Volkan Balkan: Ayşe Tütüncü konuğumuz, hoşgeldiniz.
Ayşe Tütüncü: Merhaba.
VB: Yeni albümünüz Panayır dolayısıyla sizi Açık Dergi'de ağırlamaktan çok mutluyuz. Bu albüm diğer albümünüz Çeşitlemeler'den farklı, hem sizin daha fazla besteniz var, hem de piyano-perküsyon grubu değil de klarnette Oğuz Büyükberber, saksofonlarda da Yahya Dai ile çalışıyorsunuz. Bu değişimi biraz anlatır mısınız bize?
AT: Burada iki parça hariç hepsi benim bestem, bu arada Oğuz da Yahya da piyano-perküsyon grubu içinde münavebeli olarak, yani değişerekten hep çaldılar. Başta Oğuz'la başlamıştık, daha sonra Yahya da katıldı. Fakat iki nefesli için bir şey yazmakla perküsyonlarla dolu bir ekibin içerisinde, bir de solist nefesi kullanmak arasında çok büyük fark var. Çünkü tek solistle çift solist, hele de bu sefer ritmik aletler olmadan, bas zaten yok, piyano ve iki nefesli düzenlemesi yapmak epey farklı bir ses. Biraz şöyle de bir yanı var herhalde, bu kadar sene perküsyonlarla içli dışlı çalıştıktan sonra, daha nefesli, köşeleri o şekilde vurgulanmayan ama başka şekilde vurgulanan bir düzenleme yapmak istemiş olabilirim. Bir de ikisini birden çalmak istedim, yani ya biriyle ya öbürüyleden çok ikisiyle birlikte bir ahenk oluşturmayı denemek istedim.
VB: Aslında bu albümde besteler fazla ve nefeslileri de yine bu albümde görüyoruz. O besteler yapılırken acaba nefesliler düşünülerek mi yapıldı?
AT: Aslında 1999'daki Çeşitlemeler albümünden bu yana 6 yıl geçti, bu 6 yıl içerisinde bir sürü bitmiş, bitmemiş, yarım, bölük, pörçük her nevi müsvedde defteri, müsvedde kaydı, bir sürü çalışmam oldu. Şu anda yayınlananların dışında da en az o kadar daha çalışma bekliyor. Ama bunlar son haline erdirildiler. İki nefesli ve piyano için birşeyler yapmaya bir kez karar verince,, o zaman bestelerim arasından buna daha fazla elverenlerini seçtim, ondan sonra da böyle düzenledim.
VB: Girit'e Mektup'u dinledik, Girit'in önemi var galiba sizin için, çünkü albümde de bahsediyorsunuz, 7 yıl önce yolunuz düşüyor.
AT: Bir gurup insan gezmek için gitmiştik. Girit'e gidince, albümde de bahsettiğim gibi çok müthiş tanıdıklık duygusu geldi. Zaten ne zaman Yunanistan'a gitsem, daha önce bir iki kere bulundum, herhangi bir yabancı ülkede bulunmaya benzemiyor en azından benim için. Bir yanıyla yabancı, ama bir yanıyla çok çok tanıdık ve bu ikisinin birleşimi çok hoş bir his bence. Bir yandan çok yeni olduğu için heyecan verici ama bir yandan da çok tanıdık olduğu için çok güven verici geldi bana. Ege müziği zaten beni hep çok etkiler, Girit'te de Ege müziği var.
VB: Anneanneler ve dedeler var bir de?
AT: O biraz genelleme gibiydi, benim anneanneme ve dedeme benzettim oradaki yaşları insanları ama bir akrabalık yok. Ruhsal bir akrabalık diyelim.
VB: Panayır parçası var, biraz onun hikâyesinden bahseder misiniz?
