Büyü Bozumu

-
Aa
+
a
a
a

Yazar Murat Gülsoy Açık Dergi'nin konuğuydu.

 

Murat Gülsoy 1992-2002 yılları arasında Hayalet Gemi dergisini hazırlayan ekibin içinde yer aldı. 2000 yılında Bu Kitabı Çalın adlı kitabıyla Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, 2004 yılında Bu Filmin Kötü Adamı Benim adlı kitabıyla da Yunus Nadi Roman Ödülü'nü aldı.

 

Sona Ertekin, Murat Gülsoy'la son kitabından yola çıkarak, okumak, hayal kurmak ve yazmak hakkında söyleşti.

 

 

Sona Ertekin: Bugün Açık Dergi'de konuğumuz aslında Açık Radyo dinleyicilerinin son derece aşina olduğu bir isim. Hayalet Gemi deyince, Hayalet Gemi'nin simgeler sözlüğü deyince akla gelen kişi Murat Gülsoy. Hoşgeldiniz!

 

Murat Gülsoy: Merhaba Hoşbulduk!

 

SE: Son kitabıyla ilgili konuşmak üzere konuk ettik kendisini, kitabın adı Büyü Bozumu, Yaratıcı Yazarlık, Kurmacanın Bilinen Sırları ve İhlal Edilebilir Kuralları . Nasıl ortaya çıktı bu fikir?

 

MG: Yıllardır öykü yazıyorum, roman yazıyorum yani kurmacayla uğraşıyorum. Dergicilik de yaptım, ama o bunların dışında... Bir yandan, 1999'dan beri yaklaşık beş yıldır, bu anlatı kuramları üzerine, ya da yazarlığın mutfağı üzerine de çok okudum. Yani bunların üzerine de epeyce bir araştırdım. Zevk aldığım için yapıyordum bunu o zamanlar; yani bir sanat yapıtı, bir edebiyat ürünü nasıl ortaya çıkıyor, hikâyeyi nasıl anlatıyoruz? Hep bu benim aklıma takılan bir şeydi. Zaten yazdığım öykülerde olsun, romanda olsun bu zaman zaman benim yazdığımın konusu halinde de gelebiliyor, veya yazdığım türün biçimini de zaman zaman belirleyebiliyordu.  Fakat daha sonra bunlar biriktikçe bir atölye çalışması kurmak aklıma geldi. Bunu başka insanlarla da paylaşayım istedim. Ve geçen yıl, yaratıcı yazarlık uygulamalı  seminerlerine başladım. Yaptığımız iş, yazmaya niyetli, istekli olan kişilerle bir araya gelip, bu işi nasıl yapacağımız üzerine  tartışmak ve  uygulamalı olarak bunu sürdürmek. Bu sırada da onlara ders notu gibi bir çalışma hazırlarken, yaklaşık bir buçuk yıl içersinde yazdım kitabı.

 

Kitap aslında üç bölümden oluşuyor diyebilirim, yaptığım seminerlerin birazcık daha yoğunlaştırılmış, referansları verilerek yazılmış  hali, "yarı-akademik" bile diyebiliriz bazı yerleri için. Üç bölümden oluşuyor, birinci bölüm yaratıcılık üzerine. İkinci bölümü iki tane örnek öykünün analizi üzerinden kurmacanın unsurlarının tanıtılması ve tartışılması. Üçüncü bölümü de, bu kurmacanın bölümlerini tek tek ele alıp kişinin bunları yazarken nasıl davranacağı, nasıl düşünce üreteceği üzerine kurulu.

 

Hangi eğitim durumundan olursa olsun insanlarımızın yaratıcılık konusunda, ya da edebiyat veya sanat konusunda çok önyargılı düşündüklerini gözlemledim. İnsanların doğuştan gelen yeteneklerinin daha değerli addedildiği bir toplumda yaşıyoruz galiba. Sonradan öğrenilebilir mi sanat dalları, bu sorununun arkasında verilen cevaplarda hep deha sanatçıların ümit kırıcı hikayeleri vardır: "O üç yaşında piyano çalmaya başladı, öteki iki yaşında şiir yazdı" filan... Bnlar çok ileriye götüren örnekler değil. Bunlar anekdot düzeyindedir ve sanatı anlamaya da yetmez aslında. Tabii ki az sayıda, atipik örnekler vardır ama genele baktığımız zaman, akademi diye bir şey var, insanlar giriyorlar, müzik nasıl yapılır öğreniyorlar ya da film nasıl çekilir öğreniyorlar, sinemanın resmin hep birer okulu var aslında, yok gibi gelse de. Edebiyatın da okulu olabilir, yani edebiyat da çalışılarak öğrenilebilen bir teknik anlatım biçimidir aslında . Tabii bir de kişisel boyutu var. Sanat yapıtı özgün bir yapıttır, yani kişiye özeldir, teknikler herkese açıktır, hepimiz bunları öğrenebiliriz, ama ürettiğimiz yapıtlar, yazdığımız eserler kendimiz aittir. Kendimizden ne kadar çok şey taşıyorsa o kadar özeldir ve değerlidir.

 

SE: Tekniği öğrenmeyi bir dezavantaj olarak gören yaklaşımlar da olmuştur her zaman ..

 

MG: Nasıl çocuklar resim yaptığı zaman hayran oluruz onların yaptıklarına, ama bu düzeyde kalmaz sanat. Evet çok özel bir şey vardır nahiflikte ama sanat aslında çok da sofistike bir alandır. Yani edebiyat olsun, diğer sanat dalları olsun çok büyük bir birikim de gerektiren işlerdir.

 

SE: Sonuçta tekniğe hakim olma avantajı, muhakkak tekniğe mahkum olmayı da gerektirmiyor.

 

MG: Gerektirmiyor tabi. Kitabımın başlığına da dikkat ederseniz, Kurmacanın Bilinen Sırları, yani sırsa aslında bilinmiyor olması gerekir, orada bir ironi yapmaya çalıştım. Bir de ihlal edilebilir kuralları var; kurallar aslında uyulması için vardır ama bu bizim sözünü ettiğimiz kurallar ihlal edilmesi gereken kurallar, çiğnenmesi gereken kurallar, yani siz teknik olarak sınırları bilirseniz o sınırları nasıl aşacağım diye düşünmeye başlar ve ondan sonra kendi özgün yaratıcılığınızı ortaya koymaya başlarsınız. Ama hiçbir teknikten haberiniz yoksa, sizden önce ne yazılmış  bilmiyorsanız, onları aşmak için bir çabanız olamaz, çünkü bilmiyorsunuzdur.

 

SE: Kitabın adını ben de etkileyici buluyorum, özellikle Büyü Bozumu , kendi adını da sorgulayan bir şeye işaret ediyor. Siz anlatın, nasıl bir şey bu?

 

