29 Aralık 2010Taraf Gazetesi
Takvim zamanına göre bir yolun sonuna geldiğimizde, neredeyse kadim bir alışkanlığın etkisiyle, ben de “geçmişin muhasebesi”ne takılırım. Bu muhasebeyi, Carlos Fuentes’in deyişiyle, “varoluşumuzun herhangi bir ânında” da yaparız, yapabiliriz şüphesiz. Lakin sanki zihnimiz, yılsonu-yılbaşı diliminde bu işe daha yatkın, daha hevesli oluyor.
Böyle bir muhasebenin yaygın sorularını, Fuentes, Terra Nostra’da yalın bir dille sıralar:“Hepimiz varoluşumuzun herhangi bir ânında sormuşuzdur kendimize; elimize hayatımızı yeniden yaşama fırsatı geçseydi tekrar aynı şekilde mi yaşardık, hangi yanlışlardan sakınırdık, hangi ihmal edilmiş şeyleri düzeltirdik, o gece o kadına onu sevdiğimi söylemeli miydim, neden ölümünden bir gün önce babamı ziyaret etmedim, kilisenin kapısında bana avuç açan dilenciye cebimdeki parayı vermeli miydim, hiç durmadan seçtiğimiz kişileri, işleri, kârları, fikirleri yeniden seçebiliriz, çünkü hayat bir şeyle başka bir şey arasında sonsuz sayıda seçimlerden ibarettir, hiç bitmeyen bir seçim...”
Peki, hayatımızı seçtiklerimiz mi belirler, yoksa seçmediklerimiz mi? Ben Fuentes gibi, yaptıklarımızdan ziyade, yapmadıklarımızın eseri olduğumuzu düşünürüm: “Öyle olabilecek olan ama olmayanların belleği; en büyük ve en küçük ayrıntılarına kadar, yapılmamış hareketler, söylenmemiş sözler, feda edilmiş seçimler, ertelenmiş kararlar...”
Hepsine bir açıklamamız vardır muhtemelen! “Geçmiş muhasebesinin” en yakıcı sorusu, geçmiş üzerine tefekkürü hakiki bir muhasebeye çevirecek olan soru, tam da burada devreye girer: Yoksa bu “açıklamalar” aslında birer “bahane”den mi ibaretler?
Türkiye sinemasının beni en çok etkileyen filmlerden biri de 9’dur. Ümit Ünal’ın 2002 yılında yaptığı bu film, o zamanlar ilgi çekmiş olsa da, sonraları nisyana mahkûm edildi ne yazık ki! İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde bir sokak kızı vardır. Mahalleli “Kirpi” ismini takmıştır bu hayal gibi kıza. Bir gün vahşice katledilir bu ne göğe ne de yere ait olan kız. Polis, mahalleden altı kişiyi cinayetle ilgileri olabileceği şüphesiyle sorguya alır. Filmin büyük bir kısmı, polis kamerasından çekilmiş gibi duran sorgu sahneleriyle geçer.
Sorgulananlardan biri, fotoğrafçı Firuz’dur. Ali Poyrazoğlu’nun olağanüstü bir oyunla canlandırdığı Firuz, hayatı ıskaladığına inanmaktadır. Firuz’un sorgusu, daha doğrusu sorgu sırasındaki hali ve sözleri, hafızama demir atmış film sahnelerdendir.
Çok zaman geçti üzerinden; hafızam sahneyi kendine göre yeniden kurmuş olabilir; ama sahneyi şöyle hatırlıyorum: Firuz, hayatının açmazını anlatır. Hep uçmak istemiştir. Her fırsatta, boş bir alanda bulunan bir kayanın üzerine çıkmış, uçmaya hazırlanmış ve her seferinde bir “söz”, bir “işaret” beklemiştir. O söz ve işaret gelirse uçabilecekmiş; ancak bir türlü gelmemiş. Sonra o sözü veya işareti beklemeden uçmayı denemeye karar vermiş. Belki de kayadan atlayınca, havadayken gelirmiş o söz veya işaret. Yine gelmemiş; Firuz da, acıyla yere çakılmış...
Filmi izledikten sonra, kendimi sorgularken kayırabileceğim, açıkçası rahatlatabileceğim sihirli bir sığınak olarak algılamıştım o sahneyi. Yıllar geçtikçe, “yoksa bu da Firuz’un bahanesi mi” diye düşünmeye başladım. Yapamadıklarımızdan kendimizi değil, hep dışarıyı, başkalarını, başka şeyleri sorumlu tutmanın dayanılmaz hafifliğine kanmışım gibi geldi bana. Dünyayı kendimizle sınırlama veya kendimizden hareketle kurma eğilimine ben de kapılmıştım herhalde.Luis Bunuel’in, Türkçe’de Mahvedici Melek veya Ölüm Meleği olarak bilinen El Angel Exreminador filmini izledikten, özellikle de Fuentes’in bu filmle ilgili değerlendirmesini okuduktan sonra, bunu daha iyi fark ettim. Film, bir villada nezih bir kutlama için biraraya gelen “seçkin şahsiyetler” arasında, bu villada kapalı kalmaları üzerine başlayan mahvedici döngüyü anlatır. İlk konuklar, villadan ayrılmak için kapıya yöneldiklerinde “kolektif bir nevroz”a tutulurlar. Bilinmeyen bir dürtü, günlerce evin eşiğini aşmalarını engeller. Hayatta kalmak için birbirlerini yemeye başlarlar, kendi dünyalarından başka bir gerçekliği tanımayan bu “soylu burjuva karakterler”.
Bunuel’in bu filmde ve başka birçok filmde işlediği “gerçeklik” teması hakkında Fuentes’i dinleyelim: “Gerçeklik, görebileceğimiz veya görmeyi umabileceğimizden çok daha fazla; gerçeklik paketime ne kadar dikkatle bakarsam bakayım, onun gerçekliğin bütünü değil, sadece bir paketi, bir parçası olduğunu görüyorum: Başkalarının ne gördüğünü hesaba katmaksızın gerçekliği göremeyiz. Bunu kabul ederseniz, daha büyük, daha yoğun bir gerçeklik arzularsınız ve ona göre davranırsınız.”
Yani, der Fuentes, “Luis Bunuel’in sineması, başkalarıyla birlikte olmanın utkuları ve yenilgileri üzerine uçsuz bucaksız bir metafor sunar. ‘Cehennem başkalarıdır,’ der Sartre’da bir karakter. ‘Ama başka bir cennet yok,’ diye yanıtlar onu Bunuel.”
İyi yıllar!..