23 Temmuz 2006Ayşe Hür
Bundan tam bir asır önce, 21 Temmuz 1906'da, Paris'teki Ecolè Militaire'in (Askeri Akademi) avlusunda zayıf ve ciddi yüzlü, orta yaşlı bir askere 'Legion d'honneur' nişanı takılıyordu. Bu kişinin adı Alfred Dreyfus'tu. Rütbelerinin iade edilmesi töreninde "Çok yaşa Dreyfus!" diye çılgınca bağıran halka, yüzbaşının yanıtı "Hayır beyler hayır, çok yaşa Fransa!" oldu. Halbuki yaklaşık 12 yıl önce aynı yerde rütbeleri sökülürken, aynı halk "Yahudilere ölüm", "Hainlere ölüm", "Judas'a ölüm" diye haykırmıştı. Ve bu iki tören arasındaki yıllar sadece Alfred Dreyfus'un değil, tüm Fransa'nın, hatta insanlık tarihinin önemli bir dönemecini oluşturuyordu. Tarihe Dreyfus Davası olarak geçen bu dönemin ilk perdesi, 1894 yılı sonbaharında, Alman elçiliğinin Fransız temizlikçi Madam Bastian'ın askeri ataşe Maximilian von Schwarzkoppen'in çöp sepetinde (ya da baca deliğinde) yarı yanmış kağıt parçacıkları bulmasıyla açıldı. Kayıtlara 'bordereau' olarak geçen bu çizelgedeki bazı bilgilerden casusun topçu bölüğü mensubu biri olduğu kanısı uyandı ve derhal soruşturma başlatıldı. Soruşturmayı yöneten kişi, Yahudi düşmanı olduğunu gizlemeyen yüzbaşı Sandherr idi. Şüpheler, zeki, başarılı ancak sessiz ve mesafeli bir asker olan Alfred Dreyfus adlı Yahudi yüzbaşı üzerine yoğunlaşıverdi. Sandherr, kağıt parçacıklarından birindeki "Bu D.....'nin hainliğidir" şeklindeki cümledeki D harfinin Dreyfus'un baş harfi olduğuna dair uyduruk bir rapor çıkarttı, ancak bunu sanık avukatından sakladı. Sürekli suçsuz olduğunu tekrarlayan Dreyfus'un evinde tek kanıt bulunamadı ama artık geriye dönüş yoktu, çünkü işin içine basın girmişti. 28 Ekim'de, Yahudi düşmanı Édouard Drumont'un Libre Parole gazetesi, Yahudi ordu mensubu Dreyfus'un Fransa'nın sırlarını Almanlara sattığı yolundaki "kesin" kanıtlardan söz eden yayınına başladı. Ardından sağ eğilimli Le Soir koroya katıldı. Ve Savaş Bakanı General Mercier, 28 Kasım'da Le Figaro'ya Dreyfus'un suçluluğunun "neredeyse kesin olduğunu" açıklayıverdi. Fransa'nın 1871'de Prusya'ya yenilmesinden beri ağır travma içinde olan ve yenilgiyi beceriksizlik ve hantallığa değil, Fransız ordusunun sırlarının Almanlara hainlerce sızdırılmasına bağlayan "derin devlet" en sonunda aradığı günah keçisini bulmuştu! 19-22 Aralık 1894 tarihinde görülen dava boyunca imzasız mektuplar, suikast iddiaları, sahtekârlık ve rüşvet haberleri, peçeli konteslerin getirip götürdüğü mektuplar, antipatik Yahudi karikatürleri gazete sütunlarını süsledi. Sonuçta paranoyak devlet görevlileri ile Yahudi düşmanı basının kışkırttığı isterik halk yığınlarının istediği oldu ve Alsace'lı bir Yahudi olmaktan başka suçu olmayan Dreyfus vatana ihanet suçundan ömür boyu hapse mahkum edildi. (Neyse ki, Fransa'da 1848'den beri politik suçlara idam cezası verilmiyordu!) 