Türkiye ahalisi nezdinde ne idüğü belirsizliği başlı başına sorgulanması gereken bir mesele olan Antropoloji disiplini, temel kuramsal ve yöntembilimsel sorunsalı “öteki” ve “öteki”nin nasıl ele alınacağı olan bir disiplindir. Ancak “öteki” diyince akan sular durmaz; hatta dile pelesenk olmuş, son yıllarda her türlü savunmasızlık karşısında ezbere söylenen bu kelime, söylene söylene kendi yabancılaşmasını kendisinden doğurmaktadır. Mesaisi, bitmeyen tekrarlarla X makinesinin vidalarını sıkmak olan bir işçinin kendi emeğine yabancılaşması gibi, her türlü savunmasızlık ve adaletsizliği açıklamak için, yine bitmeyen tekrarlarla her derde deva bir hapçık olarak başvurduğumuz bu kelime (öteki), bizi başta meselenin kendisine ve sonrasında, meselenin odağının bizatihi insan olmasından ötürü de insanlık durumumuza yabancılaştırmaktadır. Dolayısıyla bu tanımın açılması gerekmektedir.
Antropolojinin doğuşu, meşruiyeti sorgulanamaz pek çok bilimsel bilgi iddiasında olduğu gibi, “güçlü”den doğrudur; çünkü Antropoloji, çıkış noktası itibarı ile her şeyi kendine “hak” göre gören emperyal bir zihniyetin ürünüdür. Zihinlerimizde “güçlü” ile birlikte kurgulanagelmiş “Batı”, “keşfettiği” sömürge coğrafyalarında karşılaştığı kendinden önceki ilkellerini, yerlilerini, yabanilerini tanımak istemiştir ilkin. Keşfedenin mutlak biricikliği dışında, ondan tamamıyla farklı bu yabancıların, Batı uleması nezdinde insan olup olmadıkları tartışmaları durulup, bu varlıkların insan olduğuna karar verildikten sonra, onların bir araştırma nesnesi olarak incelenmesinin ne işe yarayacağı sorusuna karşılık, onların insanlık durumunun ilk halleri olduğu tartışmaksızın teslim edilmiştir. İşte, antropolojinin çıktığı bu yerde güçlü, insanlık halinin zirvesindedir; ve gerek toplum yapısı, gerekse toplumsal ilişkileri ve ahlaki kurgulanışı açısından evriminin son noktasındadır. Bu zafer sarhoşluğunda, kendisi gibi olmayan bu insansıların, kendisinden olmayan toplumsal ve ilişkisel özellikleri, kendi zirvesine ulaştığı o upuzun zafer dolu yola da ışık tutabilir.
İşte “öteki”, antropoloji disiplini bağlamında, tüm yargıları, zaferleri, kurguları ve bu kurguların sarsılmaması gerektiğine ve buradan beslenen bir kendiliğe dair sonsuz bir güven ile, karşılaştığı başka türlü yaşam biçimlerini ve kendilikleri tanımlama ve kendinden doğru anlamlandırma ve kategorize etme çabası üzerine yükseltilmiştir. Bu kurgusal güven üzerine kurulmuş zihinsel, toplumsal ve ekonomik düzen ve ilişkiler bağlamında söz konusu ilkeller, yerliler ya da yabaniler, bir yandan üstten bir algılama ve yargılama dünyasının anlamlandırma çabası içinde, neye uğradıklarını bilmeden “anlam” kazanmışlar (atfedilen bu anlamlar, onlara ait kaynakların “idari” amaçlarla, hangi şekillerde her şeyi kendine hak görene aktarılacağı sorunsalına cevap vermiş), öte yandan, egemen kurgunun, kendine biçtiği “kültürel” konum gereği, müzecilik, kağıt kürek/basın yayın işleri, akademi, vb. yollarla onun entelektüel hazinesinin/zenginliğinin bir parçası haline getirilmişlerdir.