AT: Panayır benim için sanki bir sürü ufak parçadan meydana geliyor. Parça, yola çıkıyor, sağa gidiyor, sola gidiyor, yokuş çıkıyor, yokuş iniyor, bir sürü müzik tarzları geçiyor içerisinde. Ama benim orada amacım onların hepsini entegre etmek, elele kolkola girecek biçimde düzenlemekti. Panayır'ı yaparken bunu çok istedim. Panayır ismini parça bittikten sonra koydum, çünkü panayır bende çok hem çeşidi çağrıştırıyor, hem tezatların birarada oluşunu, neşeli olur insan, hüzünlü olur, hepsini birden çağrıştırıyor, bir de bir curcunayı, çok neşeli bir curcunayı da çağrıştırıyor. Parçada da öyle bir hava varmış gibi geldi bana.
VB: Bana da öyle geldi. Biraz da Carla Bley'den bahsetmek istiyorum, çünkü burada Carla'nın ikinci tangosunu gördüğümüzde heyecanlandık, çünkü ilk albümde, Çeşitlemeler'deki Carla'nın tangosunu oldukça sevmiştik. Reactionary Tango'dan esinlenip yapılmış bir parça. Carla Bley sizin için ne ifade ediyor. Albümde de söylemişsiniz, "Carla Bley'le tangomuz devam ediyor" demişsiniz.
AT: Carla Bley'in varlığı hoş tabii, North Sea Festivali'ne gittiğimizde onun mektup kutusuna, bütün müzisyenler ayın otelde kalıyorduk," varlığınız için teşekkürler" diye Çeşitlemeler'i bırakmıştım. Böyle bir şey, iyi ki var, tabii ki bir sürü müzisyen için de bunu söyleyebilirim, insanın haznesinde böyle 15-20 müzisyen olur ve onları çok takip eder ya, Carla Bley de onlardan biri. Özellikle de o parçayı çok seviyorum bu Reactionary Tango dediğimiz. Bir de şöyle bir esprisi var bunun, bir şeyin değişik kılıklara bürünebileceğini çok gördüğüm için, hele müzik gibi ele avuca gelmez bir şeyle uğraşırken, bunu insanlarla da paylaşmak istedim. Yani bir parça var, onun piyano-perküsyon grubu için şöyle bir şeklini yaptım, şimdi bu üçlü için alakasız bir ses, başka bir ekip, onun için de böyle bir şeklini yaptım, sanki bununla biraz da "bakın parça ne kadar değişik kılıklara bürünebiliyor" demek istedim.
VB: Ben de tam onu söyleyecektim; stüdyoya girmeden önce de size söyledim, mesela caz standartları yıllardır tekrar yorumlanıyor ve bir tıkanıklık var mı diye daha sonra sormak istiyorum vaktimiz kalırsa, ama bu albüm özelinde konuşalım şimdilik. Siz parçaları 'bozuyorsunuz' aslında, başka bir hale dönüşüyor ki bu albümde yine Carla'nın ikinci tangosunu, yine aynı parçayı ikinci kez 'bozup' başka bir hale getirmişsiniz. Carla Bley'in hikâyesi ilginç, babası kilisede müzisyen, tahminimce org çalıyor ve müziğe öyle başlıyor. Akademik bir eğitimi yok, bir yandan sigara satıyor, bir yandan piyano çalıyor. 20'li yaşlarında bile olabilir belki müziğe karar verdiği zaman. Müzik eğitimini de sormak istiyorum, caz öğrenmek isteyen biri bunu okul yoluyla yaptığı zaman bu ona bir kısıtlama getiriyor mu?
