Bağımsız İletişim Ağı
4 Kasım 2004
"2004 yılı Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD), bir şekilde aslında medyanın özeleştiri yılı oldu. Çünkü bu egemen Amerikan medyası, Jayson Blair'den, diğer sahte Pulitzerli muhabirlerden ve tabii ki Irak savaşı sırasındaki manipülasyonlara kadar acayip muzdarip oldu. Mesleğin şanı şerefi üç paraya düştü. Uzun uzun inceleme-araştırma-sorgulamalar yapıldı, raporlar yazıldı, tartışıldı, kaçakların, asparagasların nedenleri, kökenleri üzerine seminerler düzenlendi. Bu “embedded” olayı da çok tartışıldı tabii. Sonra New York Times, 40 yıldır reddettiği bir işi yapıp, ombudsman atadı, medya eleştirisi büyük ölçüde değer ve prestij kazandı. Bir musibet, bin nasihat meselesi..."Uzun yıllardır New York'ta yaşayan ve gazetecilik yapan Şebnem Şenyener, Amerikan medyasının seçim öncesi durum ve konumunu özetle bu şekilde değerlendiriyordu. Gerçekten de, Irak Direnişinin Pentagon senaryolarına uymaması üzerine CNN'in dış haberler baş muhabiri Christian Amanpour'dan New York Times gazetesinin imzasız başyazısına kadar, Amerikan medyasında Beyaz Saray'ın propaganda ve manipülasyonlarına karşı şimdiye kadar pek tanık olmadığımız türde günah çıkarmalara rastladık 2004 yılı içinde. Tanrı/Şeytan, İyi/Kötü, Medeni Dünya/Geri Kalmış İslam Dünyası gibi gerçeğe uymayan, kaba saba şemalar temelinde yürütülen Irak savaş propagandası çok kısa bir süre içinde Beyaz Saray'ın yalanlarını (Kitle İmha Silahları, Saddam Hüseyin-El Kaide bağlantısı ve Saddam Hüseyin-11 Eylül saldırısı bağlantısı) teşhir etti. Televizyonların video kaset ve gazete arşivleri berhava olurken, Bush yönetiminin kamuoyuna açıkça yalan söylediği ortaya çıktıysa da, bir tek CIA'nin müdürü işinden oldu. Şenyener, yakın döneme ilişkin gözlem ve tahlillerini şöyle sürdürüyor: "Fox izleyicisi, sıradan Amerikalı, yani işte o Mid-West'de (Orta-Batı) oturan, milliyetçi, ne doğu (Boston-New York-Washington) ne de batı kıyısını (Seattle-Los Angeles-San Francisco) bilen, haftada en az bir kez kiliseye giden, her açıdan muhafazakar, sokaktaki Amerikalı dediğimiz, nüfusun çoğunluğunu oluşturan kesim medyaya karşı, sağcı-popülist bir tepki içine girdi. Amerikan medyası, başta New York Times, hem de resmen ve açıkça olmak üzere, sonra da daha örtülü hatta çekingen bir şekilde CNN ve şebeke kanallar (ABC, NBC, CBS) Kerry'yi destekleyince, anti-medya kesimler Kerry'den uzaklaştı".İlginç ve önemli bir tespit Şenyener'in tespiti. Burada Amerikan yazılı medyasının (NY Times, Washington Post, Los Angeles Times ve bir nebze USA Today) geleneksel bir tavrını sorgulamakta yarar var: Doğu ve Batı yakasının aslında popüler olmayan ancak "establishment" ile yakın ilişkileri nedeniyle etkili olan üç büyük gazetesi (NYT,WP ve LAT) her seçim kampanyasında imzasız bir başyazıyla, dolayısıyla tüm yazı işlerini bağlar bir şekilde, iki adaydan birini desteklediğini açıkça ve resmen ilan ediyor. Burada, mesleki, teknik ve etik bir dizi sorun var: Bir gazete,seçim kampanyasında olup biteni aktarmak, adayların ve seçmen kitlelerinin görüş ve karşı görüşlerini haber ve yorum olarak okurlarına iletmekle mi sınırlı tutmalıdır yayın faaliyetini, yoksa iki adaydan birini açıkça destekleyebilir mi? Bu soruya "evet" yanıtı verildiğinde sorunlar başlıyor:Gazete,okura bilgi ve yorum iletmekle sınırlı tutmuyor kendini, okura kendi tercihini de bildiriyor. Dolayısıyla yayıncılık faaliyeti, "doğru, çok boyutlu, inanılır, güvenilir, hızlı bilgi ve görüş aktarmak" faaliyetini aşıp, gazetenin bizatihi siyasi tercihini de açıklayarak, taraf tutması söz konusu. Gazete,böylelikle iktidar odaklarına (Burada söz konusu olan Başkanlık makamının iki adayı) eşit yakınlıkta durmuyor. Bir odağın tarafı haline geliyor.Gazete,kendi adayını ilan ettiği nüshadan itibaren, tuttuğu ve karşı çıktığı aday hakkında yayınladığı tüm haber ve yorumlar açısından, okurun gözünde, kuşku yaratıyor. Gazete,seçim sonrasında, tuttuğu ya da karşı çıktığı adayın Başkan olması durumunda, yeni idareye karşı geliştireceği yayın politikasında sağlam bir temelden, inandırıcılıktan ve içtenlikten yoksun olacak.Sonuç olarak, militan gazeteciliğin bir ilke ya da yaklaşımını benimsemek, NYT,WP ya da LAT için pek de inanırlığı, güvenirliği ve prestiji artıran bir tutum değil. Amerikalıların çok önem verdiği "tarafsızlık", "objektivite" gibi kavramlarla çelişen bir tutum. Tek kelimeyle özetlemek gerekirse, Başkan adaylarından birini açıkça ve resmen tercih etmek, okurun, yurttaşın tercihine ipotek anlamına geldiği için de yanlış. Kimileri, bu teze şu gerekçeyle karşı çıkıyor: Her gazete resmen ve alenen ilan etmese de, her seçimde zaten bir adayı üstü az çok kapalı ya da dolaylı bir şekilde destekler. Amerikalılar ya da büyük Amerikan medyası daha temiz, daha dürüst, bu nedenle de hangi adayı desteklediğini resmen açıklamakta beis görmüyor. Sahte bir tarafsızlık, uydurma bir objektivite kavramının arkasına saklanmıyor. Bu gerekçe, baştan ve ilke olarak sakat. Çünkü her gazetenin aday ya da partilerden birini zaten desteklediği varsayımından- sanki mecburiymiş gibi- yola çıkıyor. Maksat, zaten yaptığını resmen açığa vurmak olmasa gerek. Amaç, gazetenin bir seçim kampanyasında nasıl davranması gerektiğini saptamak. Burada akla hemen Le Monde örneği geliyor: Fransa'da iki turda gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonuçlandığında, Le Monde, okurlarına ayrıntılı bir seçim kampanyası bilançosu sunar: "Kampanya boyunca hangi adaya kaç sütun/cm haber ve serbest kürsü ayırdık?" sorusuna ayrıntılı bir tablo ile yanıt verir. Ve sonuç genellikle yüzde 50/50 çıkar. (Son seçimlerde Chirac/Le Pen çekişmesi böylesine dengeli bir bilanço yayınlanmasına izin vermedi. Jakoben Cumhuriyetçilik ideolojisi, neo-faşist ırkçılarla, muhafazakâr-liberallere eşit davranılmamasını öngörüyor.)Ne olursa olsun, Fransa'da yayınlanan hiç bir ciddi gazete (Le Monde, Le Figaro, Liberation....) kampanya boyunca ya da sonunda herhangi bir adaya resmen, açıkça, gazete olarak destek vermez. Anglo-sakson ekolün bir diğer önemli temsilcisi İngiliz basını da bu Amerikan yöntemini benimsemiştir. Tabloidlerden Daily Mirror, İşçi Partisi’ni; The Sun, Muhafazakâr Parti’yi açıkça destekler. Ciddi gazetelerde de bir tek Guardian, İşçi Partisi’nin; Times, Daily Telegraph ve Financial Times da, belki biraz abartılı bir deyimle, Muhafazakâr adayın yayın organı gibi çalışır. Gelenekesel olarak Muhafazakârları destekleyen Murdoch Grubu (Times, The Sun, SkyTV...vs...) son seçimlerde İşçi Partisi’nden Tony Blair'i desteklemişti. Kimilerince önemli bir altüst oluş olarak nitelenen bu güzergah/yön/istikamet değişikliği, daha seçim kampanyasının başında (ve tabi ki Blair'in birinci yıl icraatının sonunda) kolay bir şekilde anlaşıldı. Hakiki solcuların sloganı "Muhafazakârların kazanmasını istiyorsan, Blair'e oy ver!" idi. Yani Murdoch, İşçi Parti’li olmamıştı; Blair, Yeni İşçi Partisi adı altında modern bir Muhafazakâr Parti Başkanı olmuştu.Bu gazetecilik yaklaşımı, toplumla medya arasında siyasi temele dayalı bir kutuplaşmayı güçlendirdiği gibi, gazetelerin amaç ve işlevleri hakkında soru işaretlerinin doğmasına neden oluyor. Fransa ve İngiltere örneklerinden sonra yeniden Amerikan medyasına döndüğümüzde, belki de sıradan seçmene hak vermemek elde değil: Sen 11 Eylül'den bu yana, Afganistan ve Irak olaylarında, üstelik sağlık, eğitim gibi iç politika konularında, gözünü kırpmadan Bush yönetimini destekledin, Beyaz Saray'ı eleştirmedin, baskılarına göğüs germedin, şimdi seçim zamanı Bush'un az da olsa kaybetme ihtimali ortaya çıktığında, geçmişteki tüm yayınlarını neredeyse tamamen unutup, bizden Kerry'yi desteklememizi bekliyorsun!Amerikan medyası, yalancı çoban konumuna düştü. Kurt ortada yok iken bas bas bağıran, kurdun gelmediğini görenlerin nezdinde yalancılığı ortaya çıkan çoban...Ancak bu kez kurt hakikaten geldiğinde ve sürüyü olduğu gibi parçalayıp götürdüğünde, tüm imdat çığlıklarına rağmen kimseyi ikna ve seferber edemeyen çobanın acıklı konumu...