Arato-anakronik liberalizm ve zayıf demokrasi

-
Aa
+
a
a
a

29 Nisan 2010Taraf

Son anayasa değişikliği sürecinin en önemli sonucunun, demokrasi ve siyaset konularındaki anlayış farklılıklarının belirginleşmesi olduğunu daha önce yazmıştım. Andrew Arato’nun Devrim Sevimay’a verdiği uzun röportaj (26 ve 27 nisan tarihli Milliyet), bu tesbitimi açmak için iyi bir vesile oldu.

Arato, “anakronik liberalizm” olarak adlandırabileceğimiz bir zihniyet dünyasından konuşuyor; demokrasiyi de buradan hareketle tanımlıyor. 19. yüzyıl liberallerinin temel korkularından biri, “kitlelerin gücü”ydü. Bu korku, Benjamin Constant’la birlikte liberallerin demokrasiye yaklaşımlarını derinden etkileyen bir faktör haline geldi. Liberallerin 19. yüzyıl boyunca “genel oy hakkı”na ısrarla karşı çıkmaları, bu kaygının çıplak tezahürüdür. Daha sonraki zamanlarda da liberaller, kitlelerin siyasal etkisini güçlendirme sonucunu doğuracak demokratik mekanizmalara hayli mesafeli yaklaşmışlardır.

Anayasa yargısı da, bu kaygıların bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Liberaller, bu gelişmeyi, “çoğunluk despotizmine karşı bir tedbir” olarak savunurlar. “Çoğunluk despotizmi”, elbette görmezden gelinecek bir tehlike değildir. Ancak liberallerin anayasa yargısına biçtikleri rol, bu tehlikeye karşı bir tedbir olmanın çok daha ötesine uzanmaktadır. Burada, demokrasiyi yargı temelinde yeniden tanımlama çabası; daha doğrusu, demokrasiyi yeniden tanımlarken yargıyı asli ya da merkezî aktör olarak konumlandırma niyeti söz konusudur.

Nitekim Arato da, neredeyse sadece Anayasa Mahkemesi’nin yapısıyla ilgili düzenlemeden hareketle, anayasa değişikliği paketinin büyük sakıncalar yaratacağını iddia etmektedir. Aslında Arato’ya göre, “soğanın cücüğü”nün de cücüğü var ve bu da Anayasa Mahkemesi’ne ilişkin tekliftir.

Arato, anayasa yargısının önemine vurgu yapmakta haksız değil. Gerçekten de, anayasa yargısının yaygınlaşmaya başladığı 1945’ten beri, bu kurum ile demokrasi arasındaki ilişki, siyaset biliminin/felsefesinin ve anayasa teorisinin en önemli tartışma konularından biri olmuştur. Anayasa yargısı bir kez oluşturulduktan sonra, demokratik teori açısından aşılması kolay olmayan bir yığın sorunun ortaya çıktığı genel olarak kabul edilir. Bu sorunlara çözüm aranırken, anayasa yargısının yetkilerinin sınırlarını belirleme hususu hayati önem taşır.

Arato gibi “anakronik liberaller”, mahkemenin yetkilerinin alabildiğine geniş olması gerektiğini savunurlar. Meselâ Arato, Anayasa Mahkemesi’nin, yetkileri anayasada belirlenmiş bir yargı kurumu olduğunu unutarak, ona “devletin temel niteliklerinin bekçisi”, hatta “gardiyanı” olma işlevini tanıyor. Burada da kalmıyor, gayet açık sözlü bir şekilde, Anayasa Mahkemesi’ni “MGK’nın yerine geçecek bir organ” olarak tasarlıyor. Bu misyonu yerine getirebilmesi için de, anayasaya bağlı kalmadan yetkilerini genişletebileceğini, hatta bu değişiklik paketini de hiçbir ek açıklama yapmadan, anayasanın değiştirilemez hükümlerine aykırı bulduğunu belirterek iptal edebileceğini söylüyor. Arato’nun şu sözleri karşısında nutkumun tutulduğunu itiraf edeyim: “Mahkeme netlikle paketin anayasaya aykırı olduğunu ileri sürebilir ve 4. Madde ile sabitlenen ilk üç maddeyle uyuşmadığını savunabilir. Gerisini tartışmasına bile gerek yok, sadece anayasaya aykırı olduğunu söyleyip yeniden görüşülmesini söyleyebilir. Ben burada bir problem görmüyorum.”

İronik bir şekilde bütün bunları da, “daha çok demokrasiyi daha az demokrasiye karşı savunmak” amacıyla söylediğini vurgulamayı ihmal etmiyor Arato.