AT: Şu tartışma hep vardır müzik camialarında, caz camiasında da, hatta bir takım kongrelerde, vs. bu konuşulur. "Cazın eğitimi olur mu?" "Hayır efendim cazı öğretemezsiniz." Bir yandan evet, "cazı öğretemezsiniz" lafında bir doğruluk payı kesinlikle var ama o zaman "müziği öğretemezsiniz" lafında da doğruluk payı var. Yani, insanın bir melekeyi edinmesi için onunla çok vakit geçirmesi, ruhunu onunla hemhâl etmesi, denemesi, yanılması, bir daha denemesi, vs. lazım. Hele alet çalmak müthiş alıştırma gerektiren bir şey. Tabii ki cazın müziğe kattığı, başka hiçbir müzikte olmayan melekeleri edinmek için de çok çalışmak lazım. Hani karikatürler vardır, bir kıyma makinası vardır, çocukları iterler sıra sıra, sağdan da eğitimli çocuklar düşer kıyma makinasından. Böyle eski bir karikatür vardır. Yani "herkesi aynı şekilde forme ediyor ya da herkesin ruhunu kıymaya çeviriyor" vs. Böyle şeyler söylenebilir ama insanı emprovizasyona yönlendirecek, ruhunu çok serbest kılacak eğitim şekilleri de olabilir.
VB: Yani aynı okullardan çıkanlar aynı soloları atalar anlamına da gelmez.
AT: Şu kesin ki, yapılan işin özgün olması için o şahsın mutlaka çok diretmesi lazım. O kişide o yoksa eğitim olsun olmasın yine sonuç kötü olabilir.
VB: Sizin müziğinizde gördüğümüz şey de tam bu, size özgü bir şey var yaptığınız müzikte. "Bir Şeyin Hikâyesi" var bir de albümde, biraz ondan bahsedelim mi? "Bir Şeyin Hikâyesi" nasıl çıktı? Bir kere stüdyoya girmeye karar veriyorsunuz ama hiç de o modda değilsiniz galiba? Girip bir parça çalıyorsunuz, o "Bir Şeyin Hikâyesi" mi?
AT: Yok, öyle değil! Stüdyo işleri o kadar spontane olamıyor çünkü biliyorsunuz, oradan zaman almak lazım, o da 3 ay önceden alınmış bir zaman, hadi yürüyün stüdyoya gibi olamayacağı için teknik olarak o dediğinizi yapmak istesek bile mümkün değil. Ama onun haricinde sizin dediğiniz başka parçayla ilgili. Biz kayda girdik ikinci günün akşamı çok ruhumuz yorgun bir halde kaldık. Kayıt saatinin bitmesine 1,5 saat var, ama o kadar düşük bir haldeyiz ki, enerjisiz, bugün de erken çıkalım, kötü olacaksa yapmayalım gibi. Sonra birden bir ışık yandı, nasıl olsa bu 1,5 saati kullanamasak da bizim, o zaman girelim son derece spontane bir şey çalalım dedik. Ve sonra onu o kadar sevdik ki albüme koyduk, o da "Çözün Onu" parçası. O parça o işte. "Tıpkı Zeynep" parçasında, Oğuz bas klarnet –klarnetten çok daha uzun bir borudur, adı üstünde bas olduğu için borunun uzaması lazım- çalarken üst armoniklerini öttürmeye çalışan bir şey yapıyordu. O ses bizim hepimizin çok hoşuna gidiyor, bas klarnet çok kalın sesli bir aletken o üst armonikleri öttürecek, hafifçe cıyaklatacak bir şekilde üflendiği zaman çok değişik tınılar çıkıyor. Oğuz onu yaparken bir de ben akustik piyanonun pedalına basıyorum konserlerde, Oğuz onu bir de piyanonun içine doğru yapıyor. Dolayısıyla her taraf tını içinde kalıyor, tınılar uçuşuyor etrafta!
VB: "Tıpkı Zeynep" albümdeki diğer parçalardan biraz farklı yapısal olarak, biraz ondan bahsedelim mi?
AT: "Tıpkı Zeynep"de bir tema var, bu tema parçanın çeşitli yerlerinde arasıra gelip bizi yokluyor ama onun dışında, 7-8 sayfalık bir hikâye bu sanki ve her sayfada biraz değişik bir şey anlatılıyor. Sonra sayfayı çeviriyoruz ikinci bölüm. Sonra hop üçüncü sayfa filan, dolayısıyla mesela nakarat gibi sürekli tekrar eden bir maddesi yok bu parçanın. Bu albümde böyle bir formu olan tek parça bu.