“İlkel”ler Anglo-Sakson dünyasında bu şekillerde araştırıladurulurken, şükür ki egemenliğe ve söz konusu entelektüel hazine sahipliğine oynayan zihniyetin parçalı ve rekabetçi doğası, bu parçalılıkla ve rekabetle beslenen bilumum tartışmaları da beraberinde getirmiştir: “Anlama” vurgusuyla, her bir “kültür”ü karşılaştırmaksızın kendi kendilikleri içinde anlama ve anlamlandırma; bunun içine tarih bilgisi katma ya da katmama; “ilkel”lerin dünyayı sınıflandırma biçiminin tüm insanlığa ait zihinsel yapıların ürünü olduğunu savunma; ya da (Batı dahil) tüm kültür ve anlamlandırma biçimlerinin enerji miktarı, kalori tüketimi ya da nüfusu dengeleme gibi altyapısal nedenler üzerine biçimlendiğini savunma; (yerli) kültürleri (de) kendi üretim araçları ve ilişkilerine dayanan üst yapısal çıktılar olarak değerlendirme ve analiz etme; kültürlerin anlam biçimleri ve bilumum ritüellerine semboller düzeyinde bakma ve bu semboller ve ritüellerin o toplumun/kültürün devamını sağlama rolünü vurgulama; ritüellerle toplumsal devamlılık ve çatışma ilişkileri üzerine kafa yorma; ya da etliye sütlüye dokunmadan, kurumlara ya da iktidar ilişkilerine kafa yormadan, kültürlere (ve dahi dine) dünyayı anlamlandırma ve yorumlama biçimleri, her şey bir yorum, bu da benim yorumum diyerek anlam koyma…. ve saire, ve saire…
Bu kurgular, hangi anlamlandırma ya da sınıflandırma sistemi üzerine çalışırsa çalışsın, söz konusu “bilgi”, bilen öznenin, kendi anlam dünyası üzerinden ürettiği kendi bilgisidir. Özne, kendi “dışındaki” dünya ya da kültüre bakar; kendi göz ve yargıları üzerinden, kendi diliyle onu sınıflandırır ve başkalarına sunar. Öyle ya da böyle… “Niyetler” her ne kadar, “ilkel”in nevi şahsına münhasırlığı ve bu anlamda değerinin savunusuyla “iyi” olsa da ve bu “iyi”likle, her ne kadar “içeriden” gelen bilginin değeri, söylemsel düzeyde yüceltilse de, bilgiyi kuran özne kendinde bir bütün olduğu ve karşılaştığı söz konusu “değer”leri, bu bütünlüğüyle bilgi nesnesi haline getirdiğinden, sunulan bilgi de bütün ve çatışmasız bir bilgidir. Bilgi üreticisi/sunucusu, bir bütünlük içinden, başka bir bütünlüğe anlam verir.
Ancak, tüm bu tarihsel geçmişi/paketiyle, antropoloji disiplini (kültürel/sosyal antropoloji), kendi ürettiği bilgiyi ve bu bilgiyi üretme biçimini eleştirmekten ve sorgulamaktan vazgeçmeyen ve bu vazgeçmeyişi ile “başka türlü nasıl olabilir” sorusunu canlı tutan bir disiplindir de aynı zamanda. Bu özelliği ile, kendi bilgisiyle ve kendi kendisiyle yüzleşmekten vazgeçmeyen üreticileri/sunucuları içinde barındırır. Antropoloji, kimi zaman kendi bilgisini yıkmak pahasına da olsa, bu ev sahipliğinden vazgeçmez. Zira, antropolojiyi antropoloji yapan biricik yöntemi olan saha çalışması “deneyimi” ile antropolog, kendisi dışındakinin kültürel/toplumsal biçimlenişlerinin anlatısını kurarken, kendi biçimlenişleri üzerine de kafa yoramazlık edememiş, bilgi üretimi sahada bu türden bir yüzleşme deneyimi olduğundan, kendi kodlarını, parçalanmalarını, bu kodlardan kaynaklanan duygusal ve zihinsel çatışma ve çalkantılarını görmezlikten gelememiştir. Saha notları dışında tutulan günlüklerin açığa çıkardığı “kirli çamaşırlar”, kadın, kadınlık ve toplumsal cinsiyete dair bilgi ve temsillere ilişkin empatik hassasiyetin saha çalışması ve etnografik yazın üzerine getirdiği kendine dönük eleştiriler, antropoloji tarihinin başında bir bütünlük içinde nesneleştirilen “öteki” kültürlerden zamanla çıkan sesler ve temsiliyet tartışmaları, sosyal bilimlerin diğer kollarında “bilgi” üretimi ve temsil konularında çıkan kurgu bozucu/yıkıcı seslerle birleşerek, bu “ben” sorgulayıcı/yıkıcı süreci canlı tutmuştur. Antropoloji disiplini, araştırma yönteminin doğası gereği, ve belki de iddialı bir dille, bu kendine dönük eleştirel düşünceden en çok etkilenen, bu etkiyi kendisine döndürerek nasiplenen disiplin olmuştur. “Kendiliğin” (de) kurgulanmışlıkları, koşullanmışlıkları, parçalanmışlıkları, kırılganlıkları ve çatışmalarının farkındalığıyla, öğrencilerine anlamanın ötesinde, insanlık hali ve dramının farkında olmayı göstermiş, bu özelliği ile de bilgi üreticilerine/temsilcilerine –girmeyi tercih edenler için- bir tevazu kapısı sunmuştur, sunmaktadır.
