15 Aralık 2004Philip Stephens Radikal Gazetesi
erinizde hiç kıpırdamadan durun, gözlerinizi sıkı sıkı kapatın ve durdurun dünyanın dönüşünü. Britanyalı emektar diplomat John Kerr, geçenlerde çocukluğunda oynadıkları bu oyunu, Britanya'nın Avrupa Birliği'ne bakışını nitelemek için yâd etti. Kerr haklı. Belki bu 'yanılsamanın' bazen Avrupa'nın dünyaya yaklaşımına çok uyduğunu eklemeliydi sözlerine. Valery Giscard D'Estaing, Türkiye ile AB arasındaki müstakbel üyelik müzakerelerine yönelttiği son itirazda da aynı çocuk oyununu oynar gibiydi. Financial Times'ta yayımlanan yazısında, bu büyük İslam ülkesinin kulübe girmesine izin vermenin, 'Avrupa projesinin doğasını değiştireceğini' ilan ediverdi. Avrupa'nın baskın dini mirası, Rönesans'ın yaratıcı coşkusu, antik Yunan ve Roma'nın kültürel silsilesi, Aydınlanma felsefesi: bunların hiçbiri Türkiye'de yoktu. Daha da kötüsü Birlik, topraklarının büyük kısmı Asya'da olan bir ülkeye kapıyı açarak, Avrupalı olmayan diğer heveslileri de davet edecekti. "Avrupa'nın ilk baştaki mantığı kaybolacak" diye figan ediyordu Giscard. Birliğin mevcut liderleri ise Giscard'ın uyarıları hilafında karar verme hazırlığında görünüyor. Göstergeler, gelecek hafta Brüksel'de yapılacak AB zirvesinde Türkiye'ye 2005 yılı içinde müzakerelere başlangıç tarihi verileceği yönünde. Fakat liderler bu kararı gönülsüz verecek, zira birçoğu Giscard'ın Avrupa kültürünün kökenlerine dair yanlış kanılarını gizliden gizliye veya çekingen biçimde paylaşıyor ve neredeyse hepsi, Ankara üyelik için gereken zorlu koşulları yerine getirse bile, nihai katılımının 10 yıl veya daha fazla alacağını vurguluyor. Sorsanız hiçbiri kabul etmeyecektir, fakat Ukrayna'da yaşanan isyan AB liderlerinin Türkiye konusundaki endişelerini artırdı. Elbette Ukrayna'daki seçimleri derdest etmeye yönelik Rus destekli çabayı boşa çıkaran barışçı protestoların zaferini alkışlamamız lazım. Fakat yeniden yapılacak seçimleri Batı yanlısı Viktor Yuşenko'nun kazanması, iki uçlu bir sonuç doğuracak. Demokrasinin rayına oturduğu bir Ukrayna, Avrupa'nın kapısını çalmak konusunda Türkiye'nin izinden gidebilir mi? O zaman Giscard'ın tek bir Avrupalı kimliği vizyonu ne olacak? Belki fazla kötümserim, ama Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ve Almanya Başbakanı Gerhard Schröder'in Ukrayna'nın turuncu devrimi karşısında sessiz kalmayı tercih etmesinin pek de rastlantı olmadığını düşünüyorum. Siyasi arenada bu nostaljiyi paylaşan başkaları da var. Başarısız olsa da, bu ay içinde bazı Fransız sosyalistlerinin partilerini Birliğin anayasa anlaşmasını reddetmeye ikna çabaları, geçmişe duyulan özlemin benzer bir göstergesiydi. AB niye bugüne dek olduğu gibi devam etmesin, yani doğudaki komşularının yükünden ve küresel rekabetin dondurucu rüzgârlarından muaf kalamasın? Birliğin doğu sınırını Berlin Duvarı belirlerken hayat çok daha kolaydı; Avrupa siyasi kalesinin duvarları arkasında tek ve sosyal bir piyasa inşa edebiliyordu. Eski Avrupa'nın Irak konusunda Washington'la bozuşması bu manzaraya tam uyuyor. Saddam Hüseyin'i devirmenin fazileti konusunda gerçek görüş ayrılıkları olduğunu söylemek, Fransa'nın Charles De Gaulle'ün ABD gücüne karşı muhalefetle