Birçok konuda olduğu gibi dil konusunda da kafamız karışık ve birbirinin zıttı iki temel tavır içindeyiz. İlki daha sevimsiz ve kişiliksizce olanı: Ters bir durumla karşılaştığında ‘şiit’ yani ‘bok’ diyecek kadar işi ileri götürenler. İngilizce’yi öylesine benimsemiş ki, ünlemlerini bile o dilde çıkartıyor. Üstelik bu insanlardan bazıları, o yabancı dili yirmisinden sonra Amerika’ya gidip, üç beş sene orada kalarak bu kadar iyi öğrenmiştir. İlgili şahsın zekası hakkında nasıl bir değerlendirme yapmalı? Bravo, üç yılda yemiş yutmuş İngilizce’yi. Ya da şu mu: Aptala bakın yirmi yılda öğrendiği Türkçe’yi üç yılda unutmuş. Yo aslında bu kadar veriyle aptal ya da zeki olduğunu söylemek mümkün değil ama komik bir insan olduğu muhakkak. Bu komik insanlardan ülkemizde çok sayıda bulunduğu da bir gerçek.
Halatın diğer ucuna asılanlar ise, yeşil cüppeli sakallıların, dinlerine karşı takındıkları tavırları dillerine karşı takınanlar. Güzel Türkçemizin matematikselliği, esnekliği, müzikalitesi... Bunlar ve başka nitelikler açısından dilimiz ötekilerden iyidir ya da kötüdür; bunu bilmiyorum. Hatta bu pazarlamacı ağızlarını kullananların da bildiklerinden kuşkuluyum. Yalnız şundan kuşkum yok, dünyaya gelmeden önce doldurduğumuz bir formla seçmedik dilimizi; doğduk ve onunla öğrendik konuşmayı. Dönüşü olmaz bir yoldur anadil ve bebek beynimizin yumuşacık hücrelerine sertçe basılmış bir mühürdür. Onu kazıyıp üstüne başka bir kültürünkini vurmaya kalkmanın maliyeti, vereceği acı bir yana, sınırlı insan ömründe sağlayacağı kazançla asla telafi edilemeyecek kadar yüksektir.
Üstünlük yarışını kaybederiz
Sorun, iki dilin üstünlük yarışında düğümlenirse bizim kaybetme olasılığımız çok yüksek. Hiçbir komplekse kapılmadan kabul etmeli: İngilizce konuşanlar bizden daha iyi romanlar, öyküler ve şiirler yazıyorlar. Bilimde de felsefede de bizden ilerdeler. Çünkü bu alanlara yatırdıkları emek ve zaman çarpımı bizimkinin çok üzerinde. Kültürün bütün faaliyetlerinde dil, belki de en önemli araçtır. Ve araçlar, amaca giden yol gerektirdikçe hatta zorladıkça yetkinleşir. Kendi olanaklarımızla bir ev yaptığımızı düşünelim; kullandığımız araçları doldurduğumuz torbayı da dilimize benzetelim. Temel kazmak, ağaç kesmek, taş yontmak için kazma, kürek, balta ve keskiyle başladık işe. Komşumuz ise, çatısını çatmış, kapısını kapatmış, elinde tığla perdelerini süslüyor. Onun alet çantasının aynısından biz de edinsek ne olur? Elimizde badana fırçası var diye etrafımızda boyanacak dört duvar mı bitecek?
Çok verilen bir örnektir: İngilizlerin sözlüğünde beş yüz bin sözcük varmış. Bizimkinde ise seksen bin... Rakamları tam doğru hatırlamıyor olabilirim ama oran buna yakındı. Onların beş yüz bin sözcükleri varsa, inşa ettikleri kültür beş yüz bin sözcük gerektirdiğindendir. Demek ki biz de şimdiye kadar seksen bine ihtiyaç duyduk. Kültürel evrimimiz sırasında bu sayının artması gerekiyorsa artacaktır; ayrıca kaygılanmaya gerek yok. Dilde arayış içindeyim deyip sözcüklere işkence etmek ya da cümleleri dilenmek için yaratılmış ucubelere çevirmek, kötü niyetli değil ama anlamsız bir çapadır. Dil, sessiz koca bir ırmak gibi akar kendi evrim yatağımda. Oyun meraklısı çocuklar plaj kürekleriyle değiştiremezler yönünü.
Peki ya gösteriş budalası, niyeti de iyi olmayan büyüklerin çabaları? Treytlerle, bekgrauntlarla, fidbeklerle konuşanlar... Geçici bir süre için de olsa suyu kirletmeyi beceren bu tuhaf insanların, daha kültürlü olduklarını sanma yanılgısına düşmemeli. Suratlarında acılı bir ifadeyle ‘Nasıldı Türkçe’si’ diye sorduklarında onlara kızmamalı da; gülmeli sadece. Ve biraz da acımalı. Kültürel ucubelik taşınması zor bir kamburdur. Sinirlendiklerinde ağız tadıyla küfür bile edemezler. İngilizler’in ya da Amerikalılar’ın terbiyesiz sözcüklerini ararken içlerinde biriken öfke ciğerlerine zarar verir; verem olurlar.
Bu yazının ulaşmak istemediği bir tek sonuç varsa, o da İngilizce’nin gereksizliğinin iddia edilmesidir. Bugün için İngilizce gerekliliğin ötesinde zorunluluktur. Ama yabancı dil olarak... Neden zorunluluktur? Çocukların bile yanıtlayabileceği bir soru: Çünkü onlar bizden çok ama çok daha ilerideler. Bilimde, felsefede, sanatta, İngilizce üretim yapan toplumlar, Türkçe eserlerden habersiz olsalar ne kaybederler? Çok az şey. Biz onlarınkinden habersiz olsak ne kaybederiz? Bu soruyu yanıtlamak yerine ‘Allah korusun’ deyip tahtaya vurmalı.