Bu görüşlerde, soğuk savaş döneminin güçlü etkileri var. Mesela o dönemde, özellikle Alman Federal Anayasa Mahkemesi için, pozitif hukukla bağlı olmayan bir “süper meşruluk mercii” değerlendirmesi yapılıyordu ve mahkeme de bu misyonu hakkıyla yerine getiriyordu. Aynı şekilde, “demokrasiyi demokratik olmayan araçlarla savunmak” şeklindeki eğilim, o dönemden kalma “militan demokrasi” anlayışının tipik bir örneğidir.

Arato da, Türkiye’de yargıyla ilgili yeni düzenleme tekliflerine karşı çıkanların hemen hepsinin yaptığı bir şeyi yapıyor ve düzenlemelerin ayrıntılarını tartışmadan, AKP’nin niyeti üzerinden bir “yargıyı fethetme manevrası”ndan, “AKP’nin rakipsiz ve denetimsiz bir güç haline gelme stratejisi”nden, kısacası bir “sivil despotizm tehlikesi”nden dem vuruyor. Oysa bütün bu tehlikeler, pakette Anayasa Mahkemesi için öngörülen yeni yapıdan çok daha fazla şekilde, mevcut yapıda söz konusudur. Mevcut yapıda, Anayasa Mahkemesi üyelerinin tamamını cumhurbaşkanı seçmektedir. Pakette ise, cumhurbaşkanı toplam on yedi üyeden dördünü doğrudan seçmekte, on üyeyi de çeşitli kurumların göstereceği üçer aday arasından belirlemektedir. Meclis’e tanınan üye seçme yetkisi de, yine çeşitli kurumların göstereceği üçer adayla sınırlanmıştır. Evet, bu paketle cumhurbaşkanına tanınan yetkiler çok fazladır ve demokratik esaslarla uyuşmamaktadır. Ama sanki mevcut sistem, yürütmeye hiç yetki tanımıyormuş ya da daha az yetki tanıyormuş gibi bir hava yaratarak tehlike değerlendirmesi yapmak da, en hafif deyimiyle iyi niyetle bağdaşmaz.

Arato’nun “konsensüs fetişizmi” olarak niteleyebileceğimiz görüşleri de, “anakronik liberalizm”in bir başka yansımasıdır. Sonuç itibariyle önerdiği, “cılız siyaset, zayıf demokrasi”den başka bir şey değildir. Türkiyeli demokratlar (bu) tehlikenin gayet iyi farkındadır. Yerimiz bitti; kaldığımız yerden yarın devam edeceğiz.

II

30 Nisan 2010www.taraf.com.tr/makale/11100.htm

Dünyaca ünlü anayasa değişikliği uzmanı” Andrew Arato’nun görüşlerini irdelemeye, dün kaldığımız yerden devam edelim.

Arato, anayasa değişikliği sürecini değerlendirmek bakımından “anahtar kelime”nin “konsensüs” olduğunu belirtiyor: “Yasama anayasada önemli değişiklikler yaparken daha büyük sosyal ve politik konsensüs sağlaması gerektiğini unutmamalı. Eğer unutursa Anayasa Mahkemesi bunu kendisine hatırlatacak.”

Bu görüş, iki açıdan ciddi sorunlarla yüklüdür. Bir defa, yeni bir anayasa yapılırken veya anayasada önemli değişiklikler gerçekleştirilirken geniş bir konsensüsün yararlı ve arzu edilir bir şey olduğu şüphesizdir. Ancak “konsensüs”ü, somut toplumsal şartları ve siyasal dengeleri hesaba katmadan, anayasa değişikliğinin mutlak şartı haline getirmek, bazen değişimi imkânsızlaştırmak sonucunu doğurabilir. Mesela yargının, demokratikleşmenin önüne sürekli ağır engeller çıkardığı bir gerçekken ve anayasa değişikliği için gereken nitelikli çoğunluğa ulaşabilecek bir parlamento yapısı mevcutken, “konsensüs”ü gerekçe göstererek reformdan vazgeçmeyi önermek, mevcut antidemokratik sistemi sürdürmeyi ve hatta hiç değiştirmemeyi istemekle aynı kapıya çıkar.

Ayrıca konsensüsü fetişleştirmek, siyasetin özünü oluşturan çatışmaları, siyasal alanın dışına taşıyarak karara bağlama gibi bir sonuç yaratır. Bu ise, çatışmaları siyasal mekanizmalar içinde yapıcı bir biçimde dönüştürmeyi öngören “demokratik siyaseti” işlevsizleştirir.

