nin de buna bir çare bulması söz konusuydu gayet tabii. Dolayısıyla bekleneni yaptı. Ama bunu küçümsemek için söylemiyorum, bu yönetim açısından bir başarıdır.
Sözlerini tutma meselesine gelelim. Bu konuda ne dendiğine dikkatle bakalım. 25 Temmuz’da bir niyet mektubu verdi Türkiye. Bu niyet mektubunda diyor ki “söz verdiğimiz bazı konuları zamanında yapamadık. Kusura bakmayın ama emin olun ki yapacağız bunları, o konudaki kararlılığımız sürüyor. Şunu yapıyoruz, bunu yapıyoruz, vs.“ Dolayısıyla gecikmeleri başka faktörlere bağlıyor, niyetsizliğe değil. Yani “niyetimiz var, hatta kesin kararlıyız ama zamanında olmadı” diyor. Bu önemli bir nokta. Zamanında olsa daha iyi olur ama olmuyorsa bile niyetin devamı önemli. Mektupta benim ilgimi çeken 2-3 konu var, bunlar benim görebildiğim kadarıyla basında pek vurgulanmadı, ama herşeyi de okumadım, belki yanılıyorumdur. Bir tanesi; mektup diyor ki “kamu hesaplarını daha saydamlaştırıyoruz. Önlemler aldık, mesela özel harcamalar ve özel gelirleri eskiden konsolide bütçe dengesi içinde göstermiyorduk, artık onların içine alıyoruz” diyor. Bu dokuzuncu madde. Bu, IMF bu kalemi de kontrol etmek istiyor demektir. Hedef değişmiyor ama bunu da artık nazarı itibara alıyoruz.
Benim yorumum şu, herhangi bir kaçak olabilecek –kaçak oldu demiyorum- kalemlerin hepsini gözaltına almak istiyor IMF, dolayısıyla denetimini güçlendiriyor. Bunun da altını çizmek istiyorum. İkinci ve ilginç bir nokta da hükümet üzerine ciddi bir sınır getirilmesi. Deniyor ki:“Önümüzdeki dönemde 2003 yılında faiz dışı harcamaların reel olarak artmaması, yol gösterici hedef olarak kabul edilmiştir.” Yani hükümetin harcamalarını ciddi bir şekilde sınırlıyor. Reel olarak harcama artmaması ciddi bir sınırdır. Nasıl Amerika için az önce bu varsayımın yapılmasını ciddi olarak gördüysek, Türkiye için de öyle. Bu önemli taahhüttür, dikkat edilmesi lazım. Bu 10. madde ve bence fevkalade önemli bir şey, çünkü harcama kısıtı getiriyor. Üçüncü nokta ise “bir daha vergi affı yapılmayacağı, sürekli yapısal performans kriteri olarak kabul edilmiştir” demiş olması (Madde 16). Dikkatinizi çekerim, bu önemli bir şey, yani hükümet bir daha hiçbir şekilde meclise böyle bir yasa götürmeyeceğini taahhüt etmiştir, bu da IMF’nin iktisat politikası, hatta yasalar yoluyla yapılacak değişiklikler üzerinde de bir denetim sahibi olmasını gündeme getiriyor. Laf aramızda, aslında meclisin böyle bir şeyi zaten reddetmesi lazım... “Canım vergisi vermeyeni affediyorsun da, vergisini vereni niye cezalandırıyorsun?” demesi lazım... Ama bunun üzerine bir de IMF denetimi geldi.
ÖM: IMF olarak uluslararası bir kuruluşun, daha sonraki hükümet kararlarını ipotek altına alacak bir anlaşmayı kabul etmesi ya da etmemesi ... Böyle bir şeyi kabul etmesi söz konusu olabilir mi? Tuhaf yani.
HE: Tabii, ‘yapısal performans kriteri’ şu demek, IMF ile anlaşma devam ettiği müddetçe geçerlidir, yani o anlaşma sona erdikten sonra siz istediğinizi yaparsınız, ama bu dönem içerisinde mu maddenin konması IMF’nin denetimini arttırdığı şeklinde yorumlanması gereken bir noktadır, diye düşünüyorum. Ama madde hayırlı bir madde midir? Evet, hayırlı bir maddedir. O açıdan gönlüm rahat, bana da sorsanız aynı maddeyi önerirdim. IMF de önermiş herhalde ve hükümet de “bir daha katiyen böyle bir şey yapmayacağız” demiş oluyor. Sonuçta IMF’nin denetim gücü artıyor.
