"Biz Araplar büyük bir yalan mıyız?"

-
Aa
+
a
a
a

6 Ağustos 2006Pınar Hür

Suriye'li şair İbrahim Yazıcı'nın 1868'de yazdığı ünlü şiirindeki şu dize Arap milliyetçiliğinin yönelimini gayet iyi özetler: "Uyan ey Arap ve ayağa kalk!" Filistinli şair Mahmud Derviş ise "Yaz: Ben bir Arabım!" diye başlar 1963'te yazdığı şiire. O yıllar hâlâ Arap olmanın gururunun yaşanabildiği yıllardır. 1991 Körfez Savaşı sırasında "Biz Araplar büyük bir yalan mıyız?" diye sormak zorunda kalan Suriyeli şair Nizar Kabbani'ye bugünlerde Arap entelektüelleri yüksek sesle "Evet!" yanıtını veriyorlar. Sorun İsrail'in Gazze'ye ve Lübnan'a yönelik saldırıları karşısında "sessiz kalan Arap dünyası." Gerçekten de, kamuoyu araştırmalarına göre Arap ülkelerinde "Filistin sorununun kendileri açısından en önemli kişisel sorunları olduğunu" belirtenlerin oranı yüzde 60 ila 80 arasında değişirken, bu sessizliğe anlam vermek zor. Ancak bu durum, Türkiye'de bazı çevrelerin hoşuna gidiyor. "Filistin'in tapusu bizde" diye övünenler, "Arap dünyasının bile" sessiz kaldığı Ortadoğu trajedisini çözmek için attıkları her adımı adeta emperyal bir gururla dünyaya ilan ediyorlar. Katkılarının ne olduğunu ya da bunun Arap dünyasında nasıl karşılandığını henüz tam olarak bilmiyoruz ama, esas bilmediğimiz, olaylara ortak bir tepki göstermesi beklenen "Arap dünyası"nın gerçekten varolup olmadığı.

