Ben çocukken Amazon Ormanları dendiğini duyduğumda tam olarak nerede olduğunu kestiremesem de, üzerlerinde bir mülkiyet hakkı hissederdim.
O zamanlar ülke sınırları da benim için atlasımdaki değişen renklerden ibaretti sadece. Brezilya yeşil, Şili pembe. Amazon benim, Marmara senin, Kutuplar bizim... Fakat yaş ilerledikçe, zaman değiştikçe, insan giderek doğaya yabancılaşıyor, apartman dairelerine tıkılmaya başlıyor. Bırakın Dünya'yı, yaşadığı sokağı bile sahiplenmiyor. Üretim ağından uzaklaştıkça, tükettikleri, ürettiklerinin önüne geçtiği için, nasıl üretildiğinin önemi de giderek azalıyor.
Bu noktada da çocukluktan kalma çevreyi sahiplenme duygusu, yerini, bir grup insanı 'çevreci' diye adlandırmaya dönüyor. Neden herkesin çevresini sadece bir grup koruyor ki? Hatırlatmakta fayda var, ekosistemde her şey birbirine bağlı. Denizlerdeki küçük planktonları, bitkilerden kopanları balıklar, onları büyük balıklar, onları da insanlar yiyor. Yağmur ormanlarının, geri döndürülemez doğal servetler olduğu konusunda büyük çoğunluğumuz hemfikiriz. Zarar görsünler istemiyoruz, onlara ihtiyacımız var, biliyoruz. Petrol ve değerli mineraller sadece bir kere kullanılabilen ve bu yüzden de hızla azalan, sınırlı doğal servetler.
Peki balıkları hiç doğal servet olarak düşündünüz mü? En alası, en güzeli bu topraklardan çıkan lüferin bir gün altın pahasına geleceğini tahmin eder miydiniz? Kalkanı, uskumruyu artık tezgâhlarda görmüyoruz. Lüferin yavrularına isimler takılmış, 'ince' kisvesi altında satılıyor. İnce, yaprak... Bunlar bebek demek aslında. Daha bir kere yumurta bırakamamış, soyunu kuruttuğumuz balıklar demek. Bugün gizlice kasa kasa halden, olmadı oradan buradan kamyonlara yüklenip çıkarılan kaçak balıkları nasılsa satılıyor diye satın alan sevgili ebeveynler, çocuklarınızın lüfer yemeyi bırakın, göremeyeceği bir geleceğe, kilogramı 6 ila 10 liradan bir katkı da sizden geldi. Ekonominin altın kuralını hatırlayalım; talep görmeyen malın arzı da olmaz.
Greenpeace'in yavru balık kampanyası ile çoğu insan bilimsel araştırmalara göre dünyadaki balık stoklarının yüzde 75'inin tükendiğini, büyük balıkların yüzde 90'ının ise çoktan bittiğini, stokların çöküşte olduğunu duydu. Bu da, duyanları kampanyalara imza ile destek olmak ve yavru balık tüketmemek yoluyla, büyük küçük demeden herkesi harekete geçirdi. 'Çevreci' adlandırmasının yersizliği, bu kampanyaya kamuoyu desteği ile belli oldu. Yüz binlerce kişi harekete geçti; imza attı, şikâyet etti, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'ndan bir şeyler yapmasını istedi. Kıyı balıkçıları kampanyayı sahiplendi. Bu kampanyanın en önemli başarısı ise orfoz ve lagosun boyunun bilimsel verilere uygun olarak düzenlenmesi, lüfer için ise yetersiz de olsa olumlu bir adım atılması oldu. Fakat yavru balıkların halen tezgâhlarda yer alması, daha büyük bir soruna işaret ediyor.
Dünya nüfusunun 7 milyarı bulmasıyla, kendini yenileyebilen bu yaşam formları ya da insan için önemli bir besin olan bu doğal servetler, çok daha fazla insan arasında paylaşılıyor. Sorunu Türkiye'ye indirgediğimizde ise acil bir balıkçılık reformunun gerekliliği baş gösteriyor. Yani, balıkçılık bir yol ayrımında. Türkiye'nin acilen günümüzde benimsenen ekosistem temelli balıkçılık yönetimine geçmesi gerekiyor. Bu sistem, geleneksel bilgi birikimini ve ekosistemin korunması için türlerin korunmasını önemsiyor, yönetimde ortak yaklaşımı benimsiyor ve deniz rezervlerini zorunlu kılıyor.
