Anlatılan kimin hikâyesi?

-
Aa
+
a
a
a

Son günlerde Karl Marks'ın "Anlatılan senin hikâyendir" sözü epey popüler oldu. Show TV, Marks'ın Komünist Manifesto'da işçilere hitaben sarfettiği bu sözü beğenmiş olacak ki "Şarkılar Seni Söyler" isimli dizisinin sloganı yapmış. İstanbul'daki duvarları, durakları "süsleyen" billboard’larda birkaç gündür Deniz Akkaya ve Kerem Alışık'ın fotoğraflarının altında bu sözü görüyoruz. (Sözün kime ait olduğunu belirtmemişler, Marks'a ayıp etmişler...) Dizide anlatılanların ne kadar "bizim hikâyemiz" olduğu başka bir mesele, benim daha çok dert ettiğim, yaygın medyanın anlattıklarının "bizim hikâyemiz" olup olmadığı... 

Yaygın medyada yoksullarla ilgili haberlere -özellikle adli olaylarda- sık sık rastlarsınız, ama özellikle neden yoksul semtlerinde suç oranının arttığına dair bir bütünleyici çalışmayı göremezsiniz. Medya, verdiği haberlerdeki bütün özneleri yoksul kimliklerinden arındırarak birer "ilginç" tipoloji olarak yansıtmaya özel önem gösteriyor. Yoksullara bakışında da hakim olan eğilim "televole" mantığı oluyor. Herhangi birinin yoksulluğunu izleyen bir başka yoksul haberdeki kişiyle kendisi arasında bir ilişki kuramaz, çünkü sözkonusu kişi "o kadar ilginçtir ki..." Bu açıdan, yaygın medyanın esas çabası yoksulların yaşadıklarını "onların hikâyesi" olmaktan çıkarmaya yönelik olur. 

Özellikle çok satan gazeteler okura çeşitlilik arzeden, birbiriyle uyuşmayan dünya fikirlerine sahip köşe yazarlarına yer vermeleriyle övünç duyarlar. Halbuki çoğu zaman sözkonusu köşe yazarları arasındaki en büyük farklılık tuttukları futbol takımlarının ayrı olmasında kendini gösterir. Veya biri kamuoyundaki onca karşı çıkışa rağmen "Irak'a askeri bu ay değil de gelecek ay gönderelim" derken, bir diğeri "hayır, hemen gönderelim" der. Mesela içlerinden hiçbiri kalkıp da "hayır, ne biz asker gönderelim, ne de Amerikan askeri Irak'ta kalsın" demez/diyemez de. Ne de olsa bu çağda farklılıklarda da bir "esneme" olmuştur ya! 

Değişen tanımlar... 

Medyayı diğer işleri/ihaleleri ve daha fazla iktidar için birer kullanma aracı haline getiren sermayedarların kalkıp da kendilerini besleyen yönetimleri sorgulamaya; sömürdükleri işçilerin haklarını da savunmaya girişmelerini beklemek elbette ki boşa harcanmış bir enerji olur sadece.  Burada görebilecekleriniz devletlu muktedirler ve sermayedarlardan başkaları olamaz. Bunun için bazen tanımlarda bile değişikliğe gitmekten imtina etmezler. Mesela "patronlar kulübü" TÜSİAD, bir bakarsınız ki ülkenin en fazla lafı geçen "sivil toplum örgütü" oluvermiştir. Bu "yılmaz, demokrasi ve insan hakları savunucusu STK'nın" her dediği gazetelerin en baş yerlerini süsleyecektir. 

