Cancun, Meksika
9 Aralık 2010
Cancun’dan bizim beklentilerimize yaklaşan herhangi bir sonuç çıkmayacak. Bu süreç böyle devam ettiği sürece gelecek sene Durban’dan da çıkması mümkün değil, geçen sene Kopenhag’dan çıkmadığı gibi. Ne bekliyordun ki, diye soranlar olabilir aranızda, ama bu zirveler dizisi biz hoşlansak da hoşlanmasak da dünyanın gelecekte nasıl şekilleneceğini belirleme gücüne sahip. Bu nedenle neler olup bittiğini izlemeye ve anlamaya çalışmak bana hala önemli geliyor.
Cancun’un Kopenhag’daki hayal kırıklığını derinleştirecek olmasının birkaç temel nedeni var:
ABD’nin iklim değişikliğinin çözümü konusundaki tavrı Obama döneminde eskisinden farklı. Ama bu fark sadece Bush yönetiminin inkarcılığını paylaşmamakla sınırlı görünüyor. ABD Kyoto müzakerelerinden bu yana uluslararası bağlayıcı bir anlaşmayı baltalama ve emisyon indirimini gönüllü ve ulusal nitelikte sınırlama politikasını sürdürüyor. Bunu çeşitli bahanelere sığınarak yapıyorlar. ABD yönetiminin “iyi polisleri” herhangi bir radikal hedefi Kongre’den geçirme şansları olmadığına vurgu yaparak özür diler bir tonda ciddi politikalara yanaşmıyorlar. “Kötü polisler” ise doğrudan rüşvet ve tehdit yoluyla işe yaramaz ve gönüllü (yani uluslararası olsa da bağlayıcı olmayan) bir anlaşmayı dayatıyorlar. (Bir kez daha teşekkürler Wikileaks!) Tabii Çin silahını da sürekli kullanıyorlar. ABD’nin bu tavrı değişmediği sürece iklim zirvelerinden bizim istediğimiz gibi bir şey çıksa da ancak “lâf” kabilinden çıkar. Örneğin bazı metinlerde 350 geçer (şu anda bazı taslaklarda olduğu gibi), ama bu hedefe varmak için gereken hiçbir şeyin esamesi okunmaz.
Görüşmeleri zengin ülkelerin piyasa fetişizmi (ve baskısı) da çıkmaza sokuyor. Endüstrileşmiş Batı ülkeleri piyasa mekanizması dışında kalan herhangi bir öneri karşısında dehşete kapılıyorlar. Emisyon indiriminin ancak karbon borsası kurarak yapılabileceğine inanıyorlar. Yoksul ülkelere iklim değişikliğinin etkilerine adapte olmak veya emisyonlarını sınırlamak için gereken parayı ancak Dünya Bankası yoluyla, tamamen kendi kontrolleri altında olacak şekilde vermeyi düşünebiliyorlar. Bu paranın da yine devlet bütçelerinden değil, piyasa üzerinden temin edilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Bu dayatmaları hem bu anlayışa karşı olan gelişmekte olan ülkelerin tepkisiyle karşılaştığı için süreç tıkanıyor, hem de piyasa üzerinden gelmesi gerektiği varsayılan paraya garanti vermenin mümkün olmadığı ortada. Batı ülkeleri iklim politikalarını sadece küresel ticaretin bir aracı olarak görmekten vazgeçmedikleri sürece ne emisyon indirimi, ne de finansman konusunda buralardan bir şey çıkması mümkün.
Batı ülkeleri adaptasyonun yoksul ülkeler için ne kadar hayati olduğunu anlayamıyor, ya da anlamak istemiyorlar. Adaptasyon için finansman sağlamak, onlar için zengin ülkelerdeki vergi mükelleflerinin parasını kendilerine sormadan tanımadıkları bazı yoksul ülke insanlarına hayır parası olarak vermek anlamına geliyor. Zira adaptasyon için harcanacak para bir Afrika ülkesinde yaşayan insanın doğrudan günlük yaşamına etki edecek. Bir köye su getirmek, yükselen dalgalardan zarar gören kıyı yerleşimlerini içerideki bir yere taşımak, fazla su harcamadan ürün yetiştirebilmek için basit altyapıları geliştirmek gibi şeylere para gerekiyor. Batı ülkeleri bunun yerine bu ülkelerin yönetimsel kapasitelerini geliştirecek yerlere yatırım yapılması gerektiğini düşünüyorlar. Bu da aslında siyasi müdahale demek. Öte yandan parayı adaptasyona değil mitigasyona (yani yoksul ülkelerin emisyonlarını azaltmalarına) ayırma isteğinin altında büyük şirketlere bu ülkelerde yeni iş sahaları açma isteği yatıyor. Gelişmekte olan ülkeler ise iklim finansmanını Batı ülkelerinin birikmiş iklim borcunun ödenmesi olarak görüyorlar. Oysa Batı ülkeleri iklim borcu anlayışını bile reddediyorlar. Japonya’nın Kyoto sürecini ortadan kaldırma çabasının altında da bu yatıyor.
