Barışı İstiyorsak

-
Aa
+
a
a
a

Açık Gazete'de Mithat Sancar'la anayasa değişikliği referandumu için yürütülen kampanyalardan ve 1 Eylül Barış Günü vesilesiyle barıştan söz ettik: “Barış istiyorsan barışı hazırla!”

 

Dinlemek için:

 

İndirmek için: mp3, 28 Mb.

1 Eylül 2010 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.

 

Açık Gazete'nin ve Açık Gazete içinde yayınlanan Meo Voto köşesinin podcast servisine abone olmak için tıklayın.

 

Ömer Madra: Senin köşenin adı “Meo Voto” yani “Benim fikrim..” adı hiçbir zaman bu kadar güncel hale gelmemişti; tam da anayasa referandumuna uygun düşüyor değil mi?

 

Mithat Sancar: Evet.

 

ÖM: Ne yapacağız? Bu kampanyalar aldı kontrolden çıkmış bir şekilde gidiyor. Biraz bunun üzerinde konuşalım.

 

MS: Evet iyi olur. Tabii oylamanın anlamı biraz arka planda kalmaya başladı kampanyalar süresince. Hatta kampanyalar kızıştıkça bizim alışageldiğimiz sataşmalar, kişisel suçlamalar, aşağılamalar, dalga geçmeler falan çoğaldı. Bu tabii tedirgin ediyor beni, daha doğrusu biraz kızdırıyor, üzüyor da diyebilirim.

 

Ortada garip bir tablo var; bu oylamanın anlamı ve oylanacak şeyin işlevi ile bunu savunanların veya karşı çıkanların söylemleri sanki uyuşmuyor. Demek istediğim biraz daha açık olarak şöyle; ben bu değişikliği demokratikleşme yönünde, Türkiye’nin sorunlarını demokrasi içinde çözme yönünde atılmış mütevazı, ama önemli bir adım olarak görüyorum. Bu oylama da aynı anlamı taşıyor bana göre, referandumdan “evet” oyu çıkması Türkiye’de demokratikleşmenin, bu yönde reformlar yapmanın zeminini güçlendirecektir; “hayır” çıkması Türkiye’de mevcut sistemin, yaygın adıyla statükonun devamını isteyenleri biraz daha cesaretlendirecek moral kazandıracaktır onlara. Ama bir yandan da bu değişikliği en çok savunan, taşıyıcılığını yapan bir AKP var karşımızda. AKP’nin seçim ya da referandum kampanyası meydanlarında Başbakan aracılığıyla kullandığı üslup giderek bu işlevin ruhuna, anlamına aykırı düşmeye başladı bana göre. Yani bir demokratikleşme, reformların gelişmesi, ilerlemesi ve bu sayede tabii Kürt sorununa barışçıl bir çözüm bulma hedefi ile bunu savunduğunu iddia eden, bu “evet”in arkasında olan partinin söylemleri bununla uyuşmuyor. Diğer yanda CHP buna karşı çıkıyor, ama Kılıçtaroğlu’nun da gerekçeleri ve bazı konularda açıkladığı görüşler aslında ‘hayır’ın ruhuna uymuyor; tersine çevirmek neredeyse mümkün görünüyor bana. Kılıçdaroğlu’nun meydanlarda söylediklerinin bir kısmı en azından onun ‘hayır’ demesini meşru kılmıyor, tam tersine ‘evet’ demesini gerektiriyor.

 

ÖM: Çok ilginç!

 

MS: Evet böyle bir intiba uyanıyor bende en azından, mesela Tayyip Erdoğan’ın da meydanlarda söyledikleri “hayır” demesini daha makul kılıyor.

 

Avi Haligua: Tayyip Erdoğan zaten “yetmez ama evet” diyor olduğunu açıkladı ki, yöneten açısından çok tatsız bir durum. Yetmiyorsa yap o zaman!”

 

MS: Ona ayrıca değinelim Avi, ama benim asıl kastettiğim, “Yetmez ama evet!” oldukça demokrat bir tutumdur, yani “biz esas hedef olarak demokratikleşmeyi seçtik, bu yolda atılan adım mütevazı, yetersizdir, ama önemsiz değildir” gibi bir anlam içeriyor.