 Nitekim Arato da, “konsensüs”ü mutlak bir şart saymakla kalmıyor, Anayasa Mahkemesi’ne, bunu yasamaya hatırlatma yetkisi de tanıyor; üstelik böyle bir yetkinin anayasal bir temele sahip olup olmadığını da hiç önemsemiyor. Anayasa yargısı, bir kez daha her şeyin doğrusunu bilen, –Rawls’un deyişiyle- “kamusal aklı en iyi temsil eden” organ mertebesine yükseltiliyor. Toplum içindeki müzakere ve katılım süreçlerini değersizleştiren bu bakış, “otoriter yönetim”e alenen göz kırpıyor. Esasen “yargı eksenli demokrasi”, güdük bir siyasal alan tasavvuruna dayanan ve “itaatkâr bir yurttaşlar topluluğu”nun arzu edildiği bir yönetim modelinden daha fazlasına imkân vermez.

Bu model, zaten 12 Eylül Anayasası’yla muhkem bir şekilde kurulmuştur. İtaatkâr yurttaşlar yaratmak, yani toplumu terbiye etmek, bu modelin en önemli hedefidir. Bu paternalist yapıda terbiye misyonunun başlıca taşıyıcıları ordu ve yargıdır. Ordu korkutarak bu işlevi yerine getirir. Yargıya verilen rol ise, meşruiyetin nihaî kaynağı olmaktır. Yüksek yargı organları, değer üreterek, siyasetin içeriğini belirleyerek ve siyasal karar alma süreçlerini ikame edecek müdahalelerde bulunarak bu rolü icra ederler.

Demokrasi teorisi alanında, muhtelif yaklaşımlar, bu misyona soyunmuş bir yargı erkinin yaratabileceği tehlikelere dikkat çekerler. Mesela ABD’de J. H. Ely’nin adıyla anılan “usulî anayasa anlayışı” bunlardan biridir. Ely’ye göre, mahkemeler, demokratik prosedürün işleyişini değil, “değerleri” ve içeriği esas alan bir denetim yaptıkları takdirde, demokratik siyasal sürecin belirleyici unsuru olan yasamanın yetki alanı aşırı derecede kısıtlanmış ve sonuçta demokratik olmayan bir yola girilmiş olur.

Bu yaklaşımlardan bir diğeri, Habermas’la özdeşleşen “müzakereci demokrasi”dir. Habermas’a göre, anayasa yargısının, maddi değerleri gerçekleştirme misyonuyla hareket etmesi, otoriter bir makam haline gelmesine ve “yargısal paternalizm” denebilecek bir sistemin oluşmasına yol açar. Burada paternalizm, toplumsal değerleri ve siyasal prensipleri belirleme ve bunlara uygun davranış normları dayatma anlamında kullanılmaktadır.

Türkiye’de demokratikleşme, paternalist modelden kurtulmakla mümkündür. Bu nedenle, bu modelden uzaklaşma anlamına gelen her adım, demokrasi yönünde önemli bir ilerlemedir. Anayasa değişikliği paketi, bütün eksikliklerine rağmen, böyle bir adıma zemin sunmaktadır.

Bu zeminin işleyişi, münhasıran AKP’nin niyetlerine veya hesaplarına bağlı değildir. AKP’nin bu süreci iyi yönettiği söylenemez. AKP’nin, demokratik dönüşümü taşımaya aday toplum kesimlerinin taleplerine büyük ölçüde kayıtsız kalması, bu süreci zayıflatan başlıca etkendir. Tam da bu etkendir ki, Arato gibi, sonuçta vesayet sisteminin başka araçlarla restore edilmesini öneren kişilerin görüşlerine belli kesimlerde kulak kabartılmasını sağlamaktadır.

AKP’nin, geçmişteki çeşitli sağ partiler gibi, başkanlık modeline teşne olması, bu anayasa değişiklikleriyle siyasal alanı demokratikleştirmeyi ve çoğulculuğu hedeflediği yönündeki iddiasının inandırıcılığını ciddi biçimde gölgelemektedir. Zira başkanlık modeli, siyasetin toplumsal temelini aşındıracak, Ahmet İnsel’in haklı olarak işaret ettiği gibi, siyasal kültürü daha da otoriterleştirecek ve sonuçta kurtulmaya çalıştığımız paternalizmi pekiştirecek bir tercihtir.

Bütün bunlara rağmen, değişim süreci tek başına AKP’nin isteğiyle değil, muhtelif toplumsal ve siyasal dinamiklerin dayatmasıyla başlamıştır ve kendi nesnel dinamiklerini sürekli yeniden üretme potansiyeline sahiptir. Bu potansiyeli, toplumsal tabana yayılmış, çoğulcu bir demokrasinin inşası yönünde harekete geçirmek, bunu arzu eden toplumsal ve siyasal aktörlerin çabasına bağlıdır.