Tek bir Arap devleti Bugün Atlantik kıyılarından Arabistan Denizi'ne uzanan dev bir coğrafyada, 22 ülkeye dağılmış olarak yaşayan 300 milyon kişinin büyük bir kısmının kendilerini Arap değil Mısırlı, Suriyeli, Ürdünlü, Faslı, Iraklı olarak tanımladığı bir dünyada yaşıyoruz. Arap milliyetçiliğinin, Suriye'deki misyoner okulları aracılığıyla bölgeye sızan liberal fikirlerin mi, Jön Türklerin yerleşik teamüllerden uzaklaşıp Türkleştirme politikalarına yönelmelerinin mi, yoksa İslamcı modernizmin emperyalist tecavüzlere karşı bir tepki olarak "İslamın taşıyıcısı Araplar" fikrini öne çıkarmasının mı ürünü mü olduğu hâlâ tartışılıyor. Muhtemelen bunların bir bileşimi. Ancak hangisi olursa olsun bu "uyanış" sorunları çözmedi. l. Dünya Savaşı sonrasında yapay sınırlar arkasına tıkılan, ancak 1940'lara kadar tam bağımsızlıklarını kazanamayan Araplar sadece Müslümanlar ve Hıristiyanlar; Sünniler ve Şiiler; Maruniler ve Dürziler, Arapça konuşanlar ve Berberice konuşanlar olarak değil, aynı zamanda kabileler, boylar, aileler, köyler ve mahalleler olarak da bölünmüş durumda. Ama bütün bölünmüşlüklerine rağmen, Arap halkları hiçbir zaman kendilerine yabancı gördükleri güçler tarafından yönetilmekten hoşlanmadılar. Bu yüzden de tarihleri boyunca birileri ile ya da birbirleriyle savaştılar. Nitekim devletler halinde biraraya gelebilmeleri de, 1916'da sözde "Büyük Arap İsyanı"nı baştan Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal'ın dediği gibi emperyalist ülkelerin baskısı sonucu oldu. Bu dönemde Arap ulusçuluğunun biçimlenmesine katkıda bulunan laik teorisyenlerin başında Sâtı el-Husrî (1880-1968) geliyordu. Eski Arap kültürünü ve Arapçayı Arap milliyetçiliğinin çimentosu yapmayı hedefleyen Husrî, dil temelli kültür düşüncesini Alman filozofu Herder'den, bu kültürün halka empoze edilmesi fikrini de Jakoben ulusçularından almıştı. Arap milliyetçiliğinin l. ve ll. Dünya Savaşları arasındaki dönemde aldığı yeni biçim ise Baasçılık ve Nasırcılık oldu. Baas ya da açık adıyla Arap Sosyalist Diriliş Partisi (Hizb El Baas El-Arabi El İştiraki) 1943'te Sünni Selahaddin El Bitar ve Ortodoks Mişel Eflak tarafından Şam'da kuruldu. Parti kadroları Nietzsche, Fichte, Bergson, Marx, Gide veya Tolstoy üzerine yürüttükleri akademik tartışmalardan arta kalan enerjilerini tek bir Arap devleti kurmaya hasrettiler. Partinin ideoloğu Sorbonne eğitimli Mişel Eflak, Sâtı El Husrî'nin Arap şovenizmine varan söylemini sert bir İngiliz-Fransız aleyhtarlığı ve antimateryalist mistik sosyalizm demagojisiyle birleştirmişti. "Materyalist komünizme karşı Arap ruhu, yapay ilerleme ve gericiliğe karşı şanlı Arap tarihi, sözde milliyetçiliğe karşı kişilikli milliyetçilik, politik kurnazlığa karşı ilkeli Arapçılık ve bu idealleri yaşama geçirmek için yeni Arap kuşağı" şiarı ile yola çıkan Baas, 1947'de, İskenderun-Hatay bölgesinin yetiştirdiği Alevi-Arap milliyetçilerinden Zeki El-Arsuzi'nin önderliğindeki Arap Dirilişi (El-İhya El-Arabi) hareketiyle, 1952'de ise Arap Sosyalist Partisi (ASP) ile birleşerek kitleselleşti. Özellikle ASP'nin önderi Ekrem Havrani, Hama bölgesindeki topraksız Sünni köylülüğün ve genç subayların desteğini Baas'a taşıdı. Partinin Irak şubesi 1954'te oluşturuldu ve Irak'ta daha önce kurulmuş olan Arap Sosyalist Partisi ile birleşen parti, Arap Baas Sosyalist Partisi adını aldı ve ülkede katı bir baskı rejimi kurdu. 1958'de iktidarı kanlı bir darbe ile ele geçirdikten sonra ilk işi Irak bayrağına Akad tanrıçası İştar'ın sekiz köşeli yıldızını kondurmak olan General Kasım'ın "Önce Irak" politikası Arap milliyetçiliğine vurulmuş ilk ciddi darbe oldu. Hafız Esad'ın Suriye'sinin asıl hedefinin Büyük Suriye'yi kurmak olduğu ise çoktandır biliniyordu.