tanımlanmış bir Avrupa yaratma hayalini gerçekleştirme çabasını gözden kaçırmayı gerektirmez. Türkiye'yi hazmetmek meselesinin, siyasi, ekonomik ve sosyal bakımdan muazzam bir zorluk olduğunu herkes biliyor. Fakat itirazlar Avrupa'nın geleceğinden ziyade, geçmişi gözetilerek yöneltiliyor. Soğuk Savaş'ın sona ermesinin, transatlantik ilişkilerinin doğasını geri dönülmez biçimde değiştirmesi gibi, Avrupa'nın bütünleşmesi de AB'nin amacını yeniden tarif etmiş durumda. Bazıları her ikisini de görmezden gelip mazide yaşamayı tercih ediyor. Giscard, Türkiye'nin kabul edilmesi halinde Birliğin baştaki mantığının kaybolacağını söylediğinde, çok basit bir nedenle hata yapıyor: Avrupa projesinin doğasının zaten dönüştüğünü görmüyor. Eski Fransız cumhurbaşkanının korktuğu değişim zaten yaşandı. Fransız-Alman yakınlaşması soylu bir amaçtı; Sovyetler Birliği'ne karşı bir siper mahiyetinde müreffeh bir piyasa ekonomisinin yaratılması akıllıca bir hedefti. Fakat İkinci Dünya Savaşı sonrasına ait bu hedefler, artık Lizbon'dan Talin'e, Stockholm'den (Asya'daki) Lefkoşa'ya uzanan 25 üyeli bir Birliğin arzularını tarif edemez.
Pahalı ve meşakkatli ama... Birliğin halihazırdaki amacı yeterince açık gibi görünüyor: en yeni üyeleri arasında demokrasiyi sağlamlaştırıp refahı inşa etmek ve buralarda istikrarı sağlamak. Bu manzara, Jean Monnet'nin çok daha kaynaşmış bir Birlik, antik Hıristiyanlığın yeniden yaratılması vizyonunu yine de tam karşılamıyor olabilir. Yeni görev pahalı ve meşakkatli, üstelik içerideki seçmenlere kısa vadede getirisi de yok. Bugünün liderlerinin birçoğu gözlerini kapatıyor ve öylece yerlerinde duruyor. Fakat dünya dönmeye devam ediyor. Birlik kendisini küresel bir aktör olarak görüyor ve dünyanın ciddi çatışma noktalarının birçoğunun sınırlarının ötesinde olması, kendisini haklı olarak böyle görmesinin önünde engel değil. Fakat gelecek yıllarda uluslararası arenadaki etkisi, bizzat kendi pozisyonundaki dönüşümün farkına varma cesaretini gösterip göstermeyeceğine bağlı. Şu an için zayıf ve bölünmüş durumda; ABD'nin karşısında ne güvenilir bir ortak ne saygın bir rakip olabilir. Ortak bir dış politika ve güvenlik politikasından işte böyle bir ortamda söz ediyoruz. Yukarıda sayılanların hiçbiri (en azından Britanyalı kuşkucular arasındaki dostlarım yanlış anlamasın) Birliğin başarılarını veya gelecek açısından taşıdığı önemi reddetmek anlamına gelmiyor. Kıtanın politikacıları açısından, Avrupa zemininden ziyade ulusal düzeyde daha iyi başa çıkabilecekleri tek bir ciddi zorluk düşünemiyorum (ekonomik refahı sağlamak, sınır ötesi suçları azaltmak, göçle mücadele etmek, çevreyi korumak, enerji güvenliğini inşa etmek vs. vs.). Birlik çalışıyor, ne var ki ancak liderlerin istediği raddeye kadar. Bütün uluslararası kurumların bitmeyen paradoksu, aldıkları enerji ve gücün, güçlü ulus-devletlere dayalı olması. Son yıllarda birçok Avrupalı lider gözünü, kaçınamayacakları bir gelecekten ziyade, tekrar yaratabileceklerini sandıkları bir maziye çevirdi. Gelecek haftaki zirveden Türkiye ile müzakerelere kayıtsız şartsız başlanması kararının çıkması, hiç olmazsa bugüne dönmekte olduklarına dair küçük bir sinyal sayılacak. (10 Aralık 2004)