 

AH: Ama iktidar erki açısından bakarsak, yetmediyse yetenini yapmak gibi de bir gücü var ya, o açıdan garip geldi bana.

 

MS: Onu şöyle temellendiriyorlar ve ben  anlayabiliyorum doğrusu; “şimdiye kadar anayasa değiştirme girişimlerimiz çeşitli duvarlara çarptı, şimdi bu duvarları kaldırmaya çalışıyoruz önce.” Mesela Anayasa Mahkemesi duvarı var, daha önce mecliste çok büyük bir çoğunlukla kabul edilmiş başörtüsünü serbest bırakma olarak bilinen anayasa değişikliklerini Anayasa Mahkemesi iptal etmişti. Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı yine meclisin anayasa değiştirme yetkisini büyük ölçüde sınırlıyordu. AKP de “biz öncelikle bunları kaldırmalıyız ki daha kapsamlı bir anayasa değişikliği yapabilelim” diyor ki bu mantıklı. Ben de bunu kendileri söylemeden önce savunuyordum, “Türkiye’nin anayasa değişikliği gündeminde acil yer alması gereken nokta, öncelikli hedef bu engelleri, bu bariyerleri kaldıracak bir anayasa değişikliğidir” diyordum.

 

Biraz daha ötesine geçiyorum; mesela, özellikle genel af söz konusu olduğunda ortaya konan tavırlar açısından bu çelişkili durum çok fazla göze batıyor gibi geliyor bana. Kılıçdaroğlu, CHP’den hiç duymaya alışık olmadığımız sözleri bir kaç yerde tekrar etti, özellikle “Kürt sorununda eğer bir çözüm bulunması için yararlı olacaksa genel af da elbette tartışılır,” dedi, “bu diyalog elbette yapılabilir,” dedi. Yani bunları söyleyen bugüne kadar Kürt sorununda en şahin kesimi her adımın önüne engel çıkaran kesimi temsil eden partinin şimdiki lideri.

 

ÖM: Evet, Baykal döneminde böyle birşey tahayyül bile edilemezdi.

 

MS: Edilemezdi, zaten Baykal’ın 1995’ten itibaren esas misyonu kendisinden önceki dönemde ortaya çıkmış olan, İnönü’nün SHP’si döneminde ortaya çıkmış olan Kürt demokratlarıyla, Kürt sol sosyal demokrat tabanıyla veya siyasetçileriyle birlikte çalışmaktı ki Paris Konferansı’na kadar, yani milletvekillerinin ihracına kadar bu yönde çabalar harcandı. Yani SHP Türkiye tarihinde çok önemli şeyler yaptı, bana göre Baykal’ın misyonu o SHP’yi silmekti ve nitekim parti içinde Kürt kimliğini sahiplenenlerin tasfiyesi, Alevi kimliğini açıkça sahiplenenlerin tasfiyesiyle başladlar, bir Sünni Türk beyaz orta sınıf partisi haline getirdiler CHP’yi. Bu 1995’te başladı 2010’a kadar devam etti, yani ortada 15 yıllık bir zaman dilimi var ve bu zaman diliminde CHP’nin bu ülkeye neler yaşattığını hepimiz en azından barış ve demokrasi isteyenlerimiz biliyorlar. Böyle bir partinin başına geçmiş Kılıçdaroğlu hiç alışmadığımız, gerçekten artık unuttuğumuz o söylemleri CHP adına kullanır oldu. Peki buna Başbakan’ın tepkisi ne oluyor? Başbakan’ın tepkisi “af söz konusu olmaz, genel af çıkmaz, ben varken bu konuşulmaz, ben şehit ailelerine hesap vermek zorundayım,” demeye başladı. Oysa bir süre önce MHP’ye en büyük suçlaması şehitler üzerinden siyaset yapması idi. Yani MHP’yi şehitler üzerinden siyaset yaparak, şehitleri istismar ederek ilerlemeye çalışan bir parti gibi sundu ki MHP buna çok şiddetli tepki gösterdi. Oysa birden o milliyetçi söylem ya da milliyetçi popülizm dediğimiz tavır Başbakan Erdoğan’ın da dilinde gayet doğal bir hal aldı. Şimdi burada hangi Erdoğan geçerli ya da hangisi daha hakiki diye bir soru sormak lazım. Niyet sorgulamasına gitmek istemiyorum, sonuçta Kürt açılımını başlatan bir partinin başında ve şimdi meydanlarda söylediklerinin aksine, çok fazla şey söylemiş biri; o nedenle “o mu doğruydu, bu mu doğruydu?”dan öte ciddi bir sorun görüyorum ben. Türkiye’de merkez partilerin popülizminin toplumun genelini aptal yerine koyma gibi bir sonucu var, böyle bir varsayımdan hareket ediyor veya toplumun aslında hiç de radikal çözümlere yanaşacak bir toplum olmadığı, statükocu olduğu gibi bir varsayım içeriyor.