5 Ocak 1895'te Yahudi düşmanı sloganlar eşliğinde rütbeleri sökülen ve 12 Mart 1895'de, Güney Amerika'daki Fransız Guyanası'nın ünlü Şeytan Adası'nda hücreye konulan Dreyfus'un ömrünü burada tamamlayacağından kimsenin kuşkusu kalmamıştı ki, şans ilk kez yüzüne güldü, çünkü ölmek üzere olan istihbarat müdürü Sandherr'ın yerine Yarbay Picquart atanmıştı. Dreyfus gibi Alsace'lı olan Picquart dikkatini Macar asıllı sehafat düşkünü Binbaşı C. F. Esterhazy'de yoğunlaştırdı. Ancak devlet bir Yahudi'yi kurtarmak için ordunun şerefinin iki paralık edilmesine izin veremezdi! Nitekim, 27 Ekim'de Picquart, Paris'ten sürüldü ancak bir kez ok yaydan çıkmıştı. 31 Ekim'de "Bu D...'nin hainliğidir" yazılı kağıt parçasının istihbarat teşkilatından Binbaşı H. J. Henry için çalışan bir sahtekârın ürünü olduğu anlaşıldı. Ancak sağ politik cephe bu girişimlerin "Almanların, Yahudilerin ve Farmasonların ortak komplosu" olduğunu, esas amacın ordunun prestijini ve dolayısıyla Fransa'yı yıkmak olduğunu ileri sürüyordu. Sonunda, Picquart Fransız sömürgeciliğine karşı bir şiddetli isyan başlatmış olan Tunus'a sürüldü. Fransa kamuoyunu yönlendirme işini antisemitik Fransız Ligi ile Yahudi düşmanı basın iyice ele almıştı ki sahneye ünlü Fransız yazar, Emile Zola çıktı.
J'accuse Davaya ilişkin ayrıntıları Senato Başkan Yardımcısı A. Scheurer-Kestner'den öğrenen Zola, "Biliyor musun" diye yazmıştı karısı Alexendrine'e, "Bu sorun çoktandır beynimi, yüreğimi kurcalayıp duruyordu. Uyuyamıyordum. Bana ne deyip, susmayı alçaklık buluyordum. Bundan böyle başıma gelebilecek şeyler hiç umurumda değil. Yeterince güçlüyüm ve bu haksızlığa meydan okuyorum." Ancak Zola'nın 25 Kasım 1897'de Le Figaro gazetesinde Dreyfus lehine yazdığı 'Gerçek Yürüyor!' başlıklı ilk mektup beklenen etkiyi yapmadı. 4 Aralık'ta Başbakan Brisson, Meclis'te "Artık Dreyfus davası diye bir şey yoktur" deyince Zola 13 Aralık'ta 'Gençliğe Mektup' adlı ikinci makalesini yazdı. Bu sırada yeni el yazısı uzmanları bulundu ve kanıtları incelendi ancak bir karara varılamadı. Bunun üzerine Zola 4 Ocak 1898'de L'Aurore gazetesine 'Fransa'ya Mektup' adlı üçüncü mektubu yolladı. Devletin yanıtı Picquart'ı hapse yollamak oldu. Ama Zola kararlıydı. 13 Ocak tarihli L'Aurore'un ilk sayfasında boydan boya 'J'accuse!' (İtham ediyorum!) yazılıydı. En sonunda kamuoyunu sarsmak mümkün olmuştu. Bu sayı sadece Paris'te 200 bin sattı. Ancak Prèvost, Clemenceau, Durkheim, Anatole France, Proust gibi entelektüellerin desteği, Zola'nın devlete hakaret suçundan yargılanmasını önlemeye yetmedi. Antisemitik güruh tarafından domates ve taş saldırısına uğrayan, Seine nehrine atılmak istenen Zola, üstüne bir yıl hapis ve 3000 frank para cezasına çarptırılınca, İngiltere'ye gitmek zorunda kaldı. 7 Temmuz'da sosyalist lider Jean Jaures davanın yeniden görülmesini talep etti ancak derin devletin cevabı Zola'dan 'Lègion d'honneur' nişanını geri almak oldu. 24 Ekim'de Paris'te korkunç bir antisemitik gösteri patlak verdi ve hükümet istifa etti. İşler tam çığrından çıkmıştı ki 16 Şubat 1899'da sevgilisinin kollarında kalp krizinden ölen cumhurbaşkanı Felix Faure'nin yerine geçen Emile Loubet'nin Dreyfusçu olması davanın kaderini bir kez daha değiştirdi. 