6 Ağustos 2006Mehmet Bekaroğlu
Neredeyse bir ay olacak, günlerdir televizyonlardan naklen katliam manzaraları izliyoruz. İsrail hiçbir kaide, kural, hukuk tanımadan bir ülkeyi yıkıyor, insanları sivil-asker ayırmadan, bebek, çocuk, kadın, yaşlı gözetmeden öldürüyor. Bu faciayı durduracak tek siyasi ve askeri güç olan ABD yapılanları onaylıyor, İsrail vahşetini "terörle mücadele"nin bir parçası olarak niteliyor ve destekliyor. BM, bir aya yakın zaman geçmesine rağmen ateşkes çağrısı bile yapamadı, AB'den ses çıkmıyor, İslam Konferansı Örgütü ve Arap Birliği ortalıkta yok. ll. Dünya Savaşı'ndan sonra hiç böyle bir şey olmamıştı, yönetimler ve uluslararası kuruluşlarla halklar hiç bu kadar ters düşmemişti. Savaştan sonra haksızlık ve hukuksuzlukları önlemek amacıyla oluşturulan uluslararası kuruluşlar, İsrail ve ABD'nin katliamları karşısında adeta kendilerini feshedercesine sessiz otururken halklar ayakta. Sadece Araplar ve diğer Müslümanlar değil, dünyanın dört bucağında insanlar, katliamları, ABD ve İsrail'in uyguladığı vahşeti kınıyor. İsrail devletinin güçlü propagandalarına rağmen, İsraillilerin bile yüzde 35'i yapılanları tasvip etmiyor, İsrail şehirlerinde her gün katliamları kınayan gösteriler düzenleniyor. Evet, bedel çok ağır, bebeklerin, çocukların paramparça bedenlerine dayanmak çok zor ama Lübnan'da yaşanan vahşet ve Kana katliamı karşısında uluslararası camianın sessizliği üzerinde düşünmek zorundayız. Elbette oraları çoktan geçtik ama ABD, önce Afganistan sonra da Irak'ı işgal ederken, gerekçe olarak bölgenin istikrara kavuşturularak hür dünyaya eklemlenmesini gösterilmişti. Bunun için işgallere paralel olarak gündeme getirilen Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi ile bölgeye demokrasi, insan hakları ve özgürlükler getirilecekti. Afganistan'da kaç kişinin öldüğünü ve şu anda durumun ne olduğunu kimse bilmiyor, bağımsız kaynakların 40 bini sivil olmak üzere ölü sayısının 100 bini aştığını bildirdiği Irak tam bir harabe ülke durumunda. İç savaş mı yoksa sistemli katliam mı ayırmak çok zor, ama yine bağımsız kaynakların bildirdiğine göre morglara günde 100-150 ceset bırakılıyor. Bırakınız düşünce ve ifade özgürlüğü gibi "lüksleri", bölgede en temel hak olan yaşama hakkının esamisi bile okunmuyor. Demokrasiye gelince, ABD'nin bütün ağırlıklarıyla bölgeye gelmesinden bu yana sadece Filistin'de tarafsız gözlemcilerin onayladığı serbest seçimler yapılabildi. Ne var ki, ABD ve AB, Filistinlilerin HAMAS'ı seçmelerini kabul etmedi. Filistin'deki serbest seçimlerin karşılığı ekonomik ambargo ve İsrail'in Gazze katliamı oldu.
