Hikâyenin Kadın Hali’nde, çocukluğu Güneydoğu’da geçmiş on dokuz gençle yaptıkları söyleşileri içeren Bildiğin Gibi Değil: 90’lar Güneydoğu’da Çocuk Olmak başlıklı kitapları hakkında konuşmak üzere Rojin Akın ve Funda Danışman Çiğdem Mater’in konuğu oldular.
Dinlemek için:
İndirmek için: mp3, 48 Mb.
21 Temmuz 2011 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.
Yıldırım Türker’in sunuşu:
Üvey Kardeş Dilinden
Sözlü tarih çalışmalarının en özlülerinden biri, bu kitap.
Bundan yüzlerce yıl sonraya kalacak bir belge, dolayısıyla.
Onlarca yıldır hayatımızın, önünde kan ve ter döktüğümüz kördüğümünü anlamak için başvuracak insanlık, 90'lı yıllarda çocukluğunu cehennemin tam gözünde geçirmiş insanların anlatısına.
Onları, insan aklının alamayacağı bir zulümle yaralamış olan devlet aygıtının sığ-derin bütün yüzleri var bu kitapta. Kürt isyanının doğuş hikâyesi de.
Ama en önemlisi çocuk gözünden; en çıplak, en güçlü, en kırılgan olanın, insan tomurcuğunun yanı başından bakmaya zorluyor bizi.
Başkasının yarasına gözlerimizi kaçıramadan bakmanın aynasına buyur ediyor.
O yıllardan sağ kalanlar, dev bir yetimler ordusu olarak ulaşabileceğimiz bir mesafede yaşıyor.
Onlara yaşatılan zulüm, insanlık tarihinin en kanlı toplama kamplarını aratmayacak zenginlikte.
Anna Frank'ın güncesi, savaşın, ırkçılığın, vahşetin hikâyesini en kapsamlı tarih metinlerinden daha güçlü hissettirir insana. Hiçbir şey, on üç yaşındaki o hülyalı kız çocuğunun arta kalan sözcükleri kadar yakıcı olamaz.
Bu kitapta da onca işkenceden geçip sağ kalmayı başarmış insanların hikâyelerini dinleyeceğiz. Sanki bir ateşin başında, fısıltıyla anlatılıyormuş gibi.
Onları okurken kendi çocukluğumuzun yaralarıyla yüzleşeceğiz bir kez daha. Çünkü bilirsiniz, "Gökyüzü gibi şu çocukluk / Hiçbir yere gitmiyor."
Gazete yazarı olmaya karar verişim, o yıllara dayanır. O vahşi 92-93-94 yıllarına. Henüz yabancı gazetecilere rehberlik yaparak hayatımı kazandığım yıllar. 1993 yılında ilk olarak gittiğim Diyarbakır üstüne izlenimlerimi yazmıştım. Bu kitaptaki anlatıların iklimini:
Diyarbakır beni karşılamadı. Sessiz bir çamur deryası; kişiliksiz, yüzü silinmiş bir şehir. Mezopotamya'nın bu surlarıyla korunaklı, kervansaraylarıyla şefkatli şehrinin hiçbir konuğa kucak açacak, yalandan da olsa güleryüz gösterecek hali kalmamış. Bulmaca meraklısı bir gezgine sır vermeyecek; akşam yürüyüşlerinin yapıldığı ana caddesinden, alışveriş merkezine, oradan yoksul semtlerine kadar her türlü bilgiyi aynı suratsızlık, aynı ketumlukla sakınacak. İnsanları, bu şehri keşfe gelmiş bu beyaz adamlara ürkü yüklü bir uzaklıkla bakıyor. Burası artık kimsenin şehri değil. İnsanlar burada yaşamıyor, saklanıyor. Onların saklandıkları şeyin adını koymak, belki bu coğrafyayı anlamak için atılacak ilk adım. Diyarbakırlılar burada asal olarak ne askerden ne PKK'den ne de hayali ya da hayal edilemeyen düşmanlardan saklanıyor. Onlar, kendi kimliklerinden, pek anlam veremedikleri bir kinle silinen tarihlerinden, kısacası Kürt olmaktan saklanıyor. Bunun adı, olağanüstü hal. Gündüz vakti caddelerden zırhlı kamyonlarıyla, ağır silahları şehre dönük, elleri tetikte askerler geçiyor. Yirmilerinde Batılı gençler. Sokaklarda gün boyu zeytin, pekmez, kaçak tütün, pestil, sucuk ve İran'dan gelme meyveler satılıyor. Diyarbakır, İpek Yolu'nun canalıcı bir noktasında, kocaman bir şark çıbanıyla yaralanmış yüzü ve kebapçıların ekşi yanık yağ kokusuyla tütsülenmiş sokaklarıyla bize sanki tarih öncesinden kalma, dilden dile incelmiş bir mesel söylüyor. Giderek o zulüm meselinin kendisine dönüşüyor. Diyarbakır, artık bir şehir değil. Şehir, en bildik tanımıyla bir ilişkiler bütünüdür. Diyarbakır, bir şehir değil. Çıplak işkence hikâyeleri dinliyoruz. Tercüman olmanın dünyaya karşı bir duruş biçimi olduğunu kavramam zaman alacak. Gazeteci olmak da öyle. İlk gün, tercüman olduğum biri Amerikalı diğeri Kanadalı gazetecilere tüketici bir düşmanlık besliyorum. Tüketici, çünkü bir yanıyla kendimi aklamaya yönelik bir düşmanlık bu. İnsanlar gördükleri işkenceyi, öldürülen çocuklarını, yakılan köylerini, soğuk ve açlığın elinden çektiklerini anlatırlarsa, yaşadıkları gerçeklik kazanacak; yoksa tanık olduğu insan ötesi, olağandışı vahşete kimseyi inandıramayan, tek başına tanık olduğu şey yüzünden ebedi bir yalnızlığa hapsedilen korku filmi kahramanları gibi çaresiz kalacaklarını hissederek anlatmak için kuyruğa giriyorlar. Hikâyeler kopuk, mantık zedeli, zamandizinsel bütünlüğe sahip değil. Yaşananlar gibi. Hikâyeler üst üste bindikçe aynılaşıyor; sıralamada, ayrıntıda tekrara düşüyor farklı köylerden farklı insanlar. Çünkü zulmün hayal gücü, tahammülümüzle sınırlıdır. Zulmün yaratıcılığı da insan onurunun, insan vücudunun sınırlarıyla belirleniyor.
Köylüler sabah 4:00-4:30'da caminin hoparlörüyle uyandırılıyor. Camiye toplanıyorlar. Sabah saat 8'e kadar mühlet veriliyor. Evlerini boşaltıp köyü terk edecekler. Korucu olmayı kabul etmeyen bu köy haritadan silinecek. Köy meydanında birkaç köylü öldüresiye hırpalanıyor. O sırada evlerden birkaçı ateşe veriliyor. Ateş, tarihin gelmiş geçmiş en etkili sözü. Ateş hayatla, geçmişle arana girdi mi kıyımın bile yapamadığını yapıyor. Ateş, dönebileceğin, bir gün dönebilme umuduyla açlığa, yokluğa direndiğin tarihini, yuvanı siliyor.
Tızyan adında çocuklar—
Biz dinliyoruz. Beyazlara has bir soğukkanlılıkla ayrıntıları deşiyoruz. Nerene vurdular? Elleriyle mi? Ne kadar asılı kaldın? Elektriği kaç kez verdiler? Çocuğuna ne yediriyorsun? Soğuk muydu? Kaç kilometre yürüdünüz? Ailenden ölen oldu mu? Ölüsünü aldın mı? Nasıl gömdün?
Anlatılanlar Kürtçeden Türkçeye, Türkçeden İngilizceye çevriliyor. Üç dilde kıyım, işkence, acı. Her sözcüğün karşılığı her dilde farklı ürpertiler, farklı tarihler yükleniyor. Gazeteciler soruyor: "Sizce durum düzelecek mi?" Kürtler, "Hayır!" diyor. Gazeteciler soruyor: "Umudunuz yok mu?" Kürtler, "Hayır!" diyor, "Hayır, yoktur." Tırnaklarının altından şişler sokularak, ağzına elektrik verilip hayaları burularak on gün sürekli işkence gören, sonra da otuz altı yıl hüküm yiyen on dokuz yaşındaki oğlunu anlatan anaya soruyorlar: "Temyiz imkânı var mı?" Genç ana, "Hayır," diyor, "bizi kimse dinlemiyor," diyor, "o orada, ben burada ölüp gideceğiz," diyor. "Hayır" diyor. Bu kadar keskin bir inançla, bıçak çeker gibi "Hayır" diyen insanlar, gazetecileri korkutuyor. Bu insanların, hikâyelerini kayda geçsin diye Doğunun o şaşmaz lehçesiyle anlatarak, bıkıp usanmadan, yüz yıl sonra da anlatılsın, unutulmasın diye anlatarak tarih yazdıklarını kavrayabilmek çok güç, bir Batılı için. Çünkü, onlar Batılı. Yanmış köyleri, sakat kalmış, ailesi ölmüş insanları, işkence mağdurlarını gördükten sonra dahi anlatılan bir hikâye karşısında bana dönüp "Sence abartıyorlar mı?" diye soruyorlar. Abartı peşindeler. Bu hayat tasvirinde küçücük bir abartı alanı kalmış gibi.
Diyarbakır-Mardin yoluna çıktığımızda dağlara sis inmişti. Bu toprakların yürek paralayıcı güzelliği, hoyrat hüznü susturdu hepimizi. Bismil, Mazı Dağı, Silopi. Büyülü isimler. Sis, korkuyla aramı açıyor. Bu coğrafyada ölüm yadırganası, durmadan uzağa itilen, başkalarının derdi değil.
Tızyan'a gidiyoruz. Sarp bir dağ köyü. Anayoldan saptığımızda taksimizin şoförünü bir korku alıyor. Tızyan'a varabilecek miyiz? Çamurlu bir dağ yolu kıvrıla kıvrıla bizi sisin bilinmezine sürüklüyor. Tızyan'ı asker basmış. Boş bir evde iki gerilla saklanıyormuş. Asker, köylüyü evin önüne toplamış. Herkesi bir bir o evin kapısına yollamış. Köylüler, içerinin karanlığına bakıp, "Burası boş, kimse yok," diyormuş. Asker, içeride saklandığına inandığı iki gerilladan bir tepki bekliyor, köylüleri mayın tarlasına eşek sürer gibi evin kapısına sürüyormuş. Köylüler içeri bakıyor, gerillalarla göz göze geliyor, "Kimse yok," diyormuş. "Burası boş." Sıra köyün meczubuna gelmiş. Herkesin yüreği tetikte. Meczup içeri girmiş. Çığlığı basıvermiş: "Burda iki kişi var." Ateş açılmış, meczup da öldürülmüş. Sonuç: "Çatışmada bölücü örgüt üyesi üç militan ele geçirildi."
Tızyan, ertesi sabah boşaltılmış. Yakılmış. Tızyan'a gidiyoruz. Haritalar yalan söyler mi? Buraya ilişkin bütün kayıtlar yalan söyleyebilir. Yol bitmek bilmiyor. Birden bu dağlarda, bu sisin kalın örtüsü altında, bu bizi nereye götürdüğünü bilemediğimiz yolda kaybolmak istiyorum. Vahşetin ağırlaştırdığı yüreğim dünyanın tam da bu noktasında, bir kez daha yaşayamayacağım şu anda kanatlansın, hayatımın en uzun yedi kilometresinde kaybolayım istiyorum. Sis, korkuyla arama giriyor. Tızyan, birden bir hayalet gibi karşımızda beliriyor. Yüz elli haneli, tepe üstüne kurulu bir köy. Taş evleriyle Doğunun güçlü, mağrur dokusu.
Tızyan'ı gördüm. Bir insan ölüsünü görmek kadar acıtıcıydı. Yüzlerce yıldır ayakta, kaç nesle yurt olmuş bu köy sisin içinde korkunç bir yalnızlığa mahkûm edilmiş. Kimi evleri yıkılmış, kimileri yakılmış. Evlerin kırık camlarından yeni badana edilmiş bir duvar, külünü saklayan bir ocak, bir şilte parçası görülüyor. İşte insanların son gün toplandıkları cami. İşte o meydan. Hırçın kuş sürülerinin sesi dışında som bir sessizlik.
Ertesi gün Batman'a yola çıkıyoruz. Biz bir jandarma karakolunda bekletilirken otobüsler dolusu asker adayının geldiğini görüyoruz. On kadar otobüs yola dizilip duruyor. Genç yolcularını ovaya boşaltıyor. Belki onlar da bu güneşli günde benim gibi, hayatlarında böylesine geniş, böylesine ferah bir gökyüzü görmediklerini düşünüyorlar. Hepsinin boynu bükük. İlk yenilgilerini doğa karşısında yaşıyorlar. Onları uğurlayan davul zurnaların böbürü çoktan unutulmuş. Artık korku var, savaş var.
Batman yolundan geri çevriliyoruz. Kendi güvenliğimiz için. Bingöl yoluna sapıyoruz. Artık Kulp'a kadar bütün köyler boşaltılmış. Lice'ye ulaşmak imkânsız. Gidebildiğimiz kadar gidip boşaltılmış, kimi evleri yakılmış bir köy daha geziyoruz. Sis dağıldı. Güneş neredeyse yakıcı. Çok yoksul olduğu için Diyarbakır'a göçememiş, yan köye sığınmış bir köylüye soruyoruz: "Neden korucu olmayı kabul etmedin?" "Korucu olmak silah kuşanmak demek. Adam öldürmek demek. Ben sineği öldüremem," diyor.
Köylerinden sürgün edilmiş köylüler, olan biteni bitkin bir alışkanlıkla anlatıyor. Korkunun, acının ötesine geçmiş insanların umursamazlığıyla. "Bir gün döneriz. Dersim'ler gördük. Yine döndük. Yine döneriz," diyorlar. Ama onları altüst eden, anlatırken seslerini, öfkelerini denetleyemedikleri bir şey var. Taşlar. Boşaltılan köylerindeki evlerinin taşları sökülüp askeri araçlara yükleniyor ve ilçede jandarma karakolu binasında kullanılıyor.
Açlık, yurtsuzluk, yılgınlık değil ama bu, onları öldürebilir. Kurşuna, yangına, yalnızlığa direnen taşlarını istiyorlar. İşte o taşları yerine koyamazlar. Atalarından kalmış o taşlar.
Döndüğümde dostlarım "Korktun mu?" diye sordu. Evet, korktum. En çok da o kartaldan. Bölge valisinin makam odasındaki içi doldurulmuş, tozlu, tüyü teleği dökülmüş o kartaldan. Sonrası rüyalarım. Tırnak altlarına şiş sokulmuş oğlan, Diyarbakır sürgününde açlıktan hastalanmış bebek, iki oğlunu da kaybetmiş ana, yurtsuz kalmış binlerce köylü, beni de aralarına almış bir ağızdan bağırıyorlar: "Ne mutlu Türküm diyene!"
Kendini yiyen kaplanlar
Bilimin gönülsüz denekleri olan hayvanlar yaşanan savaşın hikâyesini anlatmıştı. NATO bombalarının ölümle köprü kuran patlama sesleri Belgrad Hayvanat Bahçesi'ndeki hayvanların çoğunu hasta etmiş. Yaşadıkları aşırı stres sonucu kimi hayvanlar çocuklarını yemeye, birbirleriyle şiddetli geçimsizlik işaretleri göstermeye başlamış. Bir zamanlar dost olan hayvanlar birbirlerinin kanlısı olmuş. Gazetelerde bombardıman stresini en ağır yaşayanlardan biri olan bir kaplanın resmini görmüştüm. Arka pençelerini kemire kemire yemişti.
Bir keresinde "Gündelik Hayatın Travması" başlıklı bir konuşma için o dönemin görüşmüş olduğum çocuklarından üçünü seçmiştim.
Vakalardan ilki on beş yaşında bir kız çocuğuydu. Son derece güçlü bir dil duygusuna sahip, pırıl pırıl gözleriyle yeni hayatına uyum sağlama konusunda ciddi adımlar atmış olduğu apaçık görülebilen olağanüstü zeki bir kız. Küçücük yaşında geçirdiği ağır işkence ve tacize rağmen yüreğine sahip çıkmış, içini acılaştırmamıştı.
İkinci vaka, konuşamayan, zorlamamız sonucu kırık dökük diliyle başına gelenleri anlatmaya çalışan, gözleriyle bütün dünyadan hesap soran, iyice küsmüş, her gece kâbuslarla yataktan dışarı uğrayan on altı yaşında bir oğlan çocuğuydu. Başına gelenleri dile dökmek istemiyor, bizim meraklı sorularımız karşısında adeta öfkeyle geriliyordu. Bu iki vakayı da yanı başında durduğum yabancı gazeteciye tercüme ederken kendimi kurbanlara ihanet içinde hissetmem beni çok sarsmıştı. Acı, hiçbir dilde aynı karşılığı bulmuyordu. Acıyı tercüme etmek imkânsızdı. Ağır travma vakalarının basitçe başka bir dile aktarılması asla aydınlatıcı olmuyordu. Kurbanın, tercüman olan benim ve sonunda dönüştürücü bir süzgeçten geçmiş anlatının aktarıldığı gazetecinin yüzünü döndüğü resimler birbirinden çok farklıydı. Bu farkı ne kadar aza indirmeye çırpınsam da korkunç yetersizlik duygusundan, dillerimizin, kültürlerimizin bizi kilitlediği zindandan çıkamıyor, soluk alamıyordum.