İklim değişikliğinin ancak uluslararası çabayla çözülebilecek bir sorun olduğunu kimse inkar edemiyor. Dünya ülkeleri, ama öncelikle de Batı ülkeleri 250 yıldır aynı atmosfere karbon çöplerini boşaltıyorlar. Dolayısıyla herhangi bir ulusal çaba anlam taşımıyor. Ama ulus devletler için uluslararası çaba dış politika demek, dış politika diplomasi, diplomasi ulusal çıkarların savunulması, ulusal çıkar o ülkede yönetimde olanların veya egemen kesimlerin çıkarları demek. Bu çıkar da genellikle ulusal yatırımların korunması veya küresel ticaretten pay almak anlamına geliyor. Yani para kazanmak… Dünyada dolaşan paranın büyük kısmı halihazırda fosil (kömür, petrol vb.) kaynaklı para olduğu için (ya da yüksek karbon bedeliyle kazanılmış para olduğu için) bu paradan vazgeçmek mümkün olamıyor. Dolayısıyla aşağı yukarı bütün ülkeler ulusal çıkar adı altında herhangi bir ciddi karbonsuzlaşma çabasına yanaşmıyorlar. Zaten kapitalist sistem altında iklim krizinin çözülebileceğini veya çözülmek zorunda olduğunu düşünenler bu nedenle karbonsuz para kazanma yöntemlerini baskın yöntem haline getirmeye çalışıyorlar. Ne yazık ki uluslararası iklim müzakereleri zemininde düşük karbon kapitalistleri de sanıldığı kadar güçlü değil.Bana kalırsa düşük karbonlu kapitalizmin küresel ısınmayı durduracağını düşünmek de bir başka tatlı hayal. Ama bari deneyerek görebilseydik.
Küresel sistemde “emerging economies” denen hızlı büyüyen büyük ülkeler için uluslararası iklim müzakereleri kirletme haklarını savunmak anlamına geliyor. Kalkınma hakkı ve iklim adaleti üzerinden bakıldığında haklı da görünüyorlar. Ne de olsa tarihsel olarak bu ülkelerin atmosfere boşalttığı karbon miktarı ABD ve Avrupa ile kıyaslanmayacak kadar düşük. Ama Çin, Hindistan, Türkiye, Endonezya gibi ülkeler bu tavırlarından en ufak bir geri adım atmadıkları zaman zengin ülkelerin elindeki kozlar büyüyor. En azından zengin ülkeler iç politikalarında, kamuoylarında iklim müzakerelerindeki uzlaşmaz tavırlarını meşrulaştırmak için Çin kartına veya Hindistan kartına sahip olmuş oluyorlar. Bu çelişki uluslararası politika ve ekonomi alanından bağımsız bir şekilde çözülmesi mümkün bir çelişki değil. Bu durum 16. iklim zirvesinde değişmediğine göre 17.’sinde değişebilir mi bilemiyorum.
- Bir de fosil kralları var. Fosil ödüllerinin de gediklileri olan bu ülkeler büyük petrol ve kömür üreticileri. Burada bütün görüşmeleri tıkama, engelleme, ya da hiçbir şey yapmama yoluyla bir anlaşma çıkmasına engel olma görevini başarıyla yerine getiren bu ülkeler petrol zengini Rusya ve Suudi Arabistan, kömür karası Avustralya ve yeni mucizemiz olan katran kumu kralı Kanada. Bu ülkeler iklim değişikliğini emisyonlarıyla olduğu kadar dünyaya kömür ve petrol temin ederek de arttırmaya devam edebilmek için her türlü anlaşma ve uzlaşma zeminini baltalıyorlar.
Son olarak burada yere göre koyamadığımız gelişmekte olan ülkelerin durumu var. Bolivya ve Ekvator gibi yüz aklarımız ve küçük ada devletlerinin sağduyu sahibi hükümetleri bir yana, gelişmekte denen ülkelerin bir çoğunda yönetimlerin ABD ile (ve bazılarının da Çin ile) olan ilişkileri malum. Dün yaşanan Kenya olayının veya geçen sene ABD’nin rüşvet dağıttığı bazı küçük ülkelerin Kopenhag’daki anlamsız anlaşmanın geçmesine olur vermesi olayından, ya da çok uzağa gitmeye gerek yok, ABD’nin gözünün içine bakmaktan müzakerelerde neler olduğuna bakamayan Türkiye hükümetinin ve delegasyonunun durumundan da anlaşılabileceği gibi, gelişmekte olan ülkelerin hükümetleri bağımsız bir politika izlemekten çok uzaklar. Eğer G77+Çin bloğu, küçük ada devletleri ve Latin Amerika’nın solcu (ve biraz da yeşil) hükümetleri Batı’ya karşı gerçek bir blok oluşturabilselerdi bazı şeyler değişebilirdi.
Görüldüğü gibi Cancun’da iyimser olmayı gerektiren neden pek az. Aktivistlerin varlığı sevindirici, ama yeterli değil. O zaman senin orada ne işin var diyebilirsiniz. Takip etmek ve anlamaya çalışmanın ötesinde hala bu çok sorunlu zemin dışında bir mücadele zeminimiz yok da ondan. Kyoto Protokolü’nü ve bu müzakere zeminlerini tamamen reddeden evreler gerçek bir alternatif yaratmayı başarabilselerdi, bu inandırıcılıktan uzak BM mekanizmasını tarihin çöplüğüne gönderebilirdik. Ama böyle gerçek bir alternatif mücadele zemini oluşmadığı sürece ben hala burayı terk etmemek gerektiğine inanıyorum.
Peki bu alternatif oluşturulabilir mi?
Ne diyorduk? “El pueblo unido, cama sera vensido!”
Evet, tamam, ama “unido” olmak gerek diyor slogan. O nerede?
Ha, bir de tabii daha fazla “pueblo” gerek.