Eşit olmayan insanlar Şöyle deniliyor: "Bu insanlar da demokrasiden sadece seçimleri anlıyor. Demokrasinin diğer değerlerini ihmal ediyorlar. Örneğin laiklik ve serbest piyasa olmadan, insan hak ve özgürlükleri Anayasal güvenceye bağlanmadan demokrasinin olamayacağını görmüyorlar." Aslında HAMAS'a bir şans verilmedi, HAMAS'ın nasıl bir demokrasi uygulayacağını kimse bilmiyor. Ama HAMAS'tan bağımsız konuşursak, bu yaklaşımın içinde bir tür totalitarizm barındırdığını görmek durumundayız. Bunun bir adım ilerisi ırkçılıktır. Bu sulara kadar gelmişseniz "Batı dışı toplumların demokrasiyi kuramayacaklarını, böyle bir yeteneklerinin olmadığını, dinlerinin ve geleneklerinin buna engel olduğunu" söyler, daha da ileri gider, kendinizde onları yönetme, adam etme, karşı çıkanları "terörist" ilan etme, kaynaklarına el koyma, gerekirse öldürme hakkı bulursunuz. Bugün bölgede yaşanan budur. Bölgeyi işgale ve yağmaya gelenler, kendilerini "iyiler", ötekileri "kötüler" olarak tanımlıyorlar, dahası ekonomik imkanlar ve silahları olduğu, yani güçlü oldukları için kendilerini üstün görüyorlar ve kendilerinde zayıf olanlara boyun eğdirme, onlara istedikleri yöneticileri seçtirme, kaynaklarına el koyma, hatta onları öldürme hakkı buluyorlar. ABD ve diğer Batılı ülkelerin, en son Gazze ve Lübnan katliamları karşısında takındığı tutumu başka nasıl izah edebiliriz? Çok açık ki, bunlar kaçırılan İsrail askerleri ile Gazze ve Lübnan'da katledilen insanları eşit görmüyor. Nitekim, ABD'nin BM temsilcisi bunu açıkça ifade etti ve bu ifadeye bir itiraz da gelmedi. Bütün bu olup bitenleri anlamı şudur: Belki İsrail bombardımanının toz bulutu arasında henüz bütünüyle fark edilmedi ama ABD'nin jandarmalığını yaptığı, hür dünyanın, bütün kurumları, değerleri, iddialar ve vaatleri Güney Lübnan'da, Kana'da yıkılan binanın enkazları altında kaldı, liberal demokrasilerin bu saatten sonra insanlığa söyleyecek tek bir sözü yok.
I. Körfez Savaşı Faslı kadın sosyolog Fatma Mernissi, l. Körfez Savaşı'nda şunları yazmıştı: "... Bu gece, ayın 16'sında (16 Ocak 1991, Bağdat'a ilk bombaların düştüğü gece), ben Batı dünyasına olan inancımı yitirdim. Tam da bu inanç, benimle radikal İslamcılar arasındaki ayırt edici farklılıktı. Çünkü, garip görünse bile, feministler de, radikal İslamcılar da bütün Arapların ayaklarını yerden kesen aynı sorunun cevabını arıyorlar: Aşağılanmak ve çaresizlik. Radikal İslamcılar, çıkış yolu olarak efsanevi bir geçmişe geri dönmeyi öneriyorlar. Laik sol ve onlarla birlikte feministler de, demokrasi öneriyorlar: Kişisel özgürlükler, seçim hakkı, temel kararların alınmasına katılma hakkı. Radikal İslamcılar, tüm bu düşüncelerin Batı'dan ithal edildiğini haykırıyorlar. Doğru, bunların Arap, Çin ya da Japon medeniyetlerinde olduğunu iddia etmek gülünç olur. Ancak ayın 16'sını gecesinden beri Batı'nın bize sunacak en küçük bir şeyi olduğundan o kadar emin değilim. Bu geceye kadar Batılıların gerçekten ileri bir medeniyet, soylu duyguların, bayağı duyguların yerini aldığı, üstün insani bir varlık yarattıklarını düşünürdüm. Bugün artık bundan bu kadar emin değilim. Yorgunum. Tünelin ucunun hiç görünmediği durumlarda duyulan türden bir yorgunluk. Bir tür bitkinlik, gözleri açma isteğinin bile olmadığı bir uyuşma hali. Uyumak istiyorum. Acımın beni unutacağı kadar uzun". (Çev. Y. Coşar, Birikim, Nisan, 1991). Şam'da Suriye Parlamentosu'nun önünde Doğu Konferansı'nın katliamları kınamak için yapmış olduğu basın açıklamasına katılan Lübnanlı kadın Hiristiyan milletvekili, "Şu uygarlık adına yapılanlara