Independent
17 Nisan 2002
Osama bin Laden bir keresinde bana Amerikalıların Orta Doğu’yu anlamadığını söylemişti. Geçen hafta, Iowa kırları boyunca uzanan yağmur perdelerinin arasından kıvrılıp giden küçük mekik otobüsünde giderken, Des Moines Register gazeteme göz attığımda haklı olabileceğini fark ettim. Manşette, "BÜYÜK DOMUZ SÜRÜLERİ BİN LADEN’DEN DAHA KORKUNÇ BİR TEHLİKE OLUŞTURUYOR" yazıyordu. Habere göre, Iowa'nın sayısı 15 milyona ulaşan büyük domuzları, hükümetin su yollarını kirletecek kadar büyük miktarda gübre atığına yol açıyordu. New York’taki bir çevre grubunun başkanı olan Robert F Kennedy Junior, "Büyük ölçekli domuz üreticileri, Amerika Birleşik Devletleri ve ABD demokrasisi için, Osama bin Laden ve terörist şebekesinden çok daha büyük tehdit oluşturuyor ... Cemaat ruhunun ve Amerikan toplumundaki değerlerin bu kabadayılar tarafından ayaklar altına alınmasına seyirci kalıyoruz” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Cebimden hesap makinemi çıkarıp küçük bir hesap yaptım. Hesaplarıma göre Cedar Rapids ile Afganistan arasında 7.000 millik bir mesafe vardı. Adeta başka bir gezegen kadar.
Yıllardır, Princeton’da, Harvard’da, Rhode Island’da, Brown University’de, San Francisco’da, Wisconsin’de ya da Madison’da konferanslar vermek üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne gidip gelirim. Nedenini yalnızca Tanrı bilir, tüm ödeme tekliflerini reddederim ve 14 saat boyunca her taraftan gelen ağlayan çocuk seslerine dayanamadığımdan, Beyrut’tan ABD’ye gidiş-dönüş iş sınıfı yolculuk bileti satın alırım. Amerikalı üniversite öğrencileri tırnak kadar sert ve lahana kadar çabuk sıkılıp kendini bırakan türdendir ve Washington’ın başta olduğu birtakım şehirlerde Etiyopya dilinde de konuşsam onlar için fark etmeyeceğini düşündüğüm olmuştur. "Barış süreci", "görüşmeler başlıyor" veya "İsrail kuşatma altında" gibi cümleler kurmazsanız, izleyicilerin yüzünde bilgisayar kilitlenmelerini andıran bir boşluk ifadesi görebilirsiniz. Disk Arızası. Son Amerika ziyaretimin de bunlardan farklı olması için herhangi bir neden göremiyordum.
Elbette, her zaman rastlanan sivri adamlar oradaydı: Örneğin, Chicago University konferans salonunda, Orta Doğu hakkındaki ilk "sorusu" 1948’den bugüne kadar IRS’ye vergi ödemediğinin uzun ve gururlu ifşaatından oluşan yaşlı siyahi adam vardı. İddiası öylesine olağanüstüydü ki, bir an için beklenen felaketin onun başına geleceğinden endişe ettim. ABD hükümetinin ikiz kulelere bomba yerleştirdiği konusunda ısrarlı Dünya Ticaret Merkezi komplocuları vardı. Niçin Tanrı’nın İsrailliler ve Filistinliler arasındaki nefreti çözümleyecek bir şeyler yapmadığını öğrenmek isteyen gri saçlı bir hanım vardı. Ayrıca, Los Angeles’ta yaşayan ve insanlarının anavatanlarından sürülme nedenini Yahudi entrikası olarak açıklayan bir Yerli Amerikalı Kızılderili vardı. Neyse ki, tam halkının Los Angeles’ten kovulmasına yol açan Amerika-Meksika savaşının İsrail-Filistin savaşıyla bir tutulabileceğini anlatırken, gözlüklü, uzun beyaz saçlarını at kuyruğu şeklinde toplamış bir adam tarafından susturuldu. Kafamda, LA ve Cenin arasındaki mesafeyi ölçmeye çalıştım. Bir galaksi uzaklığında olabilir miydi acaba?
Ayrıca, Amerikan basınının Amerika’daki İsrailli lobi grupları karşısında ne denli taraflı ve korkak hale geldiğini gösteren küçük ve söylenti niteliğinde öyküler de dinledim. LA kent merkezinin kirli havasında, otomobilde giderken Yahudi bir kadın önde gelen gazetelerden biri için yazdığı, Filistinlilerin 1948’de vatanlarından kovulmasını (exodus) işleyen kapsamlı haberden söz etti: "Elbette, 750.000 Arap insanının vatanını terk etmesine yol açan ve Deir Yassin’de Stern Çetesi ve diğer Yahudi gruplar tarafından yapılan Filistinli katliamından söz ettim. Gazetede kendi yazdığım öyküyü görünce gözlerime inanamadım. ‘Katliam’ sözcüğünün önüne “sözde” sıfatını yerleştirmişlerdi. Gazetenin ombudsman’ını aradım ve Deir Yassin katliamının tarihi bir gerçek olduğunu söyledim. Verdiği cevabı tahmin edebilir misiniz? Bana, editörün gazeteye gelebilecek eleştiri mektuplarından kurtulmak için 'katliam' sözcüğünün önüne 'sözde' sıfatını yerleştirme mecburiyeti hissettiğini söyledi."
Şans eseri, bu konu konuşmalarımın ve konferanslarımın ana temasını oluşturdu: Amerikalı gazetecilerin hiçbir etik kaygı gütmeden kendi Orta Doğu hikayelerini üzerine oturttukları korkaklık, tembellik ve ödleklik; yazılarında "işgal altındaki bölgelerin" "tartışmalı bölgeler"e dönüşmesi, Yahudi "yerleşimlerinin" neden birdenbire Yahudi "bölgeleri" haline geldiği, neden Arap militanların "terörist", ancak İsrailli militanların yalnızca "fanatik" veya "aşırı uçta" olarak nitelendirildiği, İsrail hükümetinin kendi yetkililerinin yaptığı araştırmalar sonucunda 1982’de 1.700 Filistinli’nin yaşamını kaybettiği Sabra ve Şatila katliamının “başlıca sorumlusu” olarak kabul edilen Ariel Şaron’un nasıl olup da The New York Times’da çıkan bir yazıda “savaşçı” içgüdülerine sahip bir lider olarak tanımlanabildiği, hayatta kalan Filistinli askerlerin ortadan kaldırılmasının niçin çoğu kez "düşmandan arındırma" olarak nitelendirildiği veya neden İsrail askerlerinin öldürdüğü sivil halkın her zaman "çapraz ateş altında kaldığı" sorularının yanıtlarını birlikte aradık. İzleyicilerimin yanıtlara katılmasını beklerken, Başkanları’nın çocuksu “ölü ya da diri”, “bizimle birlikte veya bize karşı” gibi kötülük ekseni politikalarını kabullenmeleriyle koşut, tipik bir Amerikan öfkesiyle karşılaşacağımı sanıyordum.
Oysa, Amerika Birleşik Devletleri’nde on yılı aşkın süredir konferans vermeme karşın ilk kez şok edici yanıtlarla karşılaşacaktım. Beni şaşırtan, her şeyi olduğu gibi kabul eden, Başkan’ın en iyisini bildiğine inanan vatanperver bir millet olan Amerikalıların edilgenliği veya ABD’nin 11 Eylül’den bu yana sergilediği korku verici içine kapanma eğilimi ya da sürekli varolan İsrail’i eleştirme korkusu değildi. Beni asıl şoke eden, Amerikalılar’ın resmi politik çizgiye göre düşünmeyi reddeden olağanüstü yeni tavrı ve insanlardaki kendilerine yalan söylendiğini ve aldatıldıklarını savunan, hızla büyüyen ve öfke dolu farkındalık hali oldu. Konuşmalarımın çoğunda izleyicilerin yüzde altmışını 40 yaşın üstünde kişiler oluşturuyordu. Bazı durumlarda, katılımcıların yüzde seksenini bir keresinde kabaca adlandırdığım gibi, Orta Doğu’ya ait hiçbir etnik veya dini kökeni olmayan "Amerikalı Amerikalılar" (bir Filistinli öğrencinin daha da acımasız tabiriyle, “Beyaz Amerikalılar") oluşturuyordu. Bu kez karşı çıktıkları şey, benim konferanslarım değil, Başkan’ın konuşmaları ve basında İsrail’in teröre karşı savaşı hakkında okudukları yazılar ve Amerika’nın Orta Doğu’daki müttefikinin söylediği ve yaptığı her şeyi, her zaman ve asla eleştirmeksizin destekleme politikasıydı.
Örneğin, San Diego’nın Encinitas banliyösünde, Birleşik Methodist kilisesinde yaptığım konuşmanın ardından yanıma gelen yüzü kırışıklarla dolu, eski deniz subayına kulak verelim: "Efendim, 1973 Orta Doğu savaşında, John F Kennedy uçak filosu taşıyıcısında subaydım" diye söze başladı. (Söylediklerinin doğru olup olmadığını kontrol ettim ve ev sahiplerimin dediği gibi "gerçek" olduğunu öğrendim.) "Cebelitarık’ta konuşlanmıştık ve işimiz, hava kuvvetleri Araplar tarafından paramparça edilen İsrail’e gönderdiğimiz savaş uçaklarına yakıt ikmali yapmaktı. Uçaklarımız kısmen çıkarılmış olsa da, onların USAF ve Deniz Kuvvetleri işaretleriyle ve yan taraflarına Yahudi Yıldızı boyanmış şekilde iniş yapardı. İsraillilere bu uçakları niçin bu şekilde verdiğimizi bana açıklayabilecek biri var mı? Televizyonda, Filistinlilere saldırmak için kullanılan uçaklarımızı ve tanklarımızı gördükçe, insanların neden Amerikalılardan nefret ettiğini daha iyi anlıyorum."
Amerika Birleşik Devletleri’nde yarısı boş salonlarda konuşmaya alışığım. Üç yıl önce, Washington’da 600 kişilik bir salonu yalnızca 32 Amerikalıyla doldurmayı başarabilmiştim. Ama bu ay, Chicago, Iowa ve Los Angeles’ta yüzlercesi beni dinlemeye geldi; University of Southern California’daki bir oturuma yaklaşık 900 kişi katıldı ve koltuk aralarında, koridorlarda ve kapıların dışında dinlemeye çalıştılar. Bunun nedeni, Lord Fisk’in kenti şereflendirmesi değildi elbet. Belki de konuşmamın "11 Eylül: Kimlerin yaptığını sorgulayın, ama ne olur nedenini sormayın" şeklindeki başlığı kışkırtıcıydı. Katılımın büyük olmasının nedeni, sonraki soru-cevap bölümlerinden de kolayca anlaşılabileceği gibi, insanların televizyon haber ağlarından ve sağcı bilgiç kesim tarafından sürdürülen insanları aptal yerine koyma politikasından bıkmış olmasıydı.
Amerikalılar daha önce bana hiçbir zaman şöyle sorular sormamıştı: "Basınımızın Orta Doğu’yu tarafsız şekilde yansıtması için neler yapabiliriz?" veya (daha da rahatsız edici şekilde) "Hükümetin görüşlerimizi yansıtması için neler yapabiliriz?" Elbette, bunlar tuzak sorular. Bağımsızlık Savaşı kaybedildiği günden beri İngilizler Amerika Birleşik Devletleri’ne nasihat edip durur ve benim söz konusu gruba katılmaya hiç niyetim yok. Ancak, can alıcı nokta, bu soruların genellikle aile kökeni Orta Doğu’da olmayan, orta yaşlı Amerikalılar tarafından sorulabilmesi; bu durum, bugüne kadar uysal davranmış bir halkın büyük bir değişim geçirdiğini gösteriyor.
Her konuşmanın sonuna doğru, önceden yapacağım birtakım yorumlar için özür diliyordum. İzleyicilere dünyanın 11 Eylül’de değişmediğini, İsrail’in 1982’deki işgalinde Lübnanlıların ve Filistinlilerin, 11 Eylül’de işlenen “uluslararası insanlık suçu”nda kaydedilen ölüm oranının beş katına karşılık gelen, 17.500 vatandaşını kaybettiğini ancak, nedense dünyanın 20 yıl önce de değişmediğini anımsattım. Hem o zaman ölülerin anısına hiçbir mum yakılmamış ya da anma törenleri düzenlenmemişti. Bunu her söyleyişimde, odanın her yerinde, gençlerden kır saçlılara ve saçı dökülmüş insanlara kadar herkesin onaylarcasına başını salladığını görebiliyordum. Başkan Bush hakkında en küçük saygısızca şaka dahi kahkahalarla karşılanıyordu. Ev sahiplerimden birine, izleyicilerin nasıl olup da bir İngiliz’in bu cüretini normal karşıladığını sordum. Yanıtı, "Biz zaten Bush’un seçimleri kazandığını düşünmüyoruz" oldu.
Tabii, insan kolayca yanılabilir de. İlk yerel radyo programları Orta Doğu konusunun Amerika’da nasıl ele alındığını çok iyi yansıtıyordu. Gayane Torosyan WSUI/KSUI istasyonunu Iowa City sakinlerinin sorularına açtığında, "Michael" adında, kendi yayında belirtmese de sonradan yerel Yahudi cemaatinin lideri olduğunu öğrendiğim bir dinleyici, 2000 yılındaki Camp David görüşmelerinin ardından Yaser Arafat’ın başkenti Kudüs’te olan ve Batı Şeria ve Gazze’nin yüzde 96’sını kapsayan teklife karşın "terörizm"e saptığı konusunda ısrarlıydı. Yavaş yavaş ve iyice üzerinde durarak bu saçmalığı analiz etmeye çalıştım. Camp David’e göre, Kudüs İsrail’in "ebedi ve bölünmemiş" başkenti olarak kalacaktı. Madeleine Albright’ın deyimiyle, Arafat’a yalnızca Harem el-Şerif camii civarında ve bazı Arap sokaklarında "bir tür egemenlik" tanınacaktı; öte yandan, Filistin parlamentosu ise kentin Abu Dis’teki doğu duvarlarının aşağısında bulunacaktı. Batı Şeria’nın içlerine kadar uzanan geniş bir alana yayılmış ve yasadışı Kudüs şehri sınırları göz önüne alındığında, Maale Adumim gibi Yahudi yerleşimleri ve diğer birçok yerleşim görüşmelerde söz konusu dahi edilmeyecekti. Batı Şeria’nın çevresindeki 10 millik İsrail askeri tampon bölgesi ve yerleşimcilerin Filistin “devleti”nin içinden geçen yolları için de aynısı geçerliydi. Arafat’a sunulan, geriye kalan Filistin’in yüzde 22’sinin yaklaşık yüzde 46’lık bölümüydü. Bunları anlatırken gözümün önünden sıkıntıdan fenalık geçiren WSUI/KSUI dinleyicilerinin görüntüsü geçiyordu.
Oysa, kaldığım ahşap duvarlı, sevimli otelin Kennedy döneminde Barış Gücü gönüllüleri olarak çalışmış sahibi ve sahibesi, konuştuğumuz her şeyi kulak kesilmiş dinliyorlardı. Adam, "Ortada nelerin döndüğünü iyi biliyoruz" dedi. "Altmışlı yıllarda Körfez’de deniz subayı olarak görev yapıyordum, o zamanlar orada birkaç gemimiz vardı. O yıllarda İran Şahı bizim polisimizdi. Bugün ise oradaki gemilerimiz ve Arap ülkelerindeki askerlerimizle adeta bölgenin tek hakimiyiz." Kendi kendime, Osama bin Laden’in bile durumu daha açık şekilde belirtemeyeceğini düşündüm.
Amerikan gazetelerinin bu basit gerçeği bile yazamamasının başlı başına garip bir durum olduğunu düşündüm. Basın özgürlüğünün gazetelerin içerik derinliğinden çok, sayısıyla ölçüldüğü Iowa City’de yayımlanan en az dört yerel gazeteden biri olan The Daily Iowan otel sahibinin açık sözlülüğünden uzak bir söylem geliştirmişti. Üzülerek, "Orta Doğu’daki durumun birçok Amerikalı’nın anlayamayacağı" ve "üzerinde makul şekilde fikir yürütemeyeceği " türden bir olay olduğu belirtiliyordu. Editör yazılarının yaygın teması, Amerikalıların Orta Doğu’daki kan gölünü anlayamayacak kadar aptal oldukları ve bu nedenle çenelerini kapalı tutmaları gerektiği saçmalığıydı. Benim konuşmalarımın kayıtlarının bile daha öğretici olduğunu söyleyebilirim.
Geçen haftaki manşetinde, "Fisk: Teröristler gerçekte kim?" konusunu ele alan Daily Iowan en azından mesajımın özünü kavramış ve Amerikan basınının Orta Doğu konusundaki taraflılığına ilişkin olarak belirttiğim örneklere yer vermişti. Ancak, Şaron’un Sabra ve Şatila katliamının “başlıca sorumlusu” olduğu sonucuna varan merciin çok daha etkin olan “İsrail Kahan Komisyonu” değil, Birleşmiş Milletler olduğunu öne sürerek gerçekleri çarpıtmıştı. Des Moines Register'ın bir konuşmama ilişkin yorumu ilginçti. Osama bin Laden ile yaptığım röportajlara odaklanılmıştı; gerçekten de, konferans sırasında bundan söz etmiş ve geçen Aralık’ta bana saldıran Afganlılara yönelik yorumumu yapmıştım. Amerikalı izleyicilere, Afganlıları Kandahar çevresindeki yakınlarının tepesine yağdırılan ABD bombalarının çileden çıkardığını ve bu gerçeklerin, bana yapılan Afgan saldırısının bağlamını ve nedenlerini vermek açısından, kavgaya ilişkin haberimde yer almasının ne denli büyük önem taşıdığını anlatmıştım. Register saldırıyı benim sözcüklerimle anlatmış, ancak nedenlerine hiçbir şekilde yer vermemişti. Manşetten, “Orta Doğu muhabiri medyayı sıra dayağına çekiyor” haberini vererek, meseleyi kavrayan Iowa City Press-Citizen’a içimden aferin dedim .
Sorun, Iowa’lıların Orta Doğu’dan bihaber olmalarının herhangi bir özrü olmaması değil. Küçük Davenport kasabasında, İsrailliler, İsrail’in arananlar listesindeki Filistinlilere suikast yapmak için kullanılan Apache AH-64 saldırı helikopterlerinde kullanılan sisteminin eğitimini alıyor. Bir yerel gazeteciye göre, aralarında Rockwell’in bölge ofisinin de bulunduğu birçok Iowa şirketi, İsrail ile milyonlarca dolarlık askeri anlaşmalar yapmış durumda. Indianola’daki CemenTech, İsrail hava kuvvetlerine ekipman sağlıyor. Iowa Kenti’ne geldiğim gün, ABD Hükümeti Başsavcısı John Ashcroft, Iowa’lılara "teröristlere ev sahipliği yapan ülkelerden gelmiş" yüz dolayında yabancı uyruklu kişinin eyalette sorgulandığını, sıradaki diğer yüz kişinin de çok yakında "sorgulanacağını" müjdesini vermişti. Nedense, bu konuda yazılmış hiçbir editör yorumuna rastlamadım.
Iowa University’deki sınıflar da oldukça düşündürücüydü. Genç bir kadın Amerikan medyasının taraf tuttuğundan emin olduğunu belirterek söze başladı. Nedenini sorduğumda "Amerika’nın İsrail’i desteklemesiyle ilgili..." derken kıpkırmızı oldu ve sustu. Rex Honey'nin global araştırmalar sınıfındaki öğrenci ise öyle değildi. Amerika’nın Afganistan’da içine çekildiği askeri tuzağı, el-Kaide ile yapılan çarpışmaların sonrasında gelen sözde "zaferi" ve kaçınılmaz olarak, Afgan yerel diktatörleriyle girilen günlük savaşları ve Batılı birlikleri hedef alan nişancı saldırılarını ana hatlarıyla anlatırken elini kaldırarak, "Peki o zaman, onları nasıl yeneceğiz?" sorusunu yöneltti. Odanın içinde gülüşmeler duyuldu. Ona, "Neden Afganlıları yenmek istiyorsun," "Neden yeni bir ülke yaratmalarına yardımcı olmuyorsun?" diye sordum. Öğrenci dersten sonra yanıma gelerek elini uzattı. "Size tüm anlattıklarınız için teşekkür etmek istiyorum efendim" dedi. Ordudan olduğundan kuşkulanmaya başlamıştım. “Yoksa, orduya katılmayı mı düşünüyorsun? diye sordum. "Hayır, efendim" diye yanıtladı, "Deniz Kuvvetleri’ne katılacağım."
Ona Afganistan’dan uzak durması nasihatini verdim. Amerikan ulusal basını da kendi yöntemlerini kullanarak aynısını yapıyordu zaten. İki gün sonra, Los Angeles Times, muhabiri David Zucchino’nun gönderdiği mükemmel haberle, ailelerini Amerika Birleşik Devletleri’nin B-52 bomba akınlarında kaybeden Afganlıların acısını ve öfkesini yansıtan bir yazıyı yayımladı. Habere göre Amerika’nın Gardez’deki son savaşı, "acının tohumlarını ekmişti".
Keşke aynı açık sözlülük Filistin-İsrail savaşı için de geçerli olsa. Ne yazık ki olamıyor. Cuma günü Long Beach’e giden çevre yolunda LA Times’ımı açtığımda, İsrail’in "Batı Şeria’yı düşmanlardan temizlediğini" öğrendim. Öte yandan, serbest köşe yazarı Mona Charen başka gazetelerdeki okurlara "İsrail’in Oslo anlaşması uyarınca topraklarından çekilmesinden bu yana Filistinlilerin yüzde 98’inin işgal altında yaşamadığını" ve o sırada İsrail Başbakanı olan Ehud Barak’ın Arafat’a "Batı Şeria ve Gazze’nin yüzde 97’sini teklif ettiğini" anlatıyordu. Bu oran, WSUI/KSUI radyosunda "Michael"ın verdiği istatistikten yüzde bir daha fazlaydı. Suçlanacak biri varsa, o da "Binlerce Yahudi’nin ve Arap’ın ölümüne kendi elleriyle sebep olmuş bir katil" olan Arafat’tı. Charen, İsrail ve komşuları arasındaki sorunun "ne işgal, ne yerleşimler, ne de İsrail zulmü ve şiddetinden değil, Arapların başkalarıyla barış içinde yaşayamamasından kaynaklandığını" ileri sürüyordu.
Belki California’nın Amerika Birleşik Devletleri’nin geri kalanından organik anlamda farklı olmasına bağlanabilir, burada karşılaştığım öğrenciler ve gazeteciler bana Orta Batı’dakilerden biraz daha zeki gibi göründü. Yüzde ellisini Latin kökenli nüfusun oluşturduğu bir bölgede çıkan, geleneksel anlamda muhafazakar bir gazete olan Orange County Register, Orta Doğu gerçeğini açıklamaya çalışıyor ve Holger Jensen tarafından kaleme alınmış sert makalede Başkan Bush’un Şaron’u durdurmaması halinde, İsrail Başbakanı’nın “Batı dünyasını 1,2 milyar Müslüman ile karşı karşıya geleceği bir uygarlıklar savaşına sürükleyerek Osama bin Laden’in başarısızlığa uğradığı noktanın ötesine geçebileceği" uyarısında bulunuyordu. Üst editör kadrosunun düzenlediği öğlen yemeğine Orange County Müslüman cemaatinden üç kişi de davet edilmişti.
Methodist kilisesi çevresinden dostların düzenlediği kokteyllerde edilen sohbetler Orta Doğu sorununun makul bir düzeyde kavrandığını gösteriyordu. Konuştuğum kişilerden biri, İsrail İç Güvenlik Bakanı Uzi Landau’nun yakın zamanda yaptığı “insanlarla karşı karşıya değiliz ki, onlara hayvan demek daha doğru” yorumdan fazlasıyla rahatsız olmuştu. Siyahi bir konuk BM genel sekreteri Kofi Annan’ın İsrail’e yönelik eleştirilerinden övgüyle söz etti. Fox News’u açtığımda, Şaron’dan çok Şaronculuk taslayan Benjamin Netanyahu Filistinli intihar bombacılarının çok yakında Amerika’nın caddelerinde boy göstermeye başlayacağını, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell İsrail’de olmasına karşın, Kongre üyelerinin yolunu keserek İsrail'in "teröre karşı savaşında" onların yardımlarını dileneceğini öne sürüyordu.
Cuma günkü New York Times'ın yorum sayfası "Neden İsrail’in Misyonu Devam Etmeli" başlığıyla adeta bas bas bağırıyordu. İsrail ordusunun albaylarından Nitsan Alon tarafından kaleme alınmış, İsrail’in “teröre” karşı haçlı seferi üzerine yazılmış bu uzun ve sıkıcı makalede içlerinde bol keseden kullanılan “çapraz ateş altında kalan” “çok sayıda sivil”in de yer aldığı, favorim olan seçme cümleler kullanılmıştı.
Los Angeles’ta bir sanat kulübünün daha bohem sayılabilecek sakinlerine yapacağım konuşma sırasında, saldırdığım gazetelerin temsilcileri de bir bir ortaya çıkmaya başladı. Washington Times’a haber yapmak üzere Mark Kellner toplantıya geldi. Bir dostum, "Söylediğin her şeyi çarpıtacak. Washington Times, Cumhuriyetçi Parti’nin sağında duruyor" yorumunu yaptı. Neler çıkacağını zaman gösterecekti.
ABD’deki konuşmaların çoğunda izleyicilerimin büyük bölümünü Orta Doğu kökeni olmayan kişiler oluşturmasına karşın, hayırsever, sanat koleksiyoncusu ve liberal – elbette Los Angeles Polisi için çalıştığı dönemi konu dışı bırakırsak - Stanley Sheinbaum’un evinde düzenlenen, yaptığım ufak çaplı konuşmanın şimşekleri üzerine çektiği kokteyl için aynısını söyleyemeyeceğim. Başkan Jimmy Carter’ın isteği üzerine Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esat ile bir araya gelen ve Cenevre’deki olağanüstü Esat-Carter zirvesini gerçekleştiren kişi Sheinbaum’du. "Bana kendinle ilgili iyi bir şeylerden bahset" dedi. “Şu sıralarda siz hiç birilerinin iyi bir şeylerden söz ettiğini duyuyor musunuz?” diye karşılık verdim. Yanıtı "Hayır" oldu.
Her liberal Yahudi kökenli Amerikalı’nın Orta Doğu hakkındaki düşüncesini çekinmeden söylemesi gerektiğini savunan seksenlerinde, huysuz ve esprili bir adam olan Sheinbaum’u gerçekten sevdim. Öğleden sonranın puslu havası Brentwood’un gül bahçelerini, villalarını, yüzme havuzlarını ve tepelerini sararken, Haham Haim dov Beliak yanımıza gelerek Amerika’nın en büyük Yahudi yerleşimi kurucularından birinin yürüttüğü bingo ve kumar faaliyetlerini sona erdirme niyetinden söz etti. Beyrut’a döndüğümde kendisini aramamı, arayamazsam da hiç değilse bu konuda bir şeyler yazmamı rica etti. Stanley Sheinbaum'un çileklerinin tadına bakıp, güzel California kırmızı şaraplarını yudumlarken, başka bir haham yanımıza yaklaşarak, "İzleyicilerinin arasında düşmanlık besleyen birtakım kişiler olabilir. Sen onlara da bildiğin doğruları söylemekten çekinme" dedi.
Ben de onun dediğini yaptım. Akdeniz’de oyalanarak Şaron’a Cenin sığınmacı kampını yerle bir etme işini bitirmesi için zaman tanıyan Powell’ın ödlekliğinden söz ettim. Cenin’deki çürüyen cesetlerden ve 1982’de Şaron’un birliklerinin Sabra ve Şatila katliamından canlı kurtulanları öldürülmek üzere Falanjist işkencecilerin eline teslim ettiğine yönelik olarak artan kanıtlardan söz ettim. Arafat’a asla Camp David’de Batı Şeria’nın yüzde 96’sının teklif edilmediğinden söz ettim. Odada bulunan yaklaşık 100 kişiye Haaretz’re bulunan İsrailli muhabir Amira Haas'ın cesur haberlerini okumalarını önerdim. Filistin kamplarının sefaletinden söz ettim. İntihar bombalarının "kötücül niteliğini" belirttim, ancak İsrail’in BM Güvenlik Konseyi’nin 252 no.lu kararı uyarınca hareket etmedikçe güvenlik içinde yaşayamayacağını ve Batı Şeria, Gazze, Golan ve Doğu Kudüs’ü terk etmezse hiçbir zaman huzura eremeyeceğini de anımsattım.