MG: Büyüden kastettiğimiz, kurmaca yapıtlar, yani en basitinden bir tasvir bile... Bir metin okumaya başladığınız andan itibaren, yazar size neleri tarif ediyorsa, işte "şu anda önümde bir tavşan kafesi var, beyaz bir tavşan duruyor, arkasında mürekkeple beş harfi yazılmış, ben bir havucu ona uzatıyorum" gibi bir sahneyi bile biz okurken bir anda gözümüzün önüne o tavşan gelir o beş rakamı gelir, yani hangi ayrıntılarla verilmişse biz onları gözümüzün önünde canlandırmaya başlarız. Hiçbir zaman bu bir metin diye düşünmeye devam etmeyiz. Bir sinema filmi seyrederken, onun  bir sinema filmi olduğunu bilmemize rağmen, heyecanla, hüzünle, sevinerek, her neyse o hikâyeyi içine girerek izleriz. Bu yaratılan bir büyüdür, aslında bir tür illüzyondur, bir tür yanılsamadır zaten yaratılan, ama bir başka şey için yapılır bu ve kişi de zaten bunun farkında olarak bir sözleşme yaparcasına, "bunun kurmaca olduğunu bir süreliğine unutacağım ki senin hikâyeni dinleyeyim" der. Şimdi bu yaratılan büyüyü bozuyoruz biz kitapta. Nasıl yapıldığı üzerine konuşmaya başladığımız andan itibaren biz o büyüyü bozmuş oluyoruz. Aynen bir kuşun nasıl uçtuğunu öğrenmek için onu kesip anatomisini incelemeye benziyor bu. Kuş ölmüş, artık uçamaz ama uçma bilgisini ancak öyle edinebiliriz, gözleyerek, güzel uçuşunu izleyerek değil. Yaptığımız iş biraz böyle bir şey. Yani, anlatım kuramları üzerinden, bunlar üzerine kafa yormak, onların unsurları nedir, ilişkileri nedir, nasıl yazılabilir diye egzersizler yapmak... Kendini eğitmek aslında biraz büyüyü bozmak anlamına geliyor, ama başka bir şey için yapıyoruz, daha iyi büyü yapmak için...

 

SE: Kişisel olarak, işin mutfağına girip, işin arkasındaki teknikleri çözümledikten sonra, siz bir edebiyat ürününe bakarken artık o eski nahif gözünüzle bakabiliyor musunuz? Bu bir tür mesleki deformasyon yaratıyor mu acaba?

 

MG: Aslında eleştirmenlere de sorulabilecek bir soru bu. Yani bir sinema eleştirmeni, bir filmden zevk alıyor mu, almıyor mu? Bence zevk alır. Ben de okuduğum kurmaca metinlerden zevk alırım, ama üzerine düşünmem gerekirse ya da düşündürtürse beni, veya analiz etmem gerekirse de başka bir düşünsel boyuta geçerek o işi yaparım. Bazen de okurken bu ikisi beraber gider. O zaman daha büyük zevk alırım. Aslında karmaşıklaştıkça verdiği zevk de, aldığınız tat da fazlalaşır. Sadece anlatılan hikâyenin gözünüzde canlanmasından ibaret değildir artık o noktadan sonra. Yani, Don Kişot'u okurken aldığımız zevk, sadece bir şövalyenin birileriyle kavga etmesinden doğan komiklik değil, onun bütün arka planı, bütün kurmacası, bütün yapısı ve yarattığı gerçeklik düzlemlerinin kesişmesini de fark ediyor olmaktan doğan bir zevktir. O yüzden de sonu yok aslında, alacağınız entelektüel hazzın.

 

