16 Kasım 2006Referans Gazetesi
OECD’nin Ekim ayında yayınladığı Türkiye raporu (OECD Economic Surveys-Turkey, Volume 2006/15 October, Paris: OECD Publications, 2006) güzel bir çalışma. İnsan, uluslararası kuruluşun raporları yaklaşık aynı düzeyde olur diye düşünüyor. Ama öyle olmuyor. Bazen OECD Türkiye’den bıkıyor mu ne, yazmış olmak için yazılmış hissi veren raporlar okuyorsunuz. Bu rapor ise, tam tersine. Temel sorunlar üzerinde duruyor, onları derinlemesine ele alıyor. Önerilerini de cesaretle ortaya koyuyor.
Raporun üzerinde durduğu konulardan birisi de Türkiye’de nitelikli eğitimin yaygınlaştırılması. Çocuklarımızı iyi eğitmediğimiz malum. Rapor da bunun altını çiziyor. Ama bir başka noktayı da kuvvetle vurguluyor. Türkiye çocuklarını nasıl eğitmesi gerektiğini bilmeyen bir ülke değil. Hem bunu bilen eğitimcileri var, hem de bunu isteyen ebeveynleri. Ama bu tür bir eğitim, ancak bazı seçkin okullarda, böyle bir eğitimin maliyetini karşılayabilecek gelir düzeyinde olan ailelerin çocuklarına sunuluyor. Bu okulların önünde ailelerin kuyruklar oluşturması, toplumun çocuklarının eğitimine ne kadar önem verdiğinin bir kanıtı. Pek çok ailenin bu kuyruklarda yer almaması ise, onların eğitime boş verdiklerini değil, gelir dağılımının bozuk olduğunu gösteriyor.
Ancak bir sorun daha var. Geliri yeterli olan ailelerin çocuklarının iyi eğitim alması, onların ileride yüksek gelir elde etmeleri olasılığını yükseltirken, tersi daha az gelirli ailelerin çocukları için geçerli oluyor. Dolayısıyla, bu eğitim düzeni, gelir dağılımındaki eşitsizliklerin daha sonraki nesillere aktarılarak, yapısallaşmasına katkıda bulunuyor. OECD raporu buna karşı alınabilecek önlemler üzerinde duruyor, eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması için neler yapılması gerektiği konusunda bazı öneriler sunuyor. Açık ki, bu sorun sadece Türkiye için söz konusu değil. Ama OECD ülkeleri arasında eğitimin düzeyi, bölgeler ve gelir grupları itibariyle dağılımındaki eşitsizlik açısından Türkiye (Meksika ile birlikte) farklı bir biçimde daha kötü bir konumda bulunuyor.
Şirketlerin Nitelikli İş Gücü Gereksinimi
Bu sorunun bir yansıması da şirketlerin işgücü gereksinimlerini karşılamada karşılaştıkları güçlükler biçiminde oluyor. OECD raporuna göre (s. 155), şirketler “orta düzeyde” nitelikli eleman temininde kısıtla karşılaşıyorlar. Buna karşılık, “iyi nitelikte” eleman bulmada o kadar zorlanmıyorlar. Bu da eğitim sisteminin sunumu ile istem arasında bir uyumsuzluk olduğu anlamına geliyor. Türkiye’de “orta düzeyde nitelikli” elemanlara talep olmasına rağmen, eğitim sistemi kendini bu talebe uyarlayamıyor ve uyarlayamamakta da ısrar ediyor. Neden? Buna yol açan kurumsal engeller neler? Bunlar nasıl kaldırılabilir? Bu soruların yanıtlarının neler olabileceğini bilmiyorum, ama sorunun bu tür sorular çerçevesinde ele alınması gerektiğini düşünüyorum.
Bütün bu anlatılanların ışığında Türkiye’de şirketler kesimin “iyi nitelikli” eleman bulmada zorlukla karşılaşmaması nasıl yorumlanabilir? Bir çelişki mi? Korkarım ki değil. Niye korktuğuma gelince:
Belki de şirketlerimiz “iyi nitelikli” eleman talep etmediği için bu kısıt söz konusu değildir! Biraz daha açayım. Kaç şirketimizde araştırma geliştirme faaliyetleri ciddi bir biçimde sürdürülüyor. Bu faaliyetlerde kaç “iyi yetişmiş” mühendisimiz ya da araştırmacımız çalışıyor? Her yıl bu tür kurulular kaç yeni eleman istihdam etmek üzere başvuruyor? Yılda kaç patent alınıyor?
“İyi nitelikli” eleman kavramını biraz ayrıştırıp bakarsak eğitim düzenimizin bir başka eksiği daha orta çıkıyor. Bu yılın Haziran ayında Duke Üniversitesi yarı zamanlı öğretim üyesi Vivek Wadha, ABD Temsilciler Meclisinin ilgili komitesine bir sunum yapmış. Bu sunumda ABD’nin yetiştirdiği mühendislerin Hindistan ve Çin’in rekabeti karşısında durumunu ele almış. Onun sunumuna göre 2004 yılında ABD 137 437, Hindistan 112 000 ve Çin ise 351 000. Ancak, Vivek Wadhwa bir başka ayrım yapıyor. Mühendisleri iki kategoride ele alıyor. Bunlardan ilki “dinamik mühendisler”. Bunlar soyut düşünme ve karmaşık sorunları çözebilme yeteneğine sahip olan mühendisler. Bir de “işlemsel mühendis” kategorisi var. Bunlar ise alışılmış ve tekrarlanan görevleri yapabilecek yetenekte olanlar. Vivek Wadhwa, ABD’nin Hindistan ve Çin karşısındaki esas avantajının ABD eğitim kurumlarının mezunları arasındaki “dinamik mühendis” oranının yüksekliği olduğunu söylüyor.
Kuşkusuz benzer bir ayrım mühendislik dışı alanlar için de yapılabilir. O zaman sormamız gereken iki soru var. Eğitim sistemimiz “dinamik” kategorisine giren kaç genç yetiştiriyor? Şirketlerimizin kaç tane “dinamik” elemana gereksinimi var? Pek çok parlak gencimizin yurt dışında iyi kurumlarda başarıyla çalışmakta olduğuna bakarsak, eğitim kurumlarımızın “dinamik” eleman yetiştirmiş olduklarını, ama şirketler kesimimizin bu tür elemanlara olan talebinin arzın epeyce altında kaldığını söyleyebiliriz. Sorun bu defa arzda değil talepte. Olaya böyle bakarsak Türkiye’de toplam faktör verimliliğin niçin çok düşük oranda artabildiği, yeni mallar üretmede niçin pek başarılı olamadığımızı hatta ekonomimiz canlandıkça niçin ara malı ithalâtımızın fırladığını daha iyi anlarız.