Daha sonra bir kadın yanıma yaklaşarak, "Söyledikleriniz beni öfkelendirdiği için size bir soru sormakta zorlanıyorum" dedi. Bana neden Filistinlilerin İsrail’in tamamını yok etmek istediğini anlayamadığımı ve niçin karşılık verme hakkının devleti ortadan kaldıracağını fark edemediğimi sordu. Bir saat boyunca Orta Doğu’da tanıklık ettiğim gerçeği, eski zamanlardakini andıran bir koloni savaşını sürdürmeye çalışan mutlak güç sahibi İsrail olgusunu anlatmaya çalıştım. 1954-62 yılları arasında yapılan Cezayir savaşından, yaşanan zulüm ve acılardan, Fransız ordusunun işkencelerinden ve katliamlarından, Cezayirlilerin Filistin-İsrail anlaşmazlığıyla korkutucu paralellikler taşıyacak şekilde sivil halkı nasıl kestiğinden söz ettim. Filistinlilerin en azından insanlarının 1948’de maruz kaldığı haksızlığın kabul edilmesi talebinden söz ettim; ayrıca, vatanları artık İsrail sınırlarında kalan sığınmacıların bir çoğunun ödediği mali bedelin artık yeterli olduğunu düşünen Filistinlilerin de çoğunlukta olduğunu sözlerime ekledim.
Konuşmanın ardından sözü alan ilk kişi olan bir haham, Filistinlilerin kurban olduklarını ve gerçek bir devlet sahibi olma haklarının bulunduğunu söyledi. Yaşlı bir hanım Cezayir savaşı üzerine yazılmış en iyi kitabın adını sordu. Kendisine Alastair Horne'un “A Savage War of Peace”ini (Vahşi bir Barış Savaşı) önerdim . Elime bir kart tutuşturdular. Kartın altında "Bilgece bir konuşma!" yazıyordu; “bilge” sözcüğünden nefret etmeme karşın, kartın üzerinde yazılı adın İsrail’in en acımasız sağcı bakanlarından biri olan ve 1982 yılında bana Beyrut’ta, İsrail’in Filistin terörüyle “sonsuza dek savaşacağını” söyleyen Arens’in oğlu Yigal Arens olduğuna dikkat etmekten kendimi alamadım.
Daha sonra LAX çevre yolunda, California’nın puslu havasında asılı gibi duran terminallerin ve kontrol kulesinin arasından geçerken, Cumartesi’nin LA Times’ına göz attım. 12’inci sayfadaki bir habere göre, BBC’nin Şaron’un Sabra ve Şatila katliamlarındaki dahli üzerine ödüllü filmi, Yahudi gruplarının protestoları üzerine Kanada film festivalinin programından çıkarılmıştı. Organizasyon görevlileri, programdan çıkarma nedenini The Accused’ün "çıkar gruplarının istenmeyen ilgisini çekebileceği" (artık bu ne demekse) olarak açıklamıştı. Oysa, benim dikkatimi haberin sonundaki bir paragraf çekti: "O sıralarda İsrail savunma bakanı olan ve Sabra ve Şatila’daki saldırıların sözde faili olan Şaron..." Yine mi “Sözde”? Acaba bu küçük yalanın kaç öfkeli mektubu savuşturacağına inanılıyor?
Ama biraz düşününce, tanıdığım Amerikalıların bu yalana kanmayacağına karar verdim. Kaldığım otelin sahipleri "sözde"yi kabul etmezdi. John F Kennedy’deki yaşlı deniz subayı, KSUI’daki dinleyiciler ve hatta Stanley Sheinbaum bile bunu kabul etmezdi. Evet, Osama bin Laden bana Amerikalıların Orta Doğu’yu anlamadığı düşüncesinde olduğunu söylemişti. Belki o zamanlar haklıydı. Ancak, artık haklı olabileceğini sanmıyorum.
Çeviri: Yeşim Kafa