8 Nisan 2010Taraf
Bir yazarın dediği gibi, “demokrasi ile yargı arasındaki ilişki, kamu hukukunun ve devlet teorisinin en derin yaralarından biridir”. Bu yaranın kaynağında, kamu hukuku ve devlet teorisinin diğer bütün temel konularında olduğu gibi, “meşruluk” meselesinin yattığını söyleyebiliriz.
Konuyu “demokrasiyi derinleştirmek” kaygısıyla ele alanlar, yargısal faaliyetin meşruluk dayanaklarının ne olduğu ve/veya yargı erkinin meşru sayılabilmesi için hangi ölçütlere uygun kullanılması gerektiği türünden soruları öne çıkarırlar. Burada yargının esas işlevi, devlet gücünü denetlemek ve özgürlükleri korumak olarak belirlenir.
Buna karşılık, meseleye “demokrasiden duyulan tedirginlik” duygusuyla yaklaşanlar, yargıyı merkeze alacak yöntemler üzerinde dururlar. Bu bakış açısında yargı, devleti değil, toplumu kontrol etme misyonuyla donatılır.
Bu ikinci eğilim, Türkiye’de güçlü köklere ve küçümsenmeyecek etkiye sahiptir. Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde, yargının, “değişmez doğrular” mertebesine yükseltilen ideolojik düsturların bekçisi olarak tasarlandığını gösteren çok sayıda beyan ve belge vardır. Bu zihniyet, değişen şartlara uyarlanarak, günümüze kadar gelmiştir. Yargıyı vesayet sisteminin sütunlarından biri olarak adlandırmamızın başlıca sebebi budur. “Vesayet” dediğimiz şey de, topluma duyulan güvensizlik ve halkoyundan duyulan korku üzerine inşa edilir.
27 Mayıs darbesinin ardından, genel olarak yargının, çok özel bir vurguyla da anayasa mahkemesinin bir “kurtarıcı” olarak kutlanması, vesayet arzusunun bir dışavurumu olarak okunabilir. Yüksek yargı organlarının temsilcilerinin, bir iki istisna dışında, yargıyı devletin koruyucusu ilân eden beyanları da, vesayet zihniyetinin yargının her alanında canlı kalmasını sağlama çabasının açık kanıtlarını oluşturur.
Öte yandan, bu ülkede yargı hep bir tabu sayılmış, tartışma ve sorgulama alanının dışına kaçırılmıştır. Böylece yargının söz konusu misyonunu daha rahat gerçekleştirmesine elverişli bir ortam yaratılmak istenmiştir.
Bu kurgu, son iki üç yıla kadar da başarıyla işlemiştir. Lakin vesayet sisteminin çözülmesine yol açan faktörler, yargıyı da tartışmaların merkezine sürüklemiştir. Yargı bürokrasisinin tartışmalara doğrudan ve bir “taraf” olarak katılması, sistemin sorgulanması konusunda yaygın bir ihtiyacın ve isteğin doğmasını teşvik etmiştir.
Son anayasa paketini, bu gelişmelerin kaçınılmaz bir ara durağı olarak görmek gerekir. AKP’nin kendini koruma refleksi veya başka hesapları bu paketin hazırlanmasında rol oynamıştır; ancak bu öznel faktör, nesnel durumu değiştirmiyor. Daha da önemlisi, bu faktör, yargının bu yapısını ve işlevini sorgulamaktan kaçınmanın bahanesi olamaz. Özellikle pakete “daha fazla demokrasi” talebiyle karşı çıktıklarını söyleyenler için geçerlidir bu. Zira kurumların toplum üzerindeki sultasına ve siyasal alanı güdükleştiren güçlerine son vermek, “daha fazla demokrasi” için hayatî önemdedir.
Şüphesiz vesayet rejiminin çözülmesi, demokratikleşme için yeterli değildir. Elbette yeni anayasa ihtiyacı bütün yakıcılığıyla sürmektedir. İdeal olan, yeni bir anayasanın, toplumun geniş kesimlerinin “uzlaşması”yla hazırlanmasıdır, doğru. Ancak bütün bu “doğrular”, yargı gibi demokratikleşme açısından çok belirleyici yerde duran bir meseleyi önemsizleştirmeyi haklı göstermez. Bu paketle, yargının daha demokratik bir yapıya kavuşturulması yolunda bir adım atıldığı gerçeğini görmezden gelmeyi gerektirmez. Bu adımın daha da demokratik hale getirilmesi için, toplum ve parlamento düzlemindeki müdahale ve mücadele imkânlarını kullanmaktan kaçınmayı meşrulaştırmaz.
Öte yandan, yargı sorununu önemsemenin ve yargıda anayasal reform çabasını desteklemenin, demokratikleşme için gerekli gördüğümüz başka taleplerden vazgeçmeyi gerektirmediğini hatırlatmak bile bana tuhaf geliyor. Tam tersine, yerleşik sistemin en hassas olduğu, dokunulmasını asla kabule yanaşmadığı bir konuda anayasa değişikliği yapmaya kalkışmak, yeni bir anayasa veya mevcut anayasada demokratikleşme yönünde daha radikal değişiklikler yapmanın önünü açar, zeminini güçlendirir. Anayasa değişikliğinin gündeme gelmiş olması, bu talepleri toplumsallaştırmak için de önemli bir imkândır. Buna karşılık, demokratikleşme yönündeki adımları engelleyen bir tutum takınmak, “daha demokratik” anayasa talebinin inandırıcılığını yok edeceği gibi, yeni demokratik anayasa arayışlarının zeminini de zayıflatır.
“Demokratik siyaset”, parça ile bütün, makro ile mikro, kısmi ile genel, çatışma ile uzlaşma arasındaki ilişkileri çok yönlü ve dinamik bir etkileşim olarak kavramayı gerektirir. “Ya hep ya hiç mantığı”, siyaseti işlevsizleştirir, demokrasiyi kötürümleştirir. Daha fazla demokrasi, daha güçlü demokratik siyasetle mümkündür.
Jacques Ranciére’in siyasetle ilgili “dördüncü tez”i, üzerinde düşünülmeye değerdir: “Demokrasi, insanların ortak bir otorite altında toplanmalarının farklı tarzlarını belirleyen özel bir oluşum anlamında bir siyasal rejim kesinlikle değildir. Demokrasi, siyasalın kurumunun ta kendisidir, siyasetin öznesinin ve siyasetin ilişki biçiminin kuruluşudur.”