The Guardian, 9 Mayıs 2014
Anlaşılan o ki, zenginleştikçe ve daha çok tükettikçe, daha ben-merkezci oluyor ve başkalarının yaşamlarına daha duyarsız hale geliyoruz.
Thames Nehri taşkınından sonra su altında kalan tren yollarında karşıdan karşıya geçen Datchet sakinleri. Fotoğraf: Peter Macdiarmid/Getty Images
Fazla uzun sürmedi. Kışın gelen sellerin etkisiyle artan, kamuoyunun doğal çevrenin durumuna olan ilgisi, neredeyse suların çekilmesiyle aynı hızda söndü.
Bir YouGov anketinin sonucuna göre ankete katılanlar arasında doğal çevreyi en önemli üç sorunları arasında görenlerin oranı, Ocak ortasında %6 iken Şubat ortasında %23’e yükselmiş. Nisan başında ise bu oran - üstelik de Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli iki kapsamlı ve dehşet verici rapor yayınlamışken- tekrar %11’e düşmüştü.
CarbonBrief sonuçları aşağıdaki grafiğe aktardı:
“Sizce şu anda ülkenin karşı karşıya olduğu en önemli sorunlar aşağıdakilerden hangileridir? Lütfen 3 tanesini işaretleyiniz” sorusuna “çevre” yanıtını verenlerin yüzdesi:
Birleşik Krallık sel baskınlarına kamuoyunun tepkisi. Fotoğraf: /CarbonBrief
Bu büyük ancak yavaş ilerleyen krize gösterilen ilgiyi canlı tutmak, görünüşe göre kimsenin üstesinden gelebildiği bir iş değil. Ancak kriz taşkınlar gibi vahim bir felakete yol açtığı ya da bir felaketi körüklediğinde zayıf bir kaygı alevleniyor, ama o da çabucak sönüyor.
İnsanları, hepimizi var eden ve tamamen bağımlı olduğumuz harika gezegenimize özen göstermeye ikna etmek neden bu kadar zor?
Ve bunu yapmaya yeltenenler neden bir düşmanlık ve inkâr barajıyla karşılaşıyor? Üstelik de bu tavır sadece kömür ve petrol ve kereste şirketlerinin kafaları karıştırmak ve nefreti körüklemek için para döktükleri profesyonel yalancılara has değil.
Bu soruyu yanıtlamaya çalışırken kayda geçirilmesi gereken ilk şey, İngilizce konuşulan zengin ülkelerin bir anomali oluşturdukları. New York Times’tan alınan aşağıdaki çubuk grafiğe baktığınızda, ABD’de ve Birleşik Krallık’ta yaşayanların tavırlarının ne kadar atipik olduğunu görebilirsiniz. Bu ülkede okuduğumuz her şey İngilizce konuşulan zengin ülkelerde yayınlandığı için, doğa’nın dünyada kimsenin pek de umurunda olmadığı gibi yanlış bir izlenime kapılabiliriz.
Dünya İklim Değişikliğine Nasıl Bakıyor?
“Küresel iklim değişikliği”nin ülkelerine karşı büyük bir tehdit oluşturduğunu düşünen vatandaşların oranı:
İklim değişikliği algısı. Fotoğraf: NYT/Pew
Bu inançı muhtemelen büsbütün pekiştirecek olan bir şey de, bilgi, incelmişlik ve merhamet alanlarında Dünya’ya öncülük ediyor olduğumuz yolundaki o sevgili kanaatimiz. Çubuk diyagram, belki de yanlış olarak Gandhi’ye atfedilen o ünlü sözü getirdi aklıma: Britanya’yı ziyareti sırasında bir gazeteci sorar: “Batı uygarlığı hakkında ne düşünüyorsunuz?” Rivayet o ki Gandhi şöyle cevap verir: “İyi fikir olurdu diye düşünüyorum.”
İnsan kaynaklı iklim değişikliğine başka ülkelerin halklarından daha fazla ilgi gösterip bunu sahiplendiğimize dair yanlış inancımız, basının ve politikacıların sıkça dile getirdiği bir başka hissiyatı da ifade ediyor. Dünya’nın geri kalanı kendi üzerine düşeni yapmadığı sürece, bizim de harekete geçmemizin bir anlamı olmadığı yönündeki hissiyatı. Örneğin, geçen yıl, Maliye Bakanı George Osborne şöyle diyordu:
“Tek başımıza dünyanın geri kalanının önüne geçmemizi istemiyorum. Hele Avrupa’daki ortaklarımızın önüne geçmemizin kesinlikle gereksiz olduğu kanaatindeyim.”
Ama öyle değil ki. “Tek başımıza dünyanın geri kalanının önüne geçtiğimiz” filan yok. Aslına bakılırsa, kimsenin önüne geçmiş falan da değiliz. Oxford Üniversitesi Smith Fakültesi tarafından hazırlanan aşağıdaki haritanın verlierine göre, sadece bazı başka zengin ülkelerin değil, bizden çok daha yoksul birçok ülkenin de gerisindeyiz.
