11/10/2002Doç. Dr. İhsan D. Dağı
Avrupa Birliği Komisyonu tarafından hazırlanan 2002 İlerleme Raporu'nun içeriği sürpriz olmadı. Rapor, geçen yıldan bu yana Türkiye'nin kaydettiği 'ilerleme'den övgüyle söz etmiş, ancak işkence, ifade özgürlüğü ve Milli Güvenlik Kurulu'nun devam eden 'askeri' niteliği gibi konularda endişelerini belirtmiştir.
Belki hepsinden önemlisi, mevcut reformların bile uygulamaya nasıl yansıyacağına ilişkin Komisyon'un tereddütlerinin olmasıdır. Neşe Düzel'le yaptığı söyleşide Yargıtay Başsavcısı'nın, yeni değişikliklerle TCK'nın 312. maddesinin alanının daha da genişletildiği (dolayısıyla ifade özgürlüğünün daha çok sınır altına alındığı) yorumunu yapması, Türkiye'de sadece idarenin değil yargının da reformları yorumlama ve uygulama biçiminin görülmesi gerektiği tezini haklılaştırmakta.
Ne yapmalı?
Herşeye rağmen Komisyon raporu daha 'teşvik edici' olabilir; özellikle 3 Kasım seçimleri öncesi reformist kesimleri daha cesaretlendirici bir yaklaşım sergilenerek tam üyelik müzakerelerinin önümüzdeki yıl içinde başlatılmasına yeşil ışık yakılabilirdi. Ama unutmamak gerekir ki Komisyon, AB'nin bürokratik kanadıdır ve siyasal bir irade beyan etmek yerine teknik bir çalışma yapmıştır. Dolayısıyla aralık Kopenhag zirvesine kadar hâlâ AB'nin siyasal tercihlerini etkilemek mümkündür. AB Dönem Başkanlığı'nı yürüten Danimarka Başbakanı'nın ifadesi de buna işaret etmektedir. Fakat bu yöndeki en büyük handikap Türkiye'nin girdiği seçim süreci ve buna bağlı olarak ülkede hüküm süren 'hükümet boşluğu'dur. Halkın yüzde 75 düzeyinde desteğini bulan bir projenin (AB üyeliği hedefinin) gerçekleşmesi sürecindeki en önemli dönem fiili bir hükümet olmaksızın geçmekte. AB yönündeki halkın tercihlerinin siyasal bir irade tarafından temsil edilememesi tarihi bir talihsizlik.
Ancak Türkiye'nin mevcut siyasal koşullarına ve Komisyon'un pek de olumlu olmayan raporuna rağmen müzakere takvimi talebini destekleyen bir konjonktür hâlâ geçerliliğini koruyor. AB özellikle Helsinki sonrası süreçte üyelik perspektifinin Türkiye'nin dönüşümü açısından ne denli etkili bir dinamik yarattığını fark etmiştir. Üyelik perspektifi, bir yandan AB'ye yönelik toplumsal desteği arttırırken öte yandan da toplumun sivil örgütlenmesine yeni bir zemin yaratmıştır. AB'nin Kopenhag zirvesinde, ivme kazanan 'değişim' taleplerine darbe vuracak bir karar almaması beklenir. Ancak bunun için de reformist kesimlerin Avrupa Birliği nezdinde girişimleri her zamankinden daha önem kazanıyor.
Topyekûn sivil diplomasi
Siyasal bir iradenin ortada bulunmadığı, Dışişleri Bakanlığı'nı AB karşıtı bir siyasinin üstlendiği bir dönemde sivil toplum kuruluşlarının, üniversitelerin ve aydınların 'tamamlayıcı' diplomasi ile AB karar mekanizmalarını etkilemeye çalışmaları bir zorunluluk. Bu, aslında bir avantaj bile olabilir. Avrupa Birliği'nin siyasal liderler ve kurumlar kadar toplumsal katmanlardan gelen taleplere de duyarlı olacağını unutmayalım. AB hedefinin toplum katmanlarında 'içselleştiğini' görmek AB açısından daha değerli olabilir ve Türkiye'ye ilişkin kanaatlerini olumlu yönde etkileyebilir. AB'nin asıl duymak istediği 'resmi' değil 'sivil' Türkiye'nin ne düşündüğü, ne istediğidir. Dolayısıyla, Türkiye'nin 'sivil diplomasi'nin aktörlerini ve araçlarını hızla devreye sokması gerek. Avrupa Birliği'nin Güney Avrupa ülkelerine genişlemesi sürecinde 'sivil toplum' nasıl dinamik ve sürükleyici bir rol oynadıysa bugün aynı şey Türkiye için de geçerlidir. Bu girişimler tüm sivil toplum örgütlerini, üniversiteleri ve aydınları devreye sokan 'topyekun bir sivil diplomasi' biçiminde olmalıdır. Son dönemde TÜSİAD'ın yanı sıra yaygın bir toplumsal tabanı ve meşruiyet zemini olan TOBB'un Avrupa Birliği konusundaki aktif tutumu sivil diplomasiye son derece önemli bir katkı sağlamıştır. Ancak, Türkiye'nin kalkınma süreci, istihdam olanakları ve çalışma koşullarında yepyeni bir dönem başlatması beklenen Avrupa Birliği üyeliği konusunda işçi sendikalarının sessizliği hayretler vericidir. Aynı şekilde üniversiteler de, AB'ye yönelik 'topyekûn sivil diplomasi'de etkin bir rol almak yerine inisiyatif almamayı tercih etmiş görünmekte...
