6 Nisan 2011Taraf Gazetesi
Yıl 1969. İlkokula yeni başlamışız. Okulumuzun adı “Devrim”. Çok sonra öğrendim ki, bu isim 27 Mayıs’tan geliyor. Üçüncü sınıfta falan, ismin daha bir farkına varıyoruz. Giderek seviyoruz, hatta övünüyoruz okulumuzun ismiyle. Kökenini bilmiyoruz, merak etmemiz için de bir sebep yok zaten. Biz ismin çağrışımlarıyla ve o yıllarda kuşandığı büyüyle ilgiliyiz. Küçücük yaşta “Devrimli” olmuştuk; azıcık büyüyünce de “Devrimci”!
Yıllar aktıkça, “Devrim İlkokulu” kendi çapında bir “devrim okulu”na dönüşüyordu. Oradan ortaokula geçenlerin kahir ekseriyeti, olgun bir devrimci havasındaydı.
Okulumuzun evrim hikâyesi, bulunduğu mahallenin ruhuyla örtüşüyordu. Kışla Mahallesi’nde oturuyorduk. İsmini, eski zamanlardan kalma bir harabeden alıyordu mahallemiz. Biz yine “kışla”nın gerçek hayattaki anlamına bigâneydik; harabenin gizemiydi bizi cezbeden.
Mahalle nüfusunun büyük bölümü Kürtlerden oluşuyordu. Mahallenin şehir merkezine en yakın ucunda da, bizler dahil birkaç Arap aile oturuyordu. Bu kısım, mahallenin ve galiba şehrin en kozmopolit köşesiydi. Biz Araplar, azınlıkta oluşumuzdan dolayı olsa gerek, Kürtçeyi daha okula gitmeden öğrenmeye başlamıştık. Evde Arapça konuşuyorduk; sokakta, duruma göre Arapça veya Kürtçe ya da her ikisini birden. Türkçe ise, esas olarak okulla birlikte girdi hayatımıza.
Sokaklarımız canlıydı, neşeliydi! “Sınır” ya da sokaktaki ifadesiyle “hudut”, şehrimizin en kaba hakikatiydi. Suriye’ye bitişiktik; öte yakadaki Kamışlı’yla aramızdaki mesafe sıfırdı. Bunun aksine mi diyeyim, yoksa tam bu nedenle mi, bilemiyorum; lakin çocukluğumda “sınır” yoktu. Kocaman avlumuzun kapısı her dem açıktı; eve istediğimiz zaman girer, istediğimiz zaman çıkardık. Zamanın kendisi de dilimlere bölünmemişti, hakikaten yekpareydi. Yemek zamanı da, yatma zamanı da sokakla ilişkimizin ritmine ayarlıydı sanki. Sahici bir hayatı örüyorduk hep birlikte koşarak, oynayarak, düşerek, kalkarak, sevişerek, didişerek…
Büyüdükçe ve düşündükçe, alıştığımız ritimden ve örmekte olduğumuz hayattan uzaklaşmaya, okulla birlikte başladığımızı anlıyorum. Önce zamanı yaşayış tarzımız zedelendi, sonra dil ile ilişkimiz ve nihayet hakikat algımız…
Sıraya dizildiğimiz ve hizaya çekildiğimiz ilk günlerde, bize söylenenleri anlamıyorduk. Sınıflarda bildiğimiz dilleri konuşmaya devam ediyorduk. Sınıf öğretmenimiz benim gibi Arap’tı. Çok da iyi bir insandı. Ama Arapça sorularıma bir kez olsun aynı dilde cevap vermedi. Kızmazdı sınıfta kendi dillerimizi konuşmamıza. Zorlandığında susardı. Çok suskunluğu var hafızamda Ümit Hocamın. Suskunluğun ve susarak anlaşma çabasının hayatımda derin yer ve büyük değer kazanmasını, belki de Ümit Hocamın o vakur ve mahzun haline borçluyumdur.
Okulla birlikte, yeni bir hakikatle tanışıyorduk: Sokak farklıydı, resmî dünya farklı ya da resmî dünya sokağa karşıydı ya da resmî dünya hayatın saf hakikatiyle kavga etmek üzerine inşa edilmişti. “Andımız” da resmiyetin hayatla kavgasının kuvvetli bir sembolüydü.
Bir “yalan”ın ortasında bulmuştuk kendimizi. “Yalan”ı tanımıyor değildik; birbirimize ve büyüklerimize türlü yalanlar söylüyorduk şüphesiz. Lakin bu seferki yalan başkaydı; çok tepeden geliyordu ve hayatı ikiye ayırıyordu, yani basbayağı “bölücü”ydü.
Sonraları çok kafa yormuşumdur, o yıllarda o “yalan”la nasıl baş ettiğimiz hakkında. Kendimce bulduğum cevap diyor ki, ironi ve mizah yoluyla! Tabii yılların süzgecinden geçmiş bir cevap bu; dolayısıyla kurduğum bu hakikatin, o zamanın hakikatini ne ölçüde yansıttığını bilemiyorum. Yine de bu cevabın bir değeri ve o hayatta bir karşılığı olduğuna inanıyorum.
Bana öyle geliyor ki, o küçük zihinlerimizde resmî dünyayı paketleyip bir kenara koymuştuk. Hayatın o dünyada değil, başka yerde olduğunu öğrenmiştik. İroni ve mizah yardımıyla, yalana karşı bir başkaldırıyı kendiliğinden hayata geçiriyorduk. Bu kadarı bile, bizi “devrimci” yapmaya yetmez mi?
Yıllar önce Eduardo Galeano’nun bir söyleşisini tercüme etmiştim, Mayaların Dönüşü adlı bir derleme kitap için. 1996’da Chiapas’ta yapılan Zapatista Kongresi’ne katılan Galeano, izlenim ve değerlendirmelerini anlatıyordu. Söyleşinin beni çarpan bölümünden birkaç satır:
“Marcos, yerel gerçekliklere dair bilgiyi, sağlam bir devrimci inançla birleştiriyor; fakat her şeyden önce bir mizah anlayışıyla. Bu öyle bir dildir ki, kendi kendisiyle alay ediyor… Bizzat onun bir keresinde söylediği gibi, eğer söz konusu olan yeni bir dünya yaratmak ise, bu öyle ciddi bir iştir ki, bunu yaparken gülmek zorundayız. Şayet bunu beceremezsek, dünya yine epeyce köşeli olacak ve köşeli bir dünya doğru dürüst dönmez bile…”
Ne var ki, resmî dünya mizahtan hiç haz etmiyor, hiç anlamıyor. 12 Eylül’den sonra, şehrimde, mahallemde, okulumda ve tüm ülkede çok şey değişti. Mesela okulumun adı, Cumhuriyet oldu. O sokaklarda ve Devrim İlkokulu’nun sıralarında birlikte büyüdüğüm çok sayıda arkadaşım, giderek vahşileşen zulüm politikalarına karşı dağlara gitti. Mizah, yalan sisteminin ağır paletleri altında ezilmiş, işlevsizleşmişti maalesef. Devrim İlkokulu’nun o zamanki asi ve haylaz çocuklarının bir kısmı vuruldu toprağa düştü; bir kısmı mahpusta geçirdi yıllarını; bir kısmı sürgünde tüketti ömrünü…
Yetmedi mi artık! Yalanları mahkeme kararlarıyla, sefil hamasetlerle, ölüm makineleriyle sürdürmenin imkânsız olduğunu anlamak için daha ne yaşamamız gerekiyor?..