Şimdi bu ne anlama gelir? İki şey var: Bir tanesi; IMF diyor ki: “Türkiye’nin sıkıntılı bir dönemden çıkma umudu vardır, bu umut da ancak bu girdiğimiz yolda devam edildiği müddetçe olur, bu yüzden de bu yolda sağlıklı bir şekilde gidilebilmesi için denetlenmesi gereken herşeyi ben denetleyeceğim”. Peki, bu niye önemli? Dikkat ederseniz şöyle bir şey oluyor, bir merkez var, -bunu IMF diye düşünmeyin, kim olursa olsun- bu merkez Türkiye’de iktisat politikasının alacağı kararların sonuçlarını herkesten, özellikle piyasadan önce farkına varıp işlerin yanlışa gidip gitmeyeceği konusunda bir değerlendirme yapabilecek güçte. Olanakları var ve gerekirse müdahale edebilecek, “Bak yapma, o zaman aramız bozulur!” diyecek. IMF’nin böyle bir konumu var. Türkiye ekonomisinde olup bitenleri merkezden gözleyebiliyor ve piyasalardan evvel de bir şeyin, programın dışına doğru gidip gidemediğini herkesten evvel değerlendirme gücüne sahip... Soru şurada, böyle bir kuruluşun varlığı ülkenin lehine midir, aleyhine midir? IMF’ye sorarsanız “lehinedir” diyecek. Gerekçesini sorarsanız ilginç bir şey çıkabilir. IMF’yi en fazla eleştirenlerden biri olduğu için son zamanlarda popülaritesi çok artan büyük Amerikalı iktisatçı Joseph Stiglitz’in belirsizlik ortamında bir merkezin müdahalesinin ülkenin yaşayanlarının çıkarına olacağını ispat eden bir teoremi vardır. 1986’de Greenwald’la beraber ortaya attığı bu teoremde der ki: “Eğer belirsizlik varsa, piyasa mekanizması en uygun çözümü vermez, o zaman bilgili bir merkezin –IMF, Merkez Bankası, Hazine Müsteşarlığı, vs.- varlığı ve müdahalesi olayı düzeltebilir.” Bana sorarsanız, IMF bu pozisyonunu alırken Stiglitz’in bu teoremine dayanıyor.
"Irak senaryosu" doğru mu?
ÖM: Evet, enteresan.
HE: Adını koyalım, Türkiye açısından elimizde bir fırsat var. Hakikaten bir rahatlama ortamı yaratıldı, bu rahatlamanın doğru yönde kullanılması lazım. Yani rahatlamadeyince ‘eh, artık arka üstü yatalım’ anlamına değil de işleri yoluna koymak açısından. Bu fırsatı da kaçırırsak kötü olur ama doğru gidildiği takdirde çıkış yoluna yaklaşıyor gibiyiz. Yalnız şunu unutmayalım ki, bütçe açığımız halen çok büyüktür, halen enflasyon dünya standartlarında yüksektir (bize göre çok düştü, iyidir, hayırlıdır ama dünya standartlarında yüksektir). Tabii toplumda düzeltilmesi gereken çeşitli sorunlar var, en önemlisi de özel sektörün kendini düzeltme işlemidir, onu da unutmayalım. Ve zordur o.
ÖM: Tabii o durum da devam ediyor. Bir de bu konuyla bağlantılı olarak işin bir başka yönü üzerinde bir soru soralım: Evrensel gazetesinde bir derleme vardı; “IMF’nin borç ertelemesinin arkasından Irak’a asker gönderme şartı çıktı” diyor ekonomi servisinin haberinin başlığında. Yani iktisatçılar geçen ay The Economist’te yayınlanan ve üzerinde bizim de konuştuğumuz bu The Economist Intelligence Unit’in (EIU) raporunu örnek göstererek “önce kriz şantajı yapıldı, ardından Türkiye’nin borçları ertelendi ama bunun diyeti asker olacak dediler” diye bir haber var. Çeşitli iktisatçılarla da konuşmuşlar: Prof. Dr. İzzettin Önder ve Prof. Dr. Korkut Boratav’ın 23 Temmuz’da Cumhuriyet’teki yazısı veya Doç. Dr. Ahmet Haşim Köse ile ve iktisatçı Mustafa Sönmez ile yapılan konuşmalardan da böyle bir bağlantı kuruluyor. Bu konu üzerinde de bir iki kelime konuşabilir miyiz?
HE: Türkiye açısından değil de, diyelim Amerika açısından olaya baktığınızda birden fazla senaryo düşünülebilir. Bir tanesi bu, söylendiği gibi “bize destek verin, destek verdiğiniz takdirde biz de size destek veririz. Bölgedeki yeni düzen kurulduğu zaman da Türkiye bu işin ortaklarından biri olacağı için de iyi olur.” Böyle düşünmek olanaklı. Bu takdirde asker gönderme de bunun bir parçası olarak düşünülebilir. Ama tamamen farklı bir senaryo da düşünülebilir: “Ortalık fevkalade karıştı Irak’ta, pek de beklenen gibi olmadı, iş uzadı, bir yığın tatsızlık var. Bu sırada Türkiye’de işler ters giderse ne olur?” Bu asker göndermekten filan bağımsız bir şey. Türkiye’de işler çığırından çıkarsa, Türkiye büyük bir istikrarsızlığa düşerse, çok tatsızlık doğurabilir... Herşeyden bağımsız olarak “bu ülke çok karışmasın” fikri de bir destek gerekçesi olabilir. Ben şunu yadsımıyorum, ABD’nin IMF’de bir kararı engelleyebilecek gücü vardır; bunun böyle olduğunu Stiglitz’in kitabında da örnekleri ile, başka yerlerde de gördük. ABD Türkiye’ye karşı böyle bir davranış içinde değildir, engelleme yoluna gitmemektedir. Diğer eleştiriler ise, hiç olmazsa belli bir iktisat anlayışıyla bakıldığında, tutarlıdır. “Bunları yaparsanız iyi olur” deniyor. “Bundan daha iyi bir şey yaparız” derseniz ve doğru dürüst anlatırsanız da IMF’nin “hayır” diyebileceğini sanmıyorum.
Özetle; söylenen, bu senaryolardan bir tanesi. Yalnız “gözlenenden hangi senaryo doğrudur”u çıkarabilecek bilginin kimsede olmadığını sanıyorum. Gözlediğimiz bir Irak’ta olay var, bir Amerika’nın Hindistan da dahil, birçok ülkeye, bu arada Türkiye’ye de asker göndermesi için başvurusu var. Bir de IMF’nin tavrı var. Evet, bunların üçü de aynı anda var ama bunların arasında nedensellik ilişkisinin bu bilgi ile pek kolay kurulabileceğini sanmıyorum.
ÖM: Evet, kestirmek zor. Bu arada da tabii ABD’nin yeni Türkiye Büyükelçisinin en savaşkan kanattan, American Enterprise Institute ve Dick Cheney ile Rumsfeld kanadından aktif şahinlerden biri olduğunu düşününce, insanın aklına böyle senaryolar gelmesi de normal gibi.
HE: Ona da bir şey demiyorum, pekala mantıksal olarak tutarlı bir senaryo, buradan hareket ederseniz onu da türetebilirsiniz. Sadece dikkati çekmek istediğim, aynı gözlemlerle tutarlı bir başka senaryo da türetilebileceği...
ÖM: Bunları şunun için soruyorum: Bir yıl önce yazılmış yazılarında bugün neler olabileceğini ortaya koyduğun için. Hani bugünkü konuşmalarını da “bakın, gelecekte neler olacakmış” diye kullanacağız aleyhinde, ya da lehinde...
HE: Tamam, bir defa daha tutturursam bu defa kendimi kâhin ilan edeceğim.
(7 Ağustos 2003 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)