Antropolojik bilginin doğuşunun, memleketimiz bağlamında da güçlüden doğru olduğunu söylemek yanlış olmaz. Antropoloji disiplini, Türkiye Cumhuriyeti kültür politikalarına hizmeten ve yeni bir tarih yazma iddiası altında, bu tarih inşasına temel sunmak üzere 30’lu yıllarda büyük bir ciddiyetle ve bir “memleket meselesi” halinde desteklenmiştir. Bir zafer sarhoşluğunun yarattığı körlükle her şeyi kendine hakkı gören bir kurgudan beslenmese de, disiplin, geçmişine kazılı başka türden emperyal kurgularla (onları taşıdığı halde onlarla çatışarak), zafer sahibi kurguya kendini kanıtlama, o kurgu içinde yer alabilecek “fiziki” ve “tarihi” donanıma sahipliğini, iddiasının ve mevcudiyetinin meşruluğunu kanıtlamak amacıyla el üstünde tutulmuştur. Bu bağlamda, memleket tarihinde Antropoloji disiplinine sağlanan maddi, zihni ve idari destek, zihniyet ve kültür çalışmaları üzerinden değil, fizik antropoloji üzerinden, şanlı “ırk”ımızın kafataslarının yüceliğini ve dolayısıyla bu “ırk”ın kadimliğini ve coğrafi mevzilenişini ispat etme çabaları üzerinden gelişmiştir. Nitekim, bugün antropoloji ile uğraşan bir öğrencinin, uğraşısını söyledikten sonra, “ne o, kafatası bilimi mi” gibi sorulara halihazırda devam eden cevap verme zorunluluğu, 30’lu yıllarda atılan bu ideolojik tohumların köklerinin bir tezahürüdür.
Söz konusu kültür politikalarının şiddetini kaybetmesi ile ve II. Dünya Savaşını takip eden süreçte, disipline sunulan siyasi ve maddi destek de zaman içerisinde azalmıştır. Bu desteğin azalması ve disiplin içerisinden çıkabilecek tehditkar “sol” seslerin de tavsiyesi ile, bunu takip eden uzun bir zaman diliminde Antropologların çalışmaları halk bilimi ve köy çalışmaları, gelenek/görenek derlemeleri ile sınırlı kalmıştır. Ülkemizde günümüzde Antropoloji disiplinin destek ve teşvikten yoksunluğunun en birinci göstergesi, üniversitelerdeki antropoloji bölümlerinin azlığı iken, disiplinin kendi içinde yukarıda bahsi geçen 1970-80 sonrası kırılma ve tartışmalarının ağırlık kazanıp teşvik edildiği bölümler bundan da az sayıdadır. Pek çok bölümde, Antropolojiye etnoloji ve halk bilimi düzeyinde bakış halen devam etmektedir. Reklam ve istihbarat gereksinimlerimiz için iş ilanlarında son yıllarda antropoloji disiplinini daha çok duyar olduysak da, üniversite tercihlerini yapacak gençler ve dahi velileri için ne antropoloji, ne de antropoloji bilgisiyle neler yapabilecekleri çoğunlukla bir anlam ifade etmemektedir.
Hülasası, memlekette antropolog rağbet görmezken, yaptığı/yapabileceği iş, iktidarın ideolojik aygıtlarınca –kendisine hizmet ettiği birkaç alan dışında- göz ardı edilmek suretiyle sindirilmektedir.
Yukarıda bahsettiğim türden bir antropolojik bilgi (kendi kendisini yıkabilme, kendi parçalanmışlıkları, kurgulanışları ve çaresizliklerinin kabulü ile inceleme alanını nesneleştirmeyen ve bu anlamda ötekileştirmeyen bir anlama ve anlaşma deneyiminin bilgisi), ezber bozucu niteliği ile potansiyel bir tehdit olarak algılanabilir. Çünkü, sorgusuz sualsiz içselleştirdiğimiz, bu içselleştirmelerle fasit bir daire içinde üretegeldiğimiz kültürel/ideolojik kodlanmışlıklarımızı kendimize itiraf etmemizi sağlayarak memleketin bitmeyen klişelerinden biraz olsun sıyrılıp başka türlü dünyaların kapısını bizlere aralayarak vizyonumuzu genişletebilir; etrafımız nefret, çaresizlik, geçimsizlik, kendi dışındakini kabul edememe, sömürü, düşmanlık, mutsuzluk, güvensizlikle ve yine sayısız klişeyle sarılıp sarmalanmışken ve bizler bu sarmalanmışlıkla bireysel dünyalarımızdaki pek çok sorunu çözemiyorken, neden bu dünya ötesinden bir dile sığınıp durma ihtiyacı duyduğumuza dair bir farkındalık yaratabilir; kendimizi biraz daha derinden eleştirebilmeye olanak sağlayan yöntemleri ile, yine bu klişelerden örülü varlıklarımıza “hepimiz aynı insanlık dramının içindeyiz”i gösterip, hayatlarımızda tevazuyu biraz daha görünür kılabilir; bu tevazu ile, belki de, temcit pilavı gibi pişirilip pişirilip önümüze konan bölünmelerimiz için bizlere başkaca sözler söyleme ve buralardan eyleme geçebilme potansiyeli sunabilir.
Bahsi geçen bilgi/bilme biçimi bir potansiyeldir; devrimci değildir. Zira klişeler, onlarla yüzleşmeyi tercih edebileceklerden her zaman daha güçlü olacaktır; bu böyle gelmiş, böyle gider. Bu anlamda, akıllı bir iktidarın korkacak bir şeyi olmayacaktır/olmamalıdır, ki zaten bu bilgiyi de kendi lehine dönüştürmeyi bilecektir. Aksi durumda, bir iktidardan diğerine, başka başka söylemlerle bu potansiyel, yok sayılmaya, görmezden gelinmeye, türlü biçimlerde sindirilmeye ya da tehdit edilmeye devam edecektir.