Bu anayasa değişikliği statükoyu sarsıyor, ama biz statükoyu ayakta tutan o temel kabullere, varsayımlara selam gönderiyoruz. Erdoğan için söylüyorum, bir yandan “ben bu statükoyu değiştireceğim” diyor, öbür yandan statükonun temel direğini oluşturan o milliyetçi duygu ya da hassasiyete durmadan selam gönderiyor. Bu çelişki ciddi önemli bir çelişki, bunu vurgulamamın asıl nedeni şu; bir defa Kürt sorununa çözüm konusunda durmadan bir niyet beyanında bulunuyor AKP, “bu sorunu biz çözeceğiz” diyor. Ve yine “Yetmez ama evet” sözünün altında da “2011”den sonra kapsamlı bir anayasa değişikliği yapacağız” taahhüdü de yatıyor. Peki o zaman sen eğer bu sorunu çözeceksen, bu sorunu çözmek istiyorsan, bu sorunun çözümü için nelerin gerekli olduğunu da hem sen hem de bu ülke biliyorken, neden şimdiden onun önünü açacak bir söylem kullanmak yerine o zemini bozuyorsun? Niye bir barış mesajı vermiyorsun, bunun mümkün olabileceğini açıkça söylemeni beklemiyorum, ama bunun da mutlaka gündeme geleceğini reddetmeyen bir dil kullanmıyorsun? Benim, bir kaç yıl önce AKP ile ilgili Neşe Düzel’le yaptığımız söyleşinin manşetinde yer alan bir sözüm vardı; AKP o zaman militarist politikalara Kürt sorununda çok fazla yanaşmıştı ve AKP’nin en büyük zararının muhafazakâr kitleyi milliyetçileştirmek olacağını söylemiştim. Çünkü mesela Çiller gibi birinin milliyetçi söylemi aslında daha çok orta sınıflara hitap eden bir söylemdi. Biliyoruz ki dindar muhafazakâr kitle bu kadar koyu bir milliyetçiliğe kayıtsız, şartsız bağlı değildir Türkiye’de. Nitekim AKP’yi bu kadar yüksek bir oyla seçen bir tabanın önemli bir kısmı da buradan geliyor, demek ki o bildiğimiz klasik Türk milliyetçiliğiyle aralarına az ya da çok bir mesafe koymaya hazırlar bu insanlar. Dolayısıyla Çiller’in o milliyetçi söylemi devletçi milliyetçi söylemdi, oysa AKP’nin o zaman söylediğim tavrı, söylemi, tam tersine toplumun önemli bir kesimini de milliyetçileştirebilecek bir sivil milliyetçi söylemdi. MHP’ninki sokak milliyetçiliğiydi, o nedenle tehlikeli gördüğümü söylemiştim. Ben bu tehlikeyi bu çapta olmasa da şimdi de görüyorum, mesela muhafazakâr kitle bundan önce hep “milliyetçi muhafazakâr” sıfatlarıyla birlikte anılıyordu. Oysa bir süredir, özellikle AKP’nin 2002’den bu yana çabaları, çalışmaları veya sürüklendiği yer dolayısıyla bu kitle daha çok “muhafazakâr demokrat” olarak anılmaya başladı. Şimdi sen böyle bir kitleyi milliyetçilikten –yani muhafazakârlık sabit kalıyor- demokratlığa taşıma iddiasındayken, neden onların sağduyusuna güvenmiyorsun? Neden o şehit edebiyatını tekrar kullanmaya başlıyorsun? Benim esas kaygım, referandumdan sonra Kürt sorununda barışçıl bir çözüm açısından zeminin yeterince hazırlanması için çok daha fazla çaba harcamamıza gerek olacağıdır.