Arapların Bismarck'ı?.. Suriye ve Irak'ta bunlar olurken, Mısır'da 1952 Temmuz'unda krallığı devirerek iktidara el koyan Hür Subaylar Hareketi'nin perde arkasındaki lideri Nasır, ABD'nin Sovyet etkisini sınırlamak için kendisine yakın Ortadoğu ülkelerine 1955'de kurdurduğu Bağdat Paktı'na dahil olmakta çekinceli davranınca ABD Dışişleri Bakanı J. Foster Dulles tarafından Assuan Barajı'nın yapımı için Dünya Bankası'ndan verilen kredinin dondurulması ile tehdit edildi. Bu fırsatı kaçırmayan Sovyetler Birliği, barajın finansmanını üstlendi, üstelik bunun karşılığında Mısır'ın ne Varşova Paktı'na katılmasını ne de Tarafsızlar Hareketi'nden ayrılmasını talep etti. Böylece ABD'nin yanlış hesabı sonucu Sovyetler, bölgede sağlam bir üs bulmuş oluyordu. Ardından Süveyş Kanalı millileştirmesi ve Cezayir'in bağımsızlık savaşı yeni bir Arap ruhunun doğmasına neden oldu. 1958'de Suriye ve Mısır, Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşme kararı aldı, haritalarda Suriye ve Mısır adları yerine güney bölgesi, kuzey bölgesi yazıldı. Şam'ı ziyaret eden Nasır'a gösterilen ilgiyi gören Araplar, Bismark'larını bulduklarını sanmışlardı. Ancak varılan nokta Arap milliyetçiliğinin liderliğini kimin yapacağı kavgasına dönüştü. 1961'de Suriye'de yapılan askeri darbe, evliliğe son verdi ama Arap milliyetçilerini rüyadan uyandırmaya yetmedi. Mısır 1962-67'de Yemen iç savaşına müdahil oldu, burada ve napalm bile kullandı. Mısır entelektüellerinin Yemenlilerin "cehaleti ve geriliği" karşısında duydukları "hayret" ise Arapçılık tarihine "oryantalist" bir anekdot olarak geçti. 1960'ların sonuna gelindiğinde Arap milliyetçiliği için antiemperyalizm artık çok cazip bir söylem değildi. Çünkü Mısır'daki ve Irak'taki İngiliz varlığı yok edilmiş, Bağdat Paktı dağılmış, Ürdün'deki Britanya komiseri Sir John Bagot Glubb ülkeden gönderilmiş, Lübnan'ın Batı yanlısı başkanı Kamil Şamun bağımsız Fuad Şihab ile yer değiştirmiş, Cezayirliler bir milyon ölüye mal olan şanlı direnişle Fransız emperyalizmine hadlerini bildirmişlerdi. Böylesi bir atmosferde Nasır'ın yeni bir "öteki" bulması gerekti ama bu yeni "öteki" yaşlı emperyal güçlerden dişli çıktı. Çünkü arkasını yeni ve diri bir emperyal güce, ABD'ye dayamıştı. Ve Arap milliyetçiliğinin peygamberi Nasır'ın 1967'de İsrail'e karşı uğradığı yenilgi sadece Mısır'ın değil Arap milliyetçiliğinin de yenilgisi oldu. Nasır'ın yerine geçen Enver Sedat'ın ilk işi Birleşik Arap Cumhuriyeti adını Mısır Arap Cumhuriyeti yapmak oldu, ki burada Arap kelimesi Mısır adını tanımlayan sıfattan fazlası değildi. "Araplar" adına son büyük atak 1973'te Enver Sedat'ın Süveyş Kanalı çevresindeki toprakları ABD ve SSCB'nin baskıları sayesinde İsrail'den geri alması oldu. Ancak altı yıl sonra Sedat'ın İsrail'le barış anlaşması imzalaması, ABD ile ilişkileri sıkılaştırması ve ekonomik liberalizmi seçmesi milliyetçilik yanılsamasına son noktayı koydu. Her devletin kendi sınırları içinde milliyetçilik yapmasının meşruiyetinin ilan edildiği 1995 Hartum Konferansı'ndan beri Arap devletlerini ortak bir Arap davasının ardında görmek mümkün olmadı.

İslam ve milliyetçilik Aslında, 1966'da Nasır tarafından idam edilen Seyyid Kutup gibi İslam düşünürlerine göre zaten milliyetçilikle İslam birbirini dışlayan unsurlardı. Allah'ın gerçekten seçilmiş kulları etnik, ırksal ya da topraksal bağlılıklarına bakılmaksızın tüm Müslümanlardı. Nitekim sömürgeciliğin kötü mirası, gecikmiş modernizasyon süreçlerinin kenara ittiği yoksul kesimlerin memnuniyetsizlikleri, 1950'li yılların milliyetçi rejimlerinin beceriksizlikleri, İslam ulemasının giderek artan politik etkinliği biraraya gelince 1970'lerin sonunda Kuzey Afrika'dan Ortadoğu'ya kadar tüm Arap dünyasında, İslam dini siyasi görüşlerin neredeyse tek taşıyıcısı olmuştu. Sosyalist Cezayir, devrimci Libya, monarşik Fas, laik Tunus, Batı yanlısı Mısır, bölünmüş Lübnan ya da şeriatla yönetilen Suudi Arabistan olsun, kitlelerin mevcut politikalara yönelik tepkileri ve iktidar talepleri İslam dini üzerinden dile getiriliyordu. Son yıllarda kadim Arap milliyetçiliğinin, ılımlı ve radikal siyasal İslam'dan güç alarak (ve ona güç vererek) yeni bir dönemece girdiğini görüyoruz. Pan İslamcı Arapçılık diyebileceğimiz bu yeni yönelimin ipuçlarını bugün Müslüman Kardeşler'in, El Kaide'nin, Hizbullah'ın ve Hamas'ın mesajlarında görebiliyoruz. Ortadoğu'daki sorunlara el atarken eski tapulara atıf yapmak yerine, bu tarihçeyi analiz etmek daha faydalı olur.

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6118