3 Şubat 2010Referans Gazetesi
Bankaları günlük yaşamımızın bir parçası olarak düşünmeye alışığız. Peki ne işe yarar bankalar? Bankacılığın iktisadi yönlerini ele aldığım dersime gelen öğrencilerime önce bu soruyu soruyorum. Bankaların rolünü görebilmek için beraberce, öğrencilerin mikroiktisat derslerinden alışkın oldukları rekabetçi ekonomiye bankaları ekleyen basit bir model kuruyoruz. Modeli çözünce, bankaların bu ekonomide hiçbir rolü olmadığı ortaya çıkıyor. O zaman da öğrencilere iki seçenek sunuyorum: Ya yaptığımız işte neyin eksik olduğunu bulun ya da sonucu kabul edin. Bulamazsanız, hiçbir işe yaramayan bir kurumun iktisadi özelliklerini öğrenmek için bir dönem çalışmanın anlamı yok. Dersi bırakın!
Öğrenciler, biraz uğraşınca, doğru yanıtı buluyorlar. Rekabetçi ekonomi modelinde belirsizliğin dışlandığına dikkat ediyorlar. Herkesin "gerekli her şeyi" bildiği bir ekonomide, aracıya ne gerek var ki? Fona ihtiyacı olanlar ilan verir, elinde fonu olanlar da buna yanıt verirler. Olur biter. Ama belirsizlik varsa, gerekli bilgiyi (information) sağlamak zorlaşır. O zaman da bankaların asıl işlevinin bilginin aktarımı olduğu ortaya çıkar. Böylece öğrenciler de dersin konusunun belirsizlik ve bilgi iktisadının banka adı verilen firmalara uygulanmasıyla ilgili olduğunu öğrenmiş oluyorlar.
Bilgiyi üretilen ve alım/satımı yapılan bir mal olarak düşündüğünüzde pek çok ilginç sorun ortaya çıkıyor. Bunlardan birisi de bu tür faaliyette ölçek büyüdükçe, maliyetlerin düşmesi. İşte bu özellik, bankaların ölçeklerinin büyümesini olumlu gören yaklaşımın temel dayanağı. (Tabii bankaların bir işlemi çok sayıda yapmasının maliyet düşürücü etkileri de var. Örneğin hukukçulara hazırlatılan tek bir sözleşme ile çok sayıda kredi kartı verilebilmesinin birim başına maliyeti çok düşürmesi gibi) Ancak bir sorun var: İktisatta ölçeğe göre artan getiri adı verilen bu özelliğe sahip bir banka bundan yararlanmaya, yani büyümeye devam eder; sonunda bütün piyasayı ele geçirir, yani tekel olur. Oysa yine aynı mikroiktisat öğretisi, tekel olması durumunda doğabilecek kayıplar konusunda da çok açıktır. Peki hem ölçeğe göre getirinin sağladığı kazançlardan yararlanmak hem de tekelci bir piyasanın sakıncalarından kurtulmak olanaklı mıdır? Başka bir deyişle hem bankaları büyütüp hem de rekabetin var olmasını sağlayabilir miyiz?
Son çeyrek yüzyılda bankaların ölçeğindeki hızlı büyümeye bakılırsa, bu soruya olumlu yanıt verilmiş olmalı. Ancak bulunan çözüm Avrupa'da başka, ABD'de başka. Avrupa ölçeğe göre artan getiri olan bir faaliyeti düzenleyip, devlet gözetimine almak yoluyla rekabet kurallarına uyulmasını sağlamaya çalışıyordu. ABD ise bu noktada da rekabete güveniyor. Bu ülkede az-satıcılı piyasa (oligopol) olduğunda bile, onlar arasında rekabeti sağlayacak önlemlerin alınmasıyla istenen sonuca ulaşılabileceği görüşü hâkimdi. Bugün, hem ABD'den ve hem de Avrupa'dan bankaların büyüklüklerini sınırlama önerilerinin duyulmaya başlaması, bu iki yaklaşımın da beklenen sonucu veremediği anlamına geliyor.
Bir an için bu sınırlamanın yapıldığını düşünelim. Bankalar eskisine oranla daha küçük ölçekli olsunlar; banka sayısı da artsın. Bu durumda ne olur? Yatırım projelerinin büyüklüğü değişmeyeceğine göre eskiden bir bankadan alınan krediyle yürütülebilecek pek çok yatırım projesi ancak bir sendikasyon ile yapılabilir hale gelir. Bu, kredi alan için projesini birden fazla bankaya beğendirmek gibi bir zorunluluk ortaya çıktığı için işlem maliyetlerinin (para ve/veya zaman cinsinden) artması demek. Öte yandan bir proje farklı kurumlar tarafından gözden geçirileceği için bankacılık sistemi "aşırı riskli" projelerden uzak duracak, daha güvenilir projeler finanse edilecektir. Ama atılımcı bazı projelerin banka sisteminden kaynak bulması da zorlaşacak. Çünkü, gözlemler bu türlü risklerin daha çok büyük bankalarca alındığı yönünde. Düzenleme önerilerinin olası iktisadi sonuçları üzerinde durmaya devam edeceğim.