İlk adım olarak 2000 ile 2010 arasında Türkiye'nin Karadeniz'deki rapor edilen üretiminin yüzde 89 azaldığı kalkanın yasal avlanma boyunu bilimsel verilere uygun şekilde düzenlemek gerekiyor. Kalkan 42 ila 44 cm arasında üremeye başlar, fakat şu anda avlanmasına izin verilen boy 40 cm. Kalkan stoklarının sağlıklı hale gelebilmesi için en azından iki kere yumurtlamasına izin verilmeli, 45 cm'den küçük kalkan avlanmamalıdır. Eskiden fakir balığı diye adlandırılan palamut ise artık dışarıdan ithal ettiğimiz bir tür. Levreğin doğalını bulamıyoruz. Deniz levreği diye satıyorlar ya restoranlarda, biraz zorlayın doğal mı gerçekten diye, 'Bizim çiftlik denizde!' cevabını duyacaksınız. Bu örnekler, ticari türlerin avlanma boylarının acilen değişmesi gerekliliğinin göstergesidir. Kalkan, palamut ve levrek bu türler arasında ilk ele alınması gerekenlerden. Bu düzenleme öncelikle acil durumdaki türler için yapılmalı, ancak tüm ticari türler ile ilgili olarak mutlaka bağımsız bir bilim komitesi oluşturulmalı (ya da var olan bilimsel çalışma gruplarından proje talep edilmeli) ve en güncel bilimsel çalışmalar gözetilerek yeniden boy ve yasak türler listesi düzenlenmelidir. 2011 Eylül ayından itibaren geçerli olan ve lüferin boyunu 20 santime çıkartan örnekte gördüğümüz üzere, boy yasakları balık stoklarının düzelmesi için alınması gereken tek önlem değil.
Yasa dışı avcılık son hızla devam ediyor. Üstelik şimdi denizlere uygulanan katliamın şiddeti karaya da sıçradı. Yıllardır balıkçılara, sivil toplum kuruluşu temsilcilerine, yasa dışı ava karşı çıkan herkese savrulan tehditler gerçek oldu. Rumelikavağı Su Ürünleri Kooperatifi Başkanı Ahmet Aslan, yasa dışı trol avcılığı yapan bir kişi tarafından başından vuruldu. "Torunlarıma bu denizleri bırakacağım." diyen Aslan, şans eseri sadece sağ gözünü kaybetti, fakat bu vahim durum denizlerdeki korsanlığın, eşkıyalığın önüne geçilemediğini gözler önüne trajik bir şekilde serdi. Cezaların uygulanmasında yaşanan problemler kadar, caydırıcılıktan uzak olması balık göç yolları olduğu için büyük önem taşıyan Boğazlar'ın özel ekosisteminin ve barındırdıkları canlı hayatını tehlikeye sokuyor.
2012-2016'da geçerli olacak Ticari Amaçlı Su Ürünleri Avcılığını Düzenleyen Tebliğ ve 1380 numaralı Su Ürünleri Kanunu'nun acilen değiştirilmesi ve ekosistem temelli balıkçılığa uygun olarak düzenlenmesi gerekmektedir. 2011'de yasağa ve yapılan yoğun denetimlere rağmen tezgâhların yavru balıkla dolu olması, kanunun uygulanmasında değil, kanunun kendisindeki eksikliklere işaret ediyor. Yasa dışı balıklara el konulduktan sonra, devlet kurumları tarafından 1380 No'lu yasaya uygun olarak tekrar satışa çıkarılması, Greenpeace'in ortaya çıkardığı boy yasağına uymayan balıkların karaya dökülmesi gibi gerçekler, stoklarda gerçek bir düzelme olması için reform gerekliliğine işaret ediyor.
Eskiden denizleri tehdit eden en büyük sorun kirlenme iken, son çalışmalar aşırı avcılığın, günümüzde kirlilikten daha fazla sorun teşkil ettiğini gösteriyor. 'Yağma' konseptinden haberdarız. Tarihteki fetih hikâyelerinden, cami ve kiliselerdeki eksik mozaiklerden, isyanlarda meydana gelen dükkân soymalardan, kelimenin anlamını biliyoruz. Son yıllarda çevreye ve daha spesifik olarak baktığımızda denizlere yapılan ciddi bir yağma söz konusu. Bunun ceremesini ise sadece balıklar ve diğer deniz canlıları çekmiyor, bu işten para kazanan, ekmek yiyen kıyı balıkçısının da canı yanıyor.
Ekosistemde her şey birbirine bağlıdır. Bu zincirin halkalarından birini kırdığınız zaman, bu sadece balık stoklarındaki bir düşüş anlamına gelmiyor. Aynı zamanda ekosistemin işleyişi baştan sona zarar görüyor. Eğer bir an önce adım atılmazsa dört yıl daha kaybedeceğiz ve bunun bedelini sadece biz değil, bizden sonra gelen her nesil çekecek.
Cansın Leylim Ilgaz, Greenpeace Akdeniz Denizler Kampanyası Sorumlusu
Yazı ilk olarak 5 Şubat 2012 tarihinde Zaman gazetesinde yayımlanmıştır.