Hele ikinci vakanın, babasının yan odada iki gün sonra kaldıramayıp öleceği işkenceden geçerken attığı çığlıklarda asılı kalmış hayatını anlatırken kullandığı dil, yani Türkçe, onun ikinci diliydi. O da acıyı kendi yaşadığı, dillendirdiği gibi aktarmıyor, onun tercümesi üstüne binen benim tercümemle iş iyice içinden çıkılmaz bir iletişimsizlik alıştırmasına dönüşüyordu.
İkinci vakaya tanıklığımdan sonra büyük bir korkuya kapılmış, ilk çocuğun, o ışıltılı küçük kızın bende yaratmış olduğu kesin, lekesiz şefkat ve merhamet duygusuna hiç benzemeyen bir acıyla çaresiz kalmıştım. İçimde o küçük kızı bir kahraman olarak kucaklayan, onun travmasıyla baş etme biçimi karşısında hayranlıkla tanımlanmış bir acı çeken ben, ikinci işkence kurbanı, savaşı kaybetmiş o dilsiz çocuk karşısında benzer bir şefkate sarılamıyordum.
Uzaktan bakanlar için bütün meselenin özü burada yatıyor kanımca.
Acılarına tanık olmayı on yıllar boyunca reddettiğimiz insanların içleri acılaşmadan, pırıl pırıl bir bilinçle yollarına devam etmesini istiyoruz. Zamanında görmediğimiz, görmekten kaçındığımız zulmün izlerini bile görmeye tahammülümüz yok.
Barış dilini, bağışlayıcılığı ille onlardan bekliyoruz.
Büyük bir cesaretle gözaltındayken uğradığı tecavüzü anlatan on sekiz yaşındaki delikanlı, üçüncü vakaydı. O da inançlarıyla, "kavgasıyla" yaşadıklarının üstesinden gelebileceğine karar vermiş, her şeyi göze alıp yaşadıklarını anlatmaya sıvanmıştı. Amerikalı gazeteciyse bütün tutturukluğuyla çocuğun ırzına geçen copun kaç santiminin kullanıldığını öğrenmek peşindeydi.
O odada üç kişinin, mağdur, gazeteci ve tercümanın yaşadığı dil ilişkisi gerçekten de konunun uzmanı bir grup terapist ve olağanüstü donanımlı bir kültür tercümanı istiyordu.
Bu topraklarda 90'ların üstünden on yıldan fazla geçmesine rağmen bu toplumda muktedir fikir erbabı hâlâ hangi konumda, hangi konuda uzman olursa olsun milliyetçiliğin köpek dişleriyle hayata tutunuyor, savaşın, işkencenin, görmezden geldikleri onca zulmün travmasıyla önce kendi evlatlarını yiyor, sonra kendi yüreklerini kemirerek kendilerini sakat bırakıyorlar.
Hazal'dan sonrası—
Funda ile Rojin de çocuklukları o yıllara denk düşen, o bölgeden iki genç kadın.
Hayran olunası bir sadakat ve sabırla, sağ kalan kardeşlerini dinlemişler, bize sunuyorlar.
On dokuz kadın ve adamın hayatta kalma hikâyelerini okurken bunların hepsinin bizim hikâyemiz olduğunu unutmamalı. Babaları gözleri önünde öldürülen, anneleri dayakla felç edilen, kardeşlerinin ölüsü bir koyakta bulunuveren, hayal gücünü zorlayan işkencelerden geçen, cinsel tacize uğrayan, durmadan üniformalı öğretmenlerden, askerlerden, polislerden dayak yiyen bu çocuklar artık büyüdü.
Hepsinin ilk hatırladığı, ölüm.
Çoğunluk bir yakınlarının paramparça edilmiş bedeniyle karşılaşmışlar daha birer çocukken.
Devletimiz, kirli sarı bir yılışıklıkla "kardeşimiz" dediği insanların bir kuşağını öldürüp bir kuşağının çocukluğunu nasıl yaralamış. Belki de ancak o üveylerin ağzından dinlediğimizde anlayacağız Kürtleri, isyanı, o toprakların acısını, dağların uğultusunu.
Wanbetan'ın anlattığı, "Sanki gözleri yırtılıyor" gibi bakan suskun kız çocuğu Hazal'la tanışın. Babasını konuşturmak için gözleri önünde dokuz kişi tarafından ırzına geçilen, layık görüldüğü zulüm karşısında lal olan Hazal'ı.
"Hazal'dan sonra nasıl yaşayabiliriz?"i düşünelim sonra. Hep birlikte.
Hazal'ı sağaltacak bir dünyanın harcı nasıl atılır? Duyduğumuz derin tiksinti ve utançla, insan kalarak nasıl baş edebiliriz?
Şu an, hayatımızın en acil sorusu budur.
İstanbul, Mayıs 2011