 

Kürt sorununa girmişken, bugün Dünya Barış Günü olduğu için, onunla ilgili de bir iki şey söylemek isterim. Önce tabii barışma açısından önemsiyorum bu söylediklerimi, BDP’ye ve orada yükselen taleplere çok sert, sürekli aşağılayıcı veya köşeye sıkıştırıcı bir dil kullanıyor AKP. BDP’nin söylemindeki sorunları bir  kenara şimdilik bırakıyoruz, sonra belki zamanımız olur konuşuruz. Şimdi bu dili kullanan AKP’nin önümüzdeki dönem Kürt sorununu çözmek için hangi araçlara başvuracağı da biraz meçhul kalıyor.

 

ÖM: Geri dönüş imkânını kapatıyor biraz.

 

MS: Biraz öyle, ama onların şöyle hareket ettiğini varsayıyorum, “Bunlar seçim meydanlarında söylenir, seçimlerden sonra halkımız da zaten bunları unutur. Esasen halkımız da biliyor zaten bizim numara yaptığımızı. Yani bir tür maskeli balo oynuyoruz, bu maskeli baloda şimdi biraz oyun oynayalım, zaten seçim meydanlarının maskeli balo olduğunu biliyor, maskeleri çıkaracağız yolumuza devam edeceğiz,” diyor. Sanki öyle bir ruh hali var. Oysa ben bunların toplumsal psikolojide bu kadar hafif bir karşılığı olduğunu düşünmüyorum. Yani bizim fark etmemizin zor olduğu derin temaslar oluşabiliyor toplumsal psikolojide bu söylemle gidildiğinde. O zaman barışma açısından biraz daha genişletelim sohbetimizi, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde önce oraya bir dipnot düşelim. Çünkü 3 tane Dünya Barış Günü var, bunlardan bir tanesi 1 Eylül. Bunun dışında olanlar da var. Neden 1 Eylül? Çünkü 2. Dünya Savaşı’nın başladığı tarih.

 

ÖM: Evet, Alman ordularının Polonya’yı istilasıyla başlıyor.

 