5 Haziran'da, Zola yargılanmama garantisi alarak Fransa'ya dönerken, 9 Haziran'da Dreyfus beş yıl hapis yattığı Şeytan Adası'ndan tahliye edildi, ancak antisemitik Parislilerin taşkınlıklarından korkulduğu için Rennes şehri hapishanesine konuldu. 18 Temmuz'da Picquart'ın şüphelisi Esterhazy, 'bordereau'nun yazarı olduğuna dair itiraf mektubunu Le Matin dergisine gönderince 7 Ağustos'ta Dreyfus Davası'nın yeniden görülmesi kaçınılmaz oldu. Gerçi ordunun inadı yüzünden Dreyfus yine suçlu bulundu, ama neyse ki cumhurbaşkanı sorunu çözmek için Dreyfus'u affetmeye karar vermişti. Dreyfus kendisini destekleyenlerin eleştirilerine rağmen, suçsuzluğunu kanıtlamak için sonuna kadar çaba gösterme hakkını saklı tutarak, af önerisini kabul etti. Böylece her iki tarafın da şerefi kurtarılmış oldu. 1904'de yeniden yargılanma hakkını kazanan Dreyfus 21 Temmuz 1906'da resmen orduya kabul edildi ve "Çok yaşa Dreyfus" haykırışları arasında 'Legion d'honneur nişanı aldı. Zola (ve karısı) 28 Eylül 1902'de kasıtlı bir baca tıkanması sonucu, karbonmonoksit zehirlenmesinden uykuda öldüğü için, ne yazık ki, uğruna herşeyi göze aldığı davanın sonucunu göremedi. 4 Haziran 1908'de Zola'nın külleri Panthèon'a yerleştirilirken, Louis Grègori adlı bir gazeteci Dreyfus'a iki el ateş ederek kolundan hafifçe yaraladı. Alman Rothschild ailesi tarafından finanse edildiği ortaya çıkan ancak hiç ceza almayan esas casus Esterhazy, 1923'de İngiltere'de öldü. Alfred Dreyfus ise 12 Temmuz 1935'te hayata gözlerini yumdu. Böylece tarihin en ünlü davası gerçekten kapanmış oldu. Olayların seyri hatırlanınca, Dreyfus davasının esas olarak antisemitizmden kaynaklandığı düşünülebilir. Halbuki bu 12 yıl boyunca monarşizmle cumhuriyetçilik, antisemitizm ile insan hakları, komploculukla hukukun üstünlüğü, otoriterlikle demokrasi, devletle aydınlar, şovenist milliyetçilikle antimilitarizm, içine kapalı cemaatçilikle evrenselci idealler çarpışmış, yani kökleri 18. yy'a uzanan pek çok hesap görülmüştü. Bu tarihten sonra Fransa tartışılmaz biçimde cumhuriyetçi oldu. Kilise, ordu ve aristokrasinin politik gücü sınırlandı, sağ ve sol siyaset arasındaki farklar belirginleşti, entelijansiyanın saygınlığı arttı. Ancak kimse antisemitizmin kültürel kökenleri üzerinde durmayı akıl edemediği için Fransa'da Yahudilere yönelik gizli ya da açık düşmanlık, günlük hayattaki dışlanmalar günümüze kadar sürdü. En kötüsü 76 bin Yahudi'nin, üstelik Nazilerin talebi olmadığı halde, toplama kamplarına gönderilmesi oldu. Bunlar eskide kaldı denebilir, ama dünyamız nice Dreyfus davalarına, hatta daha beterlerine şahit oldu ve oluyor. Buna karşılık Zola'ların, Clemenceau'ların, Picquart'ların, Scheurer-Kestner'lerin sayısı ne yazık ki çok az. Bunlara hayıflanırken, fikirlerini paylaşmadıkları ya da tanımadıkları insanlar için bile adaleti sağlamak uğruna, yaşamları pahasına her türlü zorbalığa direnen bu namuslu insanların hatırası önünde saygı ile eğiliyorum.