VB: Aslında belki de 7-8 bölümlük bir parça ya da eser olarak uzatılabilir.
AT: Evet, 7-8 minik bölümü olan. Biraz da , bir hikaye var, bir bölüm anlatıyorsunuz, onun içinden ikincisi doğuyor, onun içinden üçüncüsü doğuyor, vs. öyle bir yapı yani.
VB: Yapı demişken, Yahla Dai soprano saksafon ve tenor saksafon çalıyor albümde. Oğuz Büyükber de bas klarnet ve si bemol klarnet çalıyor. Burada da genellikle bas klarnette soprano eşleşiyor, si bemolle de tenor bir denge oluşturuyor. Fakat bu Piazzola'dan "bozduğunuz" Soledat'ta biraz farklı.
AT: Çok doğru. Orada da şöyle, bu parçada da bir koyuluk var ya, bir dinginlik; orada başta bu eşleşme kuralını bozan bir şey oluyor. Oğuz da bas klarnet gibi koyu bir şey çalarken Yahya da tenorla giriyor. Ama parçanın ortalarındaki bir bölümde, piyano solodan hemen önceki bölümde bu sefer Oğuz alet değiştiriyor ve si bemol klarnete geçiyor.
VB: Ama o baştaki karanlık atmosfer Piazzola'yla da aslında örtüşen bir şey oluyor.
AT: Bence de.
VB: Benim sevdiğim parçalardan birine geçelim, yani aslında albümün genelini sevdim ama "Çukulata Renkli Şarkı" ismiyle beni yakaladı. Ben bu parçayı dinlediğim zaman, çukulata renkli Amerikalıların yaptığı müziğe yakın buldum. Bunu size söylediğimde bu tepkiyi pek almadığınızı söylediniz.
AT: Evet, onu hiç öyle düşünmedik. Biz parçanın ismini öyle koyarken hiç böyle düşünmemiştik, o bakımdan bana çok enteresan ve tamamlayıcı geldi aslında.
VB: Belki albümde ana akım caza en yakın duran parça o ama ismi oradan çıkmıyor?
AT: Ben bu parçayı daha uçarı, hafif, vs. öyle bir muzip bir parça olarak görüyorum. İsim ararken bir gün provada sordum çocuklara, Yahya, "hani yazlık yerlerde orkestralar eğilir, 'şimdi sevenler için çalıyoruz' derler ya, 'Sevenler İçin' koy bu parçanın adını" dedi. Biz güldük filan, olur mu, olmaz mı derken bir başka provada bence daha iyi bu "Çukulata Renkli Şarkı" çıktı. Sezen Cumhur Önal'ın hep kulağımıza doldurmuş olduğu "çukulata renkli şarkıcı" yerine şarkı oldu.
VB: Aslında konuşacak çok şey var ama bizim vaktimiz az, sizi burada tekrar ağırlamak çok isterim. Dubia'dan biraz bahsedelim, çünkü onun demlenmesi uzun sürmüş.
AT: Dubia'nın 40-45 saniye veya en fazla 1 dakikalık bölümünde ana teması iki kere dönüyor. Birincide Oğuz yok ikincide katılıyor. O bölüm bittiği ana kadar sadece bir kâğıt üzerindeki melodi yazısı olarak, yapmıştık bu besteyi ama parça haline gelememişti. "Nasıl aletler için düzenleyeyim, tema iyi hoş da 45 saniyeden parça olmaz, bu nasıl bir parçaya dönüşsün diye" hep düşünürdüm. Bu üçlü için çalışırken raftan bana baktı bu parça ve "tamam" dedim bu üçlü için çok uygun olduğunu düşündüm. Çünkü çok çeşitli çalma olanakları veriyor üçümüze de.
VB: 9 sene, hiç az bir zaman değil.
AT: Evet, 9 sene orada, aklımın bir köşesinde durdu.
(10 Şubat 2006 tarihinde Açık Radyo'da Açık Dergi programında yayınlanmıştır.)