Büyük Oyun *

-
Aa
+
a
a
a

11 Eylül’den bu yana 11 ay geçti ve sessiz film oynanmaya devam ediyor. Bu tarihi güne verdiğimiz tepkiyi fırsat bilen dünyanın hakimleri, en kalıcı terör tehdidi ve kaynağı kendileri olmasına karşın, o günden sonra dillerine “teröre karşı savaş” hakkında klişelerden ve yalanlardan oluşan zafer şarkılarını doladılar.

Amerika’ya saldırı düzenleyen fanatikler Suudi Arabistan’dan ve Mısır’dan gelmişti. Oysa, Amerika’nın himayesindeki bu ülkeler bombalanmadı. Bunun yerine, yaralarını sarmaya çalışan Afganistan’da sivil halktan 5.000’in üzerinde kişi bombalı saldırılarda öldürüldü; en son saldırıda çoğunu kadın ve çocukların oluşturduğu bir düğünde 40 kişi yaşamını yitirdi. Tüm bunlar olurken, kilit konumdaki el-Kaide liderlerinden teki bile yakalanmamıştı.

Afganistan'ın yeni başkanı Karzai, doğalgaz ve petrol boru hattı projelerinigörüşmek üzere geçtiğimiz Mart'ta Aşkaabat'ta Türkmenbaşı Saparmurat Niyazov'u ziyaret etti (Reuters).

Bu “çarpıcı zafer”in ardından, yüzlerce savaş esiri, tüm savaş anlaşmalarını ve uluslararası hukuku hiçe sayan bir tarzda, Küba’da tutuklu kalacakları bir Amerikan toplama kampına getirildi. Tutukluların işlediği iddia edilen suçlara ait hiçbir kanıt bulunamadı ve FBI, bunlardan yalnızca birinin gerçek bir şüpheli olduğunu doğruladı. Amerika Birleşik Devletleri’nde, 1.000’den çok Müslüman kökenli insan 'ortadan kayboldu'; ancak, bunlara herhangi bir ceza verilmedi. Kimsenin gözünün yaşına bakmayan Vatanseverlik Yasası’na (Patriot Act) göre, FBI’nin yeni yetkileri arasında kütüphanelere girip kimlerin neleri okuduğunu öğrenmek de yer alıyor.

Bu arada, Blair hükümeti savaşa kalkışan kabilelerin hakkından geleceğini bildiren kararlı tutumuyla Britanya Ordusu’nu komik duruma düşürdü: Bu söylem, yüz yıl önce Hindistan Valisi olan Lord Curzon Afganistan için “dünyaya hakim olmak gibi büyük bir oyunun oynandığı satranç tahtasındaki taşlardan biri” benzetmesini kullandığı dönemde, tozluklarını ve kolonyel şapkalarını kuşanmış müfrezeciklerin yaptıklarının uzantısı bir zihniyeti eksiksiz şekilde yansıtıyor.

Saddam’ın değil, ikinci büyük petrol kaynağının kontrolü

Teröre karşı savaş diye bir şey yok; yalnızca büyük oyun ivme kazandı, hepsi bu. Tek fark, hepimiz için sonsuz tehlikelere gebe süper gücün sınır tanımaz doğası.

Washington’daki plütokrasi yönetimini elinde bulunduran ve Filistinlileri, eşi benzeri bulunmayan bir terörist olan Ariel Sharon’un kucağına atan Hıristiyan köktendincileri şu sıralarda 22 milyonluk acılı Irak halkına düzenleyecekleri saldırı için silah depolarına ikmal yapmakla meşguller. Irak’ın, Iraklılar’ın üzerinde hiçbir denetim sahibi olmadığı diktatörlük yönetimi kadar her yönüyle insanlık dışı Amerikan ambargosu altında ezilen bir ulus olduğunu anımsatmaya gerek olduğunu sanmıyorum. Beklenen saldırının, Washington ve Londra’dan idare edilen propagandanın tersine, Saddam Hüseyin’in “kitle imha silahları” (eğer bu silahlar gerçekten varsa) ile hiçbir ilgisi yok. Asıl mesele, Amerika’nın, dünyanın ikinci büyük petrol kaynağını işletmek için daha itaatkâr bir eşkıya istemesinden başka bir şey değil.