MS: Almanya’da, özellikle 1950’li yıllarda, o zaman Doğu Almanya daha Alman Demokratik Cumhuriyeti olarak bilinen ülkede bu bir anti savaş günü olarak ilan edildi ve Dünya Barış Günü olarak kabul edildi. 1950’lerde Sovyet bloku dünyasında ve dünya solunda 1 Eylül Barış Günü olarak kabul edildi. 1960’larda da Batı Almanya bunu kabul etti, 60’lardan itibaren, özellikle sanıyorum 1966’dan itibaren Almanya’da 1 Eylül Dünya Barış Günü olarak kabul edildi. 1981’de bir Dünya Barış Günü daha çıktı karşımıza. Arada tabii 1968 var; 1968’de Katolik klisesi yani Papalık 1 Ocak’ı Dünya Barış Günü olarak ilan etti. O da yeni yılın başlangıcı ve dinsel sebeplerle temellendirilmiş bir tarih ilanıydı. Bir de BM’nin 1981’de kabul ettiği bir Uluslararası Barış Günü var, BM’nin her dönem toplantılara, başladığı tarih olan 21 Eylül Dünya Uluslararası Barış Günü olarak kabul edildi. Bana sorarsanız hangisi daha anlamlı? Ben çok daha eski ve anlamlı bir geleneği olduğu için 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak kabul etmeye taraftarım. Bu çerçevede çeşitli yazılar yazılacak, konuşmalar yapılacak, etkinlikler yapılacak. 1 Eylül uzun süre dünya barış hareketinde savaş karşıtlığı günü olarak da kullanıldı; bu esasen tarihsel ortaya çıkış nedenine de atıf yapılan olaya da uygun düşüyor. Yani “savaş o tarihte başladı, büyük bir yıkımdı, biz 1 Eylül’ü antisavaş günü olarak kabul ediyoruz” dendi. Bütün bu girişin ardından şunu söylemek istiyorum; barış çalışmalarıyla ilgili benim çok feyz aldığım bir Alman bilim adamı var: Dieter Senghaas. Yıllardır Bremen Üniversitesi’nde profesör ve hayatını barış çalışmalarına adamış bir insan. Geçen hafta Cuma günü Almanya’dan Türkiye’ye dönerken, havaalanında gazete okurken kendisinin 70. doğumgünü olduğunu fark ettim, orada bir yazısı vardı. Ben kendisinden çok şey okudum, hatta bir ara onunla birlikte çalışmak için kendisine yazdım, kabul de geldi ama ben gerçekleştiremedim, 2000 yılında gidemedim başka bir yere gittim. Neyse, onun çok  mütevazı, çok sade ve çok etkili çalışmaları vardı, çok sayıda kitap üretti, proje gerçekleştirdi, çok öğrenci yetiştirdi. Onun çok basit sözleri var ama ben Albert Camus’nün “Dünyanın en karmaşık olduğunu sandığımız yerde, aslında hakikatin çok basit olduğunu unutuyoruz” gibi bir deyişini hatırlayarak bu söze atıf yapacağım şimdi. Yıllarca Latince bir Latince deyiş dünyada ve soğuk savaş döneminde özellikle silahlanma yarışını meşrulaştırmak için kullanıldı. O da “Si vis pacem, para bellum” (Hazır ol cenge eğer ister isen sulh ü salâh) diye bir laftır, yani “Barış istiyorsan savaşa hazır ol”. Bu silahlanma yarışında tarafların kendilerini meşrulaştırmak için kullandıkları bir deyişti, yani ancak savaşa hazır olursan barışı sağlayabilirsin. O da çok basit bir müdahaleyle değiştirdi bu sözü “Barış istiyorsan barışı hazırla” dedi. Biz de eğer barış istiyorsak şimdiden barışın dilini hazırlamak zorundayız. Hakikaten bu sorunda bir çatışmasızlık ortamı var, bunu değerlendirecek bir dil kurmamız gerekiyor. İkincisi, Türkiye’nin bu yaşadığı çatışmalardan kalan çok derin bir yarası var. Dün Taraf’ta bence çok önemli bir yazı dizisi başladı Tuba Tekelek’in röportajı, bugün de devam ediyor. Daha önce Nadire Mater yaptı biliyorsunuz, Mehmet’in Kitabı’nda ilk defa bölgede asker olarak çatışan insanlarla röportajlar yaptı. Çok yankı uyandırdı ama silinip gitti.

 

ÖM: Evet, dün her ikisine de bir selam gönderdik zaten.

 