Aslında yaratıcılığınızı geliştirmekle ilgili ilginç bir diyalektik ilişki var, o da şu; ne kadar çok bilirseniz o kadar çok sınırlanırsınız, yani sizden önce yapılmış olanları ne kadar çok bilirseniz o kadar çok "her şey söylenmiş, her şey her şekilde yazılmış" hissine kapılırsınız, bilimin tersidir bu. Bilimde bilmeniz gerekir sizden önce yapılmış olan deneyleri, yaklaşımları ki,  eksik olan parçaları sizin tamamlamanız beklenir. Ama sanatta böyle tamamlanacak bir boşluk yoktur, hiç bir boşluk yoktur. Yani sizin bir şey yazmanızı bekleyen bir yer yok, herkes yapmış, bitirmiş gibi bir görüntü vardır. Siz işte bu bitmiş görüntüyü görüp, bütün sizden önce söylenmiş sözleri, yazılmış romanları, öyküleri bildikçe sınırlarınızın daraldığını hisseder, kendi anlatacağınız hikâyeyi nasıl anlatacaksınız ve anlatmaya değer mi gibi bir sorularla baş başa kalırsınız. Ama ne mutlu ki yaratıcılık işte bu sınırdaki çarpışmadan doğan bir şey. Sizin eğer önünüzde boş bir sayfa varsa, ve aklınızda da hiçbir şey yoksa, hiçbir sorun da yoksa, öyle boşlukla burun buruna durursunuz. Eğer bir sınırdan bahsediyorsak, insanın en temel işlevlerinden biri hayal kurmaktır. Hayali şunun için kurarız aslında; normal düşünce sistemiyle, yani mantığımızı kullanarak neden-sonuç ilişkileriyle bir sonraki adımı, bir sonraki günü bulamıyorsak, tahmin edemiyorsak, o zaman hayal etmeye başlarız. Yani, ormanda bir duvar çıktı karşınıza, öyle düşünün ve arkasını göremiyorsunuz, ama arkası sizin için hayati bir değer taşıyorsa, onun arkasında ne olduğunu tahmin etmeye, hayal kurmaya, yani uydurmaya başlarsınız ve bunun bir yaşamsal değeri vardır. Bizim hayal gücümüz öyle bir şey aslında, normal mantık silsilesi içinde kavrayamadıklarımızı bir biçimde bulmanın yolu. O yüzden de sınırlar yaratıcılığımızı arttırır. Bir başka örnek, sadece edebiyatın bilgisi değil, toplumsal olarak da bizim sıkışmışlığımız, toplumsal sorunlar, bireysel sorunlar, bütün bunlar bireyin üstünde bir baskı kurar, sınırları çizer ve bu sınırları yıkmak için de kişi yeni hayali yöntemler, yeni hayali anlatımlar, kendi ifade yöntemlerini bulur.

 

SE: Bir de "yeryüzünde söylenmemiş söz yoktur" gibi bir gerçekle de ister istemez karşı karşıya kalıyoruz. Bu da bizi nereye götürüyor? Hem yaratıcılık açısından hem de teknik açıdan, söylenen şeyleri kendimizce söylememiz bizi özgün kılıyor, bu yüzden de belki bu teknikler ayrı bir önem kazanıyor.

 

MG: Evet kitapta öyle bir bölüm var. Olay örgüleri sınırlı mıdır değil midir diye? Olay örgüleri dediğimiz şeyin üzerinde Amerikalılar çok çalıştılar, Hollywood sineması çok çalışıyor bu konuda, çünkü bunun direkt bir parasal kaynağı var onları için. Yani bir olay örgüsü bulmak, izlenebilir anlaşılabilir bir olay örgüsü bulmak onlar için çok değerli, o yüzden de, bir sürü kitap var bu konuda, on sekiz olay örgüsü, 36 tip olay örgüsü gibi, ve iddiaları şu ki, bu olay örgüleri dışında bir olay örgüsü anlamlı değildir ve bulamazsınız. Okuduğunuz her şey macera, arayış, takip, imkânsız aşk v.s. gibi şablonlara oturur. "Her şey söylenmiştir" den kasıt da aslında bir nebze o. Ya da Borges "dört tip hikâye vardır dünya üstünde" diyor; mitolojiden kaynaklanan arketipler var, klasik olay örgüleri var ama kendi sanatımızı icra edecğimiz alan aslında kişisel bir alan. Önemli olan, kişinin kendi içerisindeki o öze dair hesaplaşmasını ortaya koyması. O bize özel gelir zaten bir okur olarak. Başkası ne düşünüyor, başkası ne hissediyor bu hepimizi için hâlâ muamma olan bir şey. Ne kadar biz kamera koyup insanların yirmi dört saatlerini izlesek bile şunu yapamıyoruz; onların kafalarının içine girip tam olarak ne düşündüklerini, ne hissettiklerini bilemeyiz, yine bir tek kendi hislerimizle sınırlıyız. O yüzden de edebiyat, o yanılsamayı yarattığı için güzeldir. Bir yandan da bakarız o üçüncü tekilde okuduğumuz kişinin zihnine girmişiz. O yüzden de olay örgüleri önemini kaybeder. Önemini kaybeder dediğim, sadece o

yapının sürdürülmesi için vardır. Ama öze dair olan, insana dair olan şeyler hep önemlidir, ve söylenmesi gerekir ve her seferinde de yenidir o zaten. Her yeni insan ne kadar yeniyse