Savaş naraları atanlar bu gerçeği ve Irak halkını pek de ağızlarına almıyorlar. Sanki oradaki herkes büyük şeytan Saddam Hüseyin. Dört yıl önce Pentagon, Başkan Clinton’ı Irak’a yapılacak kapsamlı bir saldırıda ‘en az’ 10.000 sivilin ölebileceği gibi korkunç bir rakam vererek uyarmıştı. Bu zulmü haklı çıkarmak için yürütülen propaganda kampanyasında Atlantik’in her iki yakasındaki gazeteciler, dedikoduları ve yalanları taşıma görevini yerine getiren “kanallar” olarak kullanıldılar. Bunlar, Amerika’daki şarbon saldırılarında Irak’ın parmağı olduğu yolunda yalan iddialardan 11 Eylül saldırılarının lideri ve Irak istihbaratı arasındaki doğrulanmamış bağlantıya uzanan bir yelpazede çeşitlilik gösteriyordu. Saldırı gerçekleştiğinde, işbirliği yapan gazetecilerin de suçun sorumluluğunu üstlenmesi gerekecek.

Emperyalizmin saygınlığa dönüş yolculuğunun ufukta göründüğüne dikkat çeken kişi ise Tony Blair’di. Hıristiyan bombacı beyefendinin “açlıktan ölenler, sefiller, yokluk çekenler, cahiller, Kuzey Afrika’nın çöllerinden, Gazze’deki gecekondulara ve Afganistan dağlarına kadar yokluk ve sefalet içinde yaşayanlar” için tasarladığı daha iyi dünya vizyonuna kulak verin. New York Times’ın haberine göre “Afganistan’ın sivil halkına yiyecek ve ihtiyaç malzemelerinin büyük bölümünü sağlayan konvoyların ortadan kaldırılmasını isteyen” Bush’a ters düşen Blair’in “Afganistan’daki acı çeken kadınların insanlık haklarını koruma” konusundaki “inatçı” tutumuna kulak verin. En hayati parçaları İngilizler tarafından imal edilen İsrail silahlarının kalabalık sivil bölgelerini kurşun yağmuruna tuttuğu Gazze gecekondularında “yokluk çeken insanlar” için beslediği merhamete kulak verin.

Frank Furedi’nin bizlere The New Ideology of Imperialism’de (Emperyalizmin Yeni İdeolojisi) anımsattığı, “Emperyalizmin ahlaki iddialarının Batı’da nadiren sorgulanır olmasının ve emperyalizm ile Batı’daki güçlerin global genişlemesinin insanoğlunun kurduğu uygarlığa büyük katkıda bulunacak bir etken olarak belirsizliğe yer bırakmayan son derece olumlu koşullarda sunulması”nın üzerinde çok zaman geçmedi. Faşizmin de emperyalizm olduğu anlaşıldığında arayış boşa çıktı ve sözcük akademik tartışmalarda yer almaz oldu. En sıkı Stalinist gelenekte, emperyalizm lafı artık varlığını sürdürmüyordu. Günümüzdeyse, tercih edilen örtülü ifade 'uygarlık' ve bir sıfatın gerekli olduğu durumlarda da 'kültürel.'

Terörist devlet ve terörist cenneti ABD

Gizli faşistlerin müttefiki, İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi’den, son derece liberal yorumculara kadar yeni emperyalistler gerçek anlamı, uygarlaşmamış, kültürel düzeyleri düşük ve Batı’nın “değerleri”ne kafa tutabilecek kişiler olarak görülen halklarla yapılan yabancı düşmanı veya ırkçı kıyaslamaya dayanan bir kavramı paylaşıyorlar. Newsnight’ta yayınlanan “münazaralar”ı izlerseniz bunu anlayabilirsiniz. Mesele, “bizler - ötekiler”

Silvio Berlusconi, gizli faşistlerin müttefiki (AP)

sorunuyla en iyi şekilde nasıl başa çıkabileceğimiz.

Batı medyasının büyük bölümü, özellikle de Amerika süper kültünün esiri olmuş veya onun tarafından iğdiş edilmiş yorumcular için en açık-seçik gerçekler bile tabu olarak kalmak zorunda. Cornell Üniversitesi’nden Profesör Richard Falk, bu gerçeği birkaç yıl önce gayet güzel şekilde ifade etmişti. Folk, Batı dış politikasının medyada “Batı değerlerine ve masumiyetine ait olumlu imgelerin tehdit altında olduğunu gösteren, kendi kendini haklı çıkarma eğiliminde, tek yönlü bir ahlaki ve hukuki ekrandan yansıtıldığını ve böylece sınırsız bir şiddet kampanyasını geçerli kıldığını” yazmıştı.