bakın, şu yıkımı, cinayetleri dünyaya duyurun, bu uygarlığı insanlar tanısın" derken, Faslı feminist sosyolog Mernissi'nin 15 yıl önce söylediklerini düşünüyordum. Bu iki Doğulu kadının söyledikleri ile Suriye'deki, adeta Hafız-Beşar Esat resimleri ve Suriye bayraklarını gölgeleyen Hizbullah bayrakları ve Hizbullah Lideri Nasrallah'ın resimlerinin bir paralelliği var. Gelen haberlere bakılırsa, sadece Suriye'de değil, tüm Arap dünyası, hatta Endonezya'dan Fas'a kadar İslam dünyasında Hizbullah ve lideri Nasrallah konuşuluyor. Bu konuyu kimse "El Kaide de konuşulmuştu" diye geçiştirmesin. Unutulmamalı ki Hizbullah, İsrail ve ABD'nin dillerine doladıkları gibi bir terör örgütü değil, bugüne kadar sivil hedeflere saldırmadı, BM Lübnan Eski Sözcüsü Timur Göksel'in ifade ettiği gibi, attığı roketlerin sivil yerleşimlere düşmemesi için dikkat eden bir direniş örgütüdür. Hiç kuşku yok ki, buradan tüm Müslümanların "Şii" ve "köktenci" olduğu anlamı çıkmaz. Burada Hizbullah ve lideri Nasrallah, İsrail'e, ABD işgaline ve sömürgeciliğe karşı direnişin sembolüdür. Araplar (ve elbette tüm Müslümanlar) Batı'nın yüzyılı aşkın bir süreden beri devam eden bölge politikalarına, yağmalara, katliamlara, ikiyüzlülüklere, tepeden bakmaların isyan ediyor. En dindarından en liberaline kadar Arap aydınları artık Batı'ya, Batı'dan gelecek olan değerlere güvenmiyor, Batı'nın desteği ve himayesi ile verilecek demokrasi mücadelesine, güvenlik ve kalkınma programlarına artık inanan kalmadı. Bu demek değil ki, bu süreç bölgeye yerleşmiş olan otoriter rejimleri ve diktatörleri güçlendirdi, aksine Araplar çekmiş oldukları sıkıntılardan, fakirlikten, işgallerden, işkencelerden, yenilgilerden, aşağılanmak ve çaresizlikten bu rejimleri sorumlu tutuyorlar. Hizbullah bayrakları aynı zamanda bu rejimlere karşı da sallanıyor. O nedenle Hizbullah'ın yükselişi karşısında başta Ürdün, Suudi Arabistan ve Mısır olmak üzere bölgedeki işbirlikçi krallar, başkanlar, emirler ve şeyhler, en az ABD ve İsrail kadar tedirgin. Belki de İsrail, Lübnan'ı yerle bir edecek, tüm Hizbullah savaşçılarını öldürecektir ama Hizbullah'ı yenemeyecek. Çünkü, evet, Hizbullah bir direniş örgütüdür. İsrail'e karşı savaşıyor, ama aynı zamanda bir fikirdir, ruhtur, heyecandır. Gerillaları öldürürsünüz ama topraklarını, kaynaklarını ve en önemlisi onurlarını kurtarma fikrini, ruhunu yok edemezsiniz. İnsan ve silah gücü olarak düşmanlarına göre çok küçük olmasına rağmen bir direniş örgütü, "Savaşta çocukları, kadınları, yaşlıları ve silahsız olanları öldürmem" diyorsa ve Lübnan'ın Ortodoks Ermeni Patriği, bu Müslüman-Şii örgütün lideri için "Nasrallah, akıl ve hikmetle hareket eden bilge ve vatansever bir liderdir" tanımlaması yapıyorsa, burada aynı zamanda bir medeniyet iddiası da söz konusudur. Gücü yücelten, çıkar ve kârdan başka değer tanımayanların böyle bir fikir karşısında tutunmaları mümkün değil. ABD'nin Suriye'yi işgal etmeye, İran'ı bombalayıp harabeye çevirmeye gücü yeter. İsrail ve ABD'nin, direniş karşısında verecekleri kayıplarla akılları büsbütün başlarından gidebilir, nükleer silahlar kullanabilir, yüz binlerce insan öldürebilirler. Yine ABD, bölge ülkelerini parçalayıp bölebilir, bir sürü karakol devlet kurar, her birinin başına eklemlenmiş demokratları, Karzaileri getirebilir. Bu "aydınlanmış despotlar", daha bir süre burada Amerikan çıkarlarına hizmet edebilirler. Ancak orta ve uzun vadede artık Batı'nın bir Ortadoğu'su olmayacak, ABD değil ama bu coğrafyanın halkı "şark meselesi"ni çözecek. Mehmet Bekâroğlu: Doğu Konferansı Gen. Sek.