Oysa sivillerin hakları için her gün baskılara maruz kalmayı göze alanların (mesela İHD) medyada görünür olmaları ancak "terörist yandaşı" olarak lanse edilmeleri durumlarında mümkün olur. Sendikalara, yoksulluğa, ayrımcılığa bakış da bu biçimde olur. 3 Eylül günü Takvim gazetesinde çıkan "sendika ağaları" başlıklı bir haber, meselenin özeti gibi. Sendikaların toplu görüşmelerine denk getirilen habere göre "sendika ağaları" diğer işçi arkadaşlarından kat kat fazla maaş alıyorlardı. Halbuki haberin kendisinde de verilen bilgiye göre KAMU-SEN başkanı en fazla 3 milyar, KESK başkanı da 700 milyon civarında maaş alıyor. Kendi kendini yalanlayan bu haberle Takvim gazetesinin kimden tavır aldığını öğrenmiş oluyorduk böylece. 

Bu yönüyle sermaye gruplarının ve devletin yaygın olan medyası sorgulayan, enforme eden değil de dünyadaki -ve tabii ülkedeki- hakim ideolojinin yayıcısı, rıza üretimi noktasında da egemenlerin yardımcısı konumunda olur maalesef. Bu medyada ezilenlere (azınlıklar, işçiler, işsizler, mahkumlar, kadınlar, eşcinseller...) yer yoktur. Tekrar edelim; yer varsa bile "başka türlüdür." 

Bu açıdan değerlendirildiğinde "renkli" olmakla övünen yaygın medyanın aslında ne kadar "renksiz" olduğu da daha bir anlaşılır olur. 

Psikolojik harekâtın sürekliliği 

Medyanın yönetimlerin daha demokratik bir yapı kazanmalarına olan etkilerini yadsıdığım sanılmasın, ancak bu hiçbir zaman böyle olacaktır diye bir şey de yoktur. Medya çoğu zaman gerilemenin esas öznesi olmuştur maalesef. Örneğin şu anki ABD yönetiminin sözünün dışına çıkmayan Amerikan yaygın medyasının geriye nasıl bir bilinç bıraktığını düşünebiliyor musunuz? Onların söylemlerine kalırsa bütün hükümet dışı muhalif oluşumlar birer terörist. Bu tutum sadece hükümet dışı oluşumlarla sınırlı da değil, çok sayıda ülke de aynı zamanda birer haydut devlet. Türkiye de dahil dünyanın çok sayıda ülkesinin medyası Amerikan medyasının bu söylemini ülkelerinin özgün koşullarına uyarlamakta hiçbir sakınca görmez. Şu anki  medyanın geleceğe nasıl bir kalıntı bıraktığı şimdiden açık değil mi? 

Bunları düşünürken akla MGK'nın yoğunlukla yaygın medya üzerinden yürüttüğü psikolojik harekâtlar geliyor. Bize yönelik manipülasyonun bazı özel durumlarda harekâtlar/operasyonlar şeklinde yürütüldüğü, yani bunun anlık olduğu gibi bir yanılsama hakim. Psikolojik harekâtları tartışırken aklımıza ilk önce andıç olayı gibi "vakalar" geliyor. Halbuki bize yönelik manipülasyonun yukarıda sıralamaya çalıştığım nedenler yüzünden bir süreğenlik taşıdığı, yani andıç meselesi gibi vakalardan ziyade artık bir "olguya" dönüştüğüne inanıyorum. O nedenle devletin bazı gizli psikolojik harekât çabalarının deşifre olmasını yeterli görmememiz gerekiyor. Aynı zamanda gözden kaçırılmaması gereken önemli bir başka husus da psikolojik harekâtları icra edenin yalnızca devlet değil, çıkarları doğrultusunda mediyokratların da bunu hayata geçirmekten imtina etmeyecekleri. 

Türkiye'deki bazı "büyük" gazetelerin sayfalarına tek bir barış eylemini dahi misafir etmemesi başka türlü nasıl açıklanabilir? Başa dönüp soralım; sizce anlatılanın kimin hikâyesi olduğu aşikâr değil mi?  

Kanımca sorunun yanıtı şu: Mediyokratların medyası, hayatı "bizim hikâyemiz" olmaktan çıkarmaya çalışır, anlattıkları sadece kendi hikâyeleridir...