Belki de en önemli tabu, Amerika Birleşik Devletleri’nin hem terörist devlet, hem de terörist cenneti olarak daha ne kadar varlığını sürdüreceğinin sorgulanmasıdır. Ayrıca, ABD’nin Nikaragua’da yaşattığı uluslararası terörizm için World Court tarafından kınanmış ve hükümetlere uluslararası kanunlara riayet etme çağrısı yapan BM Güvenlik Konseyi kararını veto ettiği kayıtlara geçmiş tek devlet olduğu ağza alınmıyor.

11 Eylül’ün hemen ardından sığınağından seslenen Bush, “Terörizme karşı savaşta, ne kadar uzun sürerse sürsün ve nerde olursa olsun bu kötülüğü yapanların peşini bırakmayacağız” diyordu.

Doğrusunu söylemek gerekirse, her geçen gün daha çok terörist dünyadaki başka hiçbir yerle karşılaştırılamayacak oranlarda Amerika Birleşik Devletleri’nde eğitim aldığından ve kendilerine sığınma olanağı tanındığından, bu kovalamaca çok uzun sürmeyecek olsa gerek. Bunlar arasında kitle cinayetleri işleyenler, işkenceciler, eski ve gelecek vaat eden tiranlar ve uluslararası suçlular yer alıyor. Dünya üzerindeki en özgür medya sayesinde, bu gerçek Amerikan halkı tarafından hemen hemen hiç bilinmiyor.

Halihazırda Başkan’ın kardeşi Jeb Bush tarafından yönetilen Florida ile kıyaslanabilecek başka bir terörist sığınağı yok. Devlet Bakanlığı’nın eski kıdemli görevlilerinden Bill Blum “Rogue State” adlı kitabında, bir uçağı bıçak tehdidiyle Miami’ye kaçıran üç Castro karşıtı teröristin yargılandığı tipik bir Florida davasını anlatıyor: “Kaçırılan pilot adamların aleyhine tanıklık etmek üzere Küba’dan getirtilmiş olmasına karşın, savunma jüri üyelerine adamın yalan söylediğini belirtti ve jürinin sanıkları temize çıkarmak üzere fikir alışverişi yapması için yarım saatten az bir süre yeterli oldu.”

General Jose Guillermo Garcia 1990’lardan beri Florida’da huzur içinde yaşamını sürdürüyor. Garcia, 1980’lerde orduyla bağlantıları olan ölüm timleri binlerce insanı katlettiği sırada El Salvador ordusunun başındaydı. Haiti diktatörü General Prosper Avril, yaptığı işkencelerin kana bulanmış kurbanlarını televizyonda göstermekten zevk alırdı. Avril devrildiğinde ABD Hükümeti tarafından uçakla Florida’ya getirildi. Pol Pot'un yardakçısı ve Birleşmiş Milletler’deki destekleyicisi Thiounn Prasith, New York’ta yaşıyor. Zamanında İran Şahı’nın nam salmış hapishanelerini yönetmiş olan General Mansour Moharari, İran’da aranan, ancak ABD’de rahatsız edilmeden yaşayabilen biri.

Bush’un dünyası

El-Kaide’nin Afganistan’daki eğitim kampları Georgia, Fort Benning’de bulunan dünyanın önde gelen terörizm üniversitesi ile karşılaştırıldığında çocuk yuvaları sayılabilir. Yakın zamana kadar, School of the Americas olarak bilinen okul, tiranları, sayıları 60.000’i bulan Latin Amerika özel kuvvetlerini, ordu destek birimlerini ve istihbarat ajanlarını terörizmin incelikleri konusunda eğitmiştir.

1993’te, El Salvador’daki BM Gerçekleri Araştırma Komisyonu (Truth Commission) sivil savaştaki en korkunç hunharlıklardan sorumlu olan ordu görevlilerinin adlarını açıkladı; üçte ikisi Fort Benning’de eğitim almıştı. Okulun mezunları Şili’de Pinochet'nin gizli polisini ve başlıca üç toplama kampını yönetiyordu. 1996’da, ABD Hükümeti okulun eğitim dokümanlarını açıklamak zorunda kaldı; belgelerde önerilen davranış biçimleri arasında şantaj, işkence, infaz ve şahit yakınlarının tutuklanması yer alıyordu.