MS: Ben izleyemedim iyi olmuş, ben de bu selama katılayım. Burada okuduğumuz zaman korkunç yaraların açıldığını görüyoruz, hem öldürende hem de ölenin çevresinde. Çünkü fail de her zaman bir travmanın altındadır, bunu bilelim. Yani hangi taraftan olursa olsun bu tür çatışmalarda ölenin çevresi kadar, öldüren ve onun çevresi de travma yaşıyor. Peki biz bu travmayı nasıl iyileştireceğiz? Bunca büyük yaralar, bunca derin yaraları “af olmayacak” diyerek veya biz herkesi hapiste tutarak kestirip atabilir miyiz? Burada bir barışmaya ihtiyacımız var, bunun adı af olmayabilir, ama eğer bugün biz PKK’lıların silah bırakmasını teşvik edecek bir yöntem olarak affı reddedersek peki Kürtlerde intikam duygusunu söndürecek ne gibi bir yöntem bulmayı bekliyoruz ya da öneriyoruz? Çünkü bu yapılanlar Kürtlerde çok derin yaralar açtı, belki intikam, kin, öfke duyguları pek çok yerde canlı. Yani bir barışmaya ihtiyacımız var ve bu barışma için barışın dilini tanımamız, onu önemsememiz gerekiyor. Demek istediğim şu; 40 bin insan öldü değil mi, öyle söyleniyor? 40 bin insanın kaçı güvenlik görevlisi veya PKK saldırılarıyla ölen kişi? 6-7 bin deniyor. Gerisi 35 bin Kürt, onların da 17 bin’i faili meçhul cinayetler... PKK militanlarının nasıl öldürüldüğü burada açıklanıyor ya nasıl vahşetler uygulandığı falan. Bu kini ve öfkeyi canlı tutacak söylem bize barışmanın yolunu açmaz. Kürt sorununda esas çözüm “büyük barışma”dan geçer; bu sözü birkaç kere Cengiz Çandar kullanmıştı, beğeniyorum, gerçekten doğru bir söz. Biz büyük bir barışma niyetindeysek bu kadar seviyeyi düşürmeye, en altta, en banalde eşitlemeye çalışmayı neden yapıyoruz? Bu sözüm şüphesiz kampanyası dolayısıyla kullandığı üslup açısından Başbakan’a yöneliktir. Bahçeli’yi geçtim, MHP’yi geçtim, varoluş nedeni, açıkça belli oluyor ki -ne kadar ‘medenileşmeye’ çalıştığını iddia ederse etsin- çatışmadır, çatışmanın devam etmesi ihtimalidir. Ama Başbakan için aynı şeyi söylemek doğru değil, çünkü şimdiye kadar böyle görmedik, pek çok farklı tarafını gördük. O halde “biz burada bir barışma dilini ciddiye almadan nasıl ilerleyeceğiz” sorusunu sormalıyız, banal bir alt düzeyde herşeyi eşitleyerek, milliyetçilikte, en rahat olduğumuz yerde durma tavrıyla barışma dilini kuramayız ki.

 

ÖM: Evet. Yani nasıl bu maskeli baloyu maskeli balo olmaktan çıkarmalıyız.

 

MS: Tabii şimdi BDP cephesinde de benzer birşey var; Ahmet Türk’ün açıklamalarını dinledik hepimiz.

 

ÖM: Evet.

 

MS: Aslında Kürtlerin büyük bir kısmının kalben ‘evet’ten yana olduklarını söylüyor. Öbür yanda “evet” kampanyasına sert bir karşı çıkış var. Ahmet Türk bunu birkaç kere söylüyor, ama seçim meydanına çıktığında o da çok radikal bir boykotçu olarak konuşuyor. Demek ki duyguların bastırılması çok yaygın ve bir tür seçim meydanlarının geleneksel olarak bir maskeli balo sahnesi olduğu kabulü var, herkes bunu kabul etmiş durumda, bu da bir sorun zaten. “Seçim meydanıdır olur bu tür şeyler” gibi bir mantıkla hareket ediyorlar diye düşünüyoruz, ama bunun da bizi, en azından günlük dildeki ifadeyle bozduğunu kabul etmemiz lazım. Yani bu maskeli baloyu sonlandıracak ya da seçim meydanlarını maskeli balo olarak gören anlayıştan uzaklaştıracak bir çabaya ihtiyacımız var bizim.

 

ÖM: Evet ‘barış istiyorsak barışı hazırlamamız lazım’ yani.

 

MS: Bence günün sözü budur, “barış istiyorsak barışa hazırlanmamız gerekiyor”.

 

ÖM: Peki çok teşekkür ederiz. Bu arada da biz de bu köşenin içinde Yeni Türkü’den “Maskeli Balo” parçasını çalarak da bitirelim dedik.

 

MS: O şiir Murathan Mungan’ındır. Murathan Mungan’ın bir sözü daha var; “Maske ölme isteğidir” diye bir dize kullanır. Bunu da hatırlatmak isterim, yani o maskenin geçici birşey olduğu “Hadi takalım, sonra çıkarırız” mantığının hiç de o kadar zararsız olmadığını hatırlatan, bana önemli gelen bir dize. Maskeyi taktığımızda ve buna alıştığımızda bizim kendi kimliğimizi öldürme, esas içimizdeki insanı öldürme isteği duyduğumuzu da aklımızda tutalım ve ‘Maskeli Balo’yu öyle dinleyelim.