Bedenimizle Hesaplaşmak
"Ötekine göründüğümüz sürece kendimizi "köle" olarak düşünebiliriz."
Sartre
"İnsan bedenini nasıl algılamalı?" diye sormuştu bir arkadaş. Oysa soru, "İnsan bedenini algılamalı mı?" diye sorulabilir.
Modern insan, bedeninin fazlasıyla farkındadır ve bu farkındalık, doğası gereği bir kamusallık yaratır. Bu yüzden modern dönemde beden önemli bir egemenlik alanıydı. Post-modern dönemde ise görsel kimliklerin ve çeşitliliğin etkinleşmesi ile birlikte bedeni algılama ve sunma sorunu daha da öne çıkıyor.
Kapitalizm post-modern dönemde de reklam filmleri üzerinden bir beden politikası sunmaktadır. Görsel kimlikler kaçınılmaz olarak kitlesel algıya sunulan, hazır üretim nesnelerdir. Spor aleti satan bir reklamda gördüğümüz kaslı "mükemmel" vücut; hem "kusursuz beden" algısını kitle kültüründe örneklendirmektedir, hem de o ürünü alırsak "kusursuz beden" ve "mükemmel insan" a yaklaşabileceğimiz güdüsünü yaratmaya çalışmaktadır. Dahası giyim eşyaları gibi, beden ve güzellik algısının da modaya tabi olduğu bir dönemdeyiz.
Modern insan - günümüz insanı-, kendini bedeni üzerinden yeniden tanımlamaya ve bir kimlik edinmeye fazlasıyla heveslidir. Oysa bir Kızılderili için bedeni yoktur! Kızılderili'nin bedeni ile ilişkisi, modern insanın anladığı anlamda bir tanıma, meydan okuma, deforme etme diyalektiğinden geçmez. Onun için bedeni, toprağın ve yeryüzünün bir parçasıdır, bir ağaç kadar tabiata aittir. Ölür ve toprak olur. Doğanın bir parçası olan beden, doğa renklerine boyanır, imlenir; tüyler ve derilerle bezenir.
Kızılderili, bedeninin farkında değildir, onu doğanın bir parçası olarak algılar. Doğanın farkında olmak ise Kızılderili için bir yaşam tarzıdır. Bunun aksine, modern insan için doğanın yokmuş gibi yapılması ve doğaya egemen olma mücadelesi, bedeni fethetme süreci ile paralel yaşanır.
Kızılderili için bedeni, mükemmelleştirilmesi ve kusurları ile savaşılması gereken bir egemenlik alanı değil, doğanın bir parçası olan bir varoluş halidir sadece. Beden çatlak ve yarıkları ile sahiplenilir, tıpkı doğa gibi, tümsek ve çukurları, kırılganlığı ve doğurganlığı ile içselleştirilir.
Modern insanın bedene bakışı, daha baştan bedenini şekillendirme ve ehlileştirme barındırır. Sorunun temelinde bedenle bir kavga süreci vardır. Modern insan, bedenini net olarak bir mülkiyet ilişkisi içerisinde tanımlar ve egemenlik alanı olarak görür.
Bedenin kırılganlığı, modern insan için bir kâbustur, korselerle, makyajla, estetik ameliyatla yok edilmesi gereken bir olgudur. Post-modern insan için ise, bedeni bir oyun alanıdır. Tekrar tekrar estetik ameliyatlarla, piercing, kalıcı makyaj ve "body building" çılgınlığı ile şekillendirilmiştir. Modernizm bedeni fethetmeyi hedeflerken, post-modernizm, tabiri caizse, bedeni iğfal etmeyi hedef edinir. Önce kitle kültürünün nesnesi haline getirilen beden, daha sonra ise değişen tüketici yapısına bağlı olarak bireysel oyun alanının bir öğesi kılınır.
Post-modern zamanlarda hukuk, bedeni kişisel mülkiyetin bir parçası olarak algılar; Sosyoloji içinse, toplumsal kültürün, yani tüketim bileşiminin bir ögesidir, görsel kimlikler tüketimle ilişkilendirilerek açıklanır.
Her halükârda doğadan ve özün gürleşmesinden uzak bir noktada olduğumuz gerçeği önümüzde duruyor. Bedeni bu mülkiyetleştirilme sürecinden kurtarmak için ilk yapılması gereken, acaba öncelikle onu algılama çabasından uzaklaşmak ve yüzümüzü doğaya dönmek midir?