 

SE: Hollywood'un senaryo teknikleri üzerine yazılan kitaplara bakrtığımızda belli yapılar görüyoruz ama göremediğimiz şey insanın içindeki yaratıcılığı nasıl ortaya çıkartacağımız. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

 

MG: Burada, kitapta ilk bir kaç bölümde özellikle üzerinde durduğum şey o yaratıcılığı nasıl ortaya çıkartacağımızdı. Bir kere çalışmak, kendi üzerinde çalışmak önemli birşey, sanatçının yapması gereken şeylerden bir tanesi o. Dışarıyı gözlemlemek falan filan değil. Çünkü dış dünyayı zaten gözlemliyoruz. Kurmaca dünya yaratmak istiyorsanız o dünyanın insanları, karakterleri, olayları, mekânları sizin kendi dilinizle yarattığınız ölçüde gerçek olur. Denemek, kendine sınırlar koyup o sınırları yıkmaya çalışmak, bütün bunlar yaratıcılığı arttıran şeyler. Mutlaka egzersiz yapmak tabii ki. Egzersiz kötü bir kelime, ama şöyle söylersek; bir defteriniz olsun, her gün ona bir şeyler yazın. Bu biraz daha sempatik geliyor. Kaçınılmaz olan şey de budur, eğer yazmak istiyorsanız, yazmaya hemen başlamanız gerekir. Kursa gitmeyi, şunu bunu yapmayı falan beklemeye gerek yok. Tam tersine bir defter alırsınız ve yazmaya başlarsınız "saçma olur bunları başkasına söylersem" dediğiniz şeyleri. Yaratıcı yazarlara baktığınız zaman akıllarına gelen en basit bir hayalin bile peşinden koşmaya cesaret etmiş yazarlar olduğunu görürsünüz. Bir tane önek vereyim belki çok açıklayıcı olacaktır ; Nabokov'un Lolita adlı kitabını mutlaka herkes bilir. Bu fikrin nasıl ortaya çıktığını Naboov anlatıyor. 1940'larda Fransa'da bir doğa bilimleri müzesinde bir araştırmacı doktor, bir maymuna bir kömür parçası vererek onu resim çizmeye zorluyor. Nabokov da bunu okuyor ve gazete haberi şöyle devam ediyor; "bu dünya üzerindeki resim çizen ilk hayvan, ve çizdiği ilk resim kendi kafesinin parmaklıkları." Bunu okudum diyor Nabokov ve aklıma Lolita'nın hikâyesi geldi . Hiç bir bağlantı yok. Tanpınar da "bir senfoni dinlerken gözümün önüne bir ağaç geliyor, kuru bir ağaç, senfoninin içinde bu bilgi yoktur ama ben bunu hissettim" diyor. O hissin üzerine gittiğiniz zaman, o hayli kovaladığınız zaman siz işte gerçekten anlatmanız, yapmanız, üretmeniz gereken sanat yapıtını buluyorsunuz. Her ne kadar kurallardan tekniklerden bahsetsek de asıl teknik o. Yani sizin kendi düşüncenize değer vermeniz, ama tabi bu değeri de işleyecek aletlerinizin de olması lazım elinizin altında. Okuyarak olan şeyler zaten bunlar, zorlamanın anlamı yok, merakı olan okuyor zaten diye düşünüyorum. Okumayan insanların da yazmayı merak etmeleri ayrı bir sosyolojik konudur zaten. Aşar beni..

 

SE: Murat Gülsoy'a çok teşekkür ediyoruz programamıza katıldığı için

 

MG: Ben teşekkür ederim

 

(18 Kasım 2004 tarihinde Açık Radyo'da Açık Dergi programında yayınlanmıştır.)