Geçtiğimiz aylarda, Bush rejimi Amerika Birleşik Devletleri’nin büyük katkılarda bulunduğu global ısınmanın önüne geçmek üzere tasarlanmış Kyoto Anlaşmasını feshettiğini bildirdi. Olası saldırılara karşı “kendini savunma hakkını” kullanırken nükleer silahlar kullanabileceği tehdidini savurdu (Savunma Bakanı Geoffrey Hoon’un dile getirdiği bir tehdit).

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin doğmadan öldürülmesine çalıştı. Bir Filistin mülteci kampındaki İsrail saldırısını soruşturmakla görevli BM Komisyonunu engelleyerek bir kez daha Birleşmiş Milletler’i hiçe saydı ve Filistinliler’e seçilmiş liderlerini bir Amerikan ajanıyla değiştirmeleri emrini verdi. Bush’un adamları Kanada ve Endonezya’da düzenlenen zirve konferanslarında milyonlarca doların temiz içme suyu ve elektriği olmayan, dünyanın en çok yokluk çeken halklarına gönderilmesini engelledi.

Kuşkusuz, bu gerçekler yerli yersiz “Amerikan karşıtı” yergileri de beraberinde getirecek. Bu, imparatorluğa özgü bir imtiyaz: Zekasının kıvrımları ve ahlak anlayışı bir sadakat yeminine ihtiyaç duyanların son sığınağı. Noam Chomsky’nin de belirttiği gibi, Naziler tartışmaları ve eleştirileri 'Alman karşıtı' yergilerle susturmuştu. Elbette, Amerika Birleşik Devletleri Almanya değil; ABD, 1960’lardaki ve 1970’lerdeki destansı hareket gibi, tarihteki birtakım en büyük sivil hak hareketlerinin yuvası.

Geçen hafta ABD’deydim. Medya ve Hollywood basmakalıplıklarının arasından nadiren sıyrılabilen öteki Amerika’yı gözlemledim ve tekrar için için kaynamaya başladığını açıkça gördüm. Sonraki gün ise, Amerika’nın sanat, edebiyat ve eğitim alanlarında en saygın 100 ismi yurttaşlarına ve dünyaya yönelik açık bir mektupta aşağıdaki satırları kaleme almıştı:

“Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan insanların, hükümetleri sınırı olmayan bir savaş ilan ettiğinde ve tamamıyla yeni baskı önlemleri uygulamaya koyduğunda hiçbir şey yapmadığı söylenmemeli. Sorgulamalara, eleştirilere ve fikir ayrılıklarına değer verilmesi ve bunların korunması gerektiğini görüşüne inanıyoruz. Her zaman için bu hakların doğruluğu tartışılmış ve uğrunda savaşılması gerekmiştir. Elbette, bizler de 11 Eylül’deki korkunç olayları izlerken korkunç derecede sarsıldık. Ne var ki, asıl yas liderlerimiz intikam almak adına harekete geçtiğinde başlamıştı. Şimdi, hükümet 11 Eylül ile hiçbir bağlantısı olmayan bir ülke olan Irak’a alenen savaş açmaya hazırlanıyor.

Tüm dünyaya sesleniyoruz. Tarihte çoğu kez insanlar direnmenin bir işe yaramayacağı noktaya kadar beklemiştir. Esin kaynağımız, kölelikle savaşmış insanlar ve muhaliflikten doğmuş tüm diğer mükemmel özgürlük akımlarıdır. Dünyanın her yerindeki, bizim gibi düşünen insanlara bizlere katılma çağrısı yapıyoruz.”

Artık onlara katılmamızın zamanı geldi.

Çeviren: Yeşim Kafa

John Pilger’ın Verso tarafından yayımlanmış “The New Rulers of the World” kitabından alınmış ve gözden geçirilmiş bir bölümdür. Yazar hakkında daha fazla bilgi için; http://www.johnpilger.com 

* Makalenin özgün başlığı, “Sessiz Sinema” olarak da çevirebileceğimiz “The Great Charade” idi.