Haftanın Kitabı'nda Ceyhan Usanmaz, Behçet Çelik'in yeni romanı "Turuncunun Kıvamı" üzerine konuşuyor.
Bir akışa kapılmaktan farksız Behçet Çelik'in metinlerini okumak. Özellikle "metinleri" demeli çünkü öykü ya da roman fark etmiyor (fark etmeli mi?) bu hissi duymak için. Hatta, şiire doğru yönlendirildiğini de hissediyor insan zaman zaman – boşuna değil epigraflarda, satır aralarındaki göndermelerde kimi mısralara rastlamak.
Peki, nasıl bir akış bu kapıldığımız; ritmi yani? Her akış debdebeli, gürültülü olmak zorunda mı; telaşsız, koşturmadan ilerlemek de mümkün değil mi, arada bir soluklanmak? Zaten tek tek damlalardan oluşmuyor mu aralıksız akıyormuş gibi görünen su da; arada bir birikmiyor mu bir yerlerde, göllenmiyor mu hiç?
“Esra’nın sol elindeki kâğıt mendille ön camdaki buğuyu silmek için uzandığını fark edince ayağını gazdan çekip hafifçe frene dokundu. Zamanı da durdurmak istedi sanki; aniden değil, usulca. Taner’in görüşünü kapatmamak için çene hizasından yukarı kaldırmadığı kolu, zarif parmakları, kalın kaşe kabanın altından hissedilen sıcaklığı (camdaki buğunun asıl nedeni bu olabilirdi), hızlı hareketlerle camı silerken salınan saçlarının yarattığı hafif rüzgâr… Belki bunlar da yeterdi; ama önündeki tuvale geri çekilip bakan bir ressam gibi arkasına yaslanan Esra’nın, iki saniye sonra sol üst köşedeki inatçı buğuyu fark edip yeniden cama uzanırken saldığı ılık soluğun yanağına değmesiyle Taner’in kalbi bir kuş olup ağzında bir süre çırpındıktan sonra uçup gitti. Zaman da tam o anda durdu. Bir an.”
Behçet Çelik, 2012 tarihli Soluk Bir An romanında, Taner'in hayatını değiştiren an'ı böyle tasvir etmişti. Kırklı yaşlarında, dışarıdan bakıldığında mutlu (en azından bir sorun görünmeyen) bir evliliği olan, bir erkek evlat sahibi, bir şirketin idari işler müdürü Taner, o an'dan sonra, yani karısının en yakın arkadaşı Esra’nın o “dokunuşu”yla şehrin her köşesini adeta yeniden görmeye, ne zamandır yapmadığı şeyleri yapmaya başlamıştı. Yeni roman Turuncunun Kıvamı’nda da yine bir an çıkıyor karşımıza, hatta an'lar...
Arka kapakta da vurgulandığı gibi, Behçet Çelik, şehirdeki bir kadının hikâyesini takip ediyor Turuncunun Kıvamı’nda. Sözünü sakınmayan, zorunluluklarla kavgalı, yalnızlığıyla barışık, belirsizliklerden ürkmeyip güç devşiren, durup kalmayı değil hareket etmeyi şiar edinmiş bu kadın bir adamla tanışıyor. Kitaplardan ve şiirden konuştuklarında kendisine hem yakın hem sinir bozucu gelen bu adamla karşılaşmak, kadını çocukluğundan ve gençliğinden unutamadığı üç sihirli an'ın bir benzerine mi götürecek ya da bu yol nereye varacak?
Soluk Bir An'da Esra’nın ılık soluğu Taner'in yanağına değmişti; Turuncunun Kıvamı’nda da bir su damlası, tek bir su damlası gelip elmacık kemiğinin üstüne düşüyor Arzu'nun ya da bir başka yağmur damlası damlayıveriyor yanağına. Bir kez yaşandı mı, bundan sonra yaşanmamış sayılamayacak şeyler gibi... Sanki sadece o üç an'ı yaşamış olmak, dünyaya gelmiş olmak için yeterli görünüyor Arzu'ya.
Behçet Çelik
Turuncunun Kıvamı
İletişim Yayınları, 2024, 204 s.