Oxford Smith School ülkelerin İklim Değişikliği konusundaki etkinliklerini ve taahhütlerini nasıl değerlendiriyor?
Oxford Üniversitesi Smith Fakültesil İklim Değişikliği Haritası. Fotoğraf: Oxford Üniversitesi Smith Fakültesi
ABD, Avustralya ve Kanada en kötüler arasında yer alıyor: küresel bir soruna yaptıkları büyük olumsuz katkıyı sınırlama konusunda son derece başarısızlar. Bu konuda ayak sürümemizi yanlış bir öncülle gerekçelendiriyoruz. Atmosfere bu kadar çok karbon dioksit pompalamaya son vermeyi reddetmemiz, sırf bencilliğimizden, yoksa başka birşeyden değil.
Hem harita hem de çubuk grafik bir yere kadar Greendex Tüketici Davranışları Araştırması’nın (the Greendex survey of consumer attitudes) büyüleyici sonuçlarıyla örtüşüyor.
Yıllardır bize insanların doğal çevreyle ilgilenebilmesi için zengin olmaları gerektiği, ancak ekonomik büyümenin biyosferi kurtarabileceği, uygarlığın yaşayan gezegenimiz üzerindeki etkilerimiz konusunda aydınlanmaya doğru ilerlediği biteviye söylendi durdu. Ne var ki, sonuçlar aksine işaret ediyor.
Aşağıdaki grafikten de görebileceğimiz gibi, yoksul ülkelerde yaşayanlar, ortalama olarak, zengin ülkelerde yaşayanlara göre doğal yaşam üzerindeki olumsuz etkileri konusunda kendilerini çok daha suçlu hissediyorlar, üstelik de etkileri genellikle çok daha azken. Gözlem yapılan uluslardan, Almanya, ABD, Avustralya ve Britanya halkları tüketici suçluluğunu en düşük düzeyde hissediyor; Hindistan, Çin, Meksika ve Brezilya halkları ise, en yüksek.
Her Ülkede Tüketiciler, 2012
Lejant:
Kırmızı: Yüksek Greendex Puanı / Pek suçlu değil
Yeşil: Yüksek Greendex Puanı / Çok suçlu
Mavi: Düşük Greendex Puanı / Pek suçlu değil
Sarı: Düşük Greendex Puanı / Çok suçlu
Greendex Tüketici Davranışları Araştırması Görsel: /Greendex
Ne kadar çok tüketirsek, duyarlığımız da o kadar azalıyor. Üstelik, bu his sadece suçlulukla da ilgili olmayabilir.
Belki da başka türlü tamamen anlamsız olan hiper-tüketiciliğimizin anlamı budur: hisleri köreltmesi. Bu, reklam ve pazarlamanın kesintisiz bombardımanının bir etkisi de olabilir. Kişilere ve yerlere olan bağlılığımızın yerine, eşyalara olan bağlılıkları koymaya çalışıyorlar: sonra o bağımlılıklar da bir sonraki reklam kuşağı tarafından kırılıyor, bizi her seferinde başka bir dizi nesneye bağlamak umuduyla.
Anlaşılan o ki, zenginleştikçe ve daha çok tükettikçe, daha ben-merkezci oluyor ve başkalarının yaşamlarına daha duyarsız hale geliyoruz. Tırmanan tüketimin doğrudan, fiziksel etkilerini bir yana koysak bile, ekonomik büyümenin gezegeni korumak için bir reçete olduğunu herhangi birinin nasıl düşünebileceğini kavramak bile zor.
Öyleyse burada fasit bir dairenin döngüsünü görür gibiyiz. Ne kadar çok zarar verirsek, verdiğimiz zararı o kadar az önemsiyoruz. Ve hiper-tüketicilik; ilişkileri, toplulukları ve Dünya’nın fiziksel dokusunu yok ettikçe, biz yaşamlarımızdaki o boşluğu daha da çok şey satın alarak doldurmaya çalışıyoruz.
İngilizce konuşan zengin ülkelerde, bu duruma hem basın hem de politikacılar tarafından desteklenen aşırı neoliberalizm ekleniyor; ayrıca, her türlü değişimi engelleyebilmek için hem kamuda hem de özel sektörde yoğun lobi yapan finans ve fosil yakıt sektörlerinin ellerinde toplanan büyük güç ekleniyor.
Yani, aslında hep düşük olan, bir felaket vurduğunda geçici olarak ateşlenip yükselen sonra da alışılmış uyuşukluğuna düşüveren endişe düzeyi; alışveriş, moda, şan-şöhret ve para takıntısı etrafında yeniden yapılanmış olan bir toplumun neredeyse kaçınılmaz sonucudur.
Bu daireyi nasıl kırar da hayal dünyasına dalmış olanları uyandırabiliriz? Yaşayan gezegeni seven herkesin baş etmesi gereken soru bu işte. Verebileceğimiz kolay bir cevabı da yok.
Çeviren: Zeynep Önen