Meydanlardan Brüksel'e
Geçen yaz Anayasa değişiklerini, bu yaz da uyum yasalarını Meclis'ten geçiren siyasal partiler de Kopenhag zirvesi öncesi atılan adımları Avrupa başkentlerinde anlatmaktan kaçınamazlar, tüm faaliyetlerini yeniden seçilmeye yöneltmeleri ahlaken doğru olmaz. Siyasal partilerin en azından liderlerinin Avrupa merkezlerinde partilerinin Avrupa Birliği vizyonunu anlatmaları gerekir. Bu, toplum nezdinde yüzde 75 dolaylarında destek gören AB üyeliği projesinin gerisinde siyasal bir iradenin de bulunduğunu ve 3 Kasım seçimleri nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın bu yöndeki iradenin devam edeceğini göstermesi için gereklidir. Bu bağlamda özellikle seçimlerde birinci parti olarak çıkması beklenen AKP'nin bu yöndeki girişimleri, AKP iktidarında Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri konusunda Avrupa çevrelerindeki tereddütleri ortadan kaldırabilir. AKP'nin AB hedefi ve bu hedefin gereklerinin yapılması konusunda çekincelerinin olmadığının, iktidar oldukları takdirde reform sürecine ve uygulamanın gözetimine devam edileceğinin Tayyip Erdoğan tarafından Avrupa başkentlerinde anlatılması etkili olacaktır. AB vizyonunu kaybeden bir Türkiye'de AKP'nin yaşam alanının da daralacağını bu partinin liderleri biliyor olmalılar.
Öte yandan, seçimlerden güçlenerek çıkması beklenen Derviş'li CHP'nin Almanya, Fransa ve İngiltere gibi merkezi Avrupa Birliği ülkelerinin sosyal demokrat hükümetleriyle şimdiden Kopenhag için çalışmalar yürütmek üzere özel ilişkiler kurması ve sadece meydanlarda değil Avrupa başkentlerinde de siyaset yapması aralık öncesi Türkiye'ye zaman kazandıracaktır.
Türkiye dışlanamaz
Bu arada AB'nin Türkiye stratejisini de unutmamak gerek. AB'nin kendini giderek siyasal ve askeri bir güç olarak tanımlama eğilimi Türkiye'nin Avrupa içindeki varlığını güçlendiriyor. İlerleme Raporu'nda Türkiye için özel bir statü öngörüsünün olmaması bunun bir ifadesidir. Avrupalıların da bildiği gibi Türkiye'yi de içine alan bir AB'nin Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar'da etkin bir siyaset izlemesi çok daha mümkün.
Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi içine alarak istikrarsız Ortadoğu ülkeleri ile doğrudan bir sınırının olmasını arzu etmediği sıkça öne sürülen bir tez. Ancak Avrupa Birliği bu bölgelerde daha etkin bir aktör olmak istiyorsa, ki istiyor, Türkiye'nin varlığı önemli siyasal, askeri ve stratejik imkânlar sağlayacaktır. Özellikle 11 Eylül sonrası ve Irak'a müdahale tartışmaları bağlamında belirginleşen ABD/AB ayrışması da Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği için önemli bir avantaj sunmaktadır. ABD ile birçok konuda görüş ayrılığına düşen, siyasal, ekonomik ve hatta askeri alanlarda farklı stratejiler geliştirmeye başlayan AB'nin Türkiye'yi de içine alarak ABD'ye karşı siyasal ve stratejik bir avantaj yakalamaya çalışması beklenebilir. Resmi veya sivil Türk diplomasisi, bu konjonktürü lehine kullanabilecek mi?
Sonuç olarak, Avrupa Birliği başkentlerinde önümüzdeki Aralık ayına kadar sivil, siyasal ve kurumsal düzeylerde yürütülen 'topyekûn diplomasi' ile Kopenhag'da olumlu bir sonuç olmak hâlâ mümkündür.
Doç. Dr. İhsan D. Dağı: ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi