8 Şubat 2012Taraf Gazetesi
Otoriterlik, Türkiye’de siyasal kültürün kuvvetli bir unsurudur. Otoriterliğin kaynakları, çok büyük ölçüde modernleşme sürecinde yatıyor.
Türkiye, modernleşme sürecine 19. yüzyılın ikinci yarısında girmiştir. Aslında bu yolda epeyce “gecikmiştir”. Cumhuriyet, modernleşme çabalarında bir kırılma değildir, ama radikal bir hamledir. Cumhuriyet’in kurucu babaları, “modern toplum yaratma” projelerini tepeden inmeci düzenlemelerle gerçekleştirmek istemişlerdir. Böylece “toplum mühendisliği”, bu sürecin belirleyici özelliği olmuştur.
Toplum mühendisliğinin temel varsayımı şudur: Toplum, kendini bilmez, kendi çıkarlarını tanımaz, kendi başına bırakıldığında da “doğru” yolu bulamaz. Her zaman doğruları bilen birileri vardır. Onlar toplum adına düşünür, karar verir ve uygularlar.
Böyle bir anlayış, toplumu siyasetin öznesi olarak görmez. Siyaseti toplumla birlikte değil, onun adına yapar.
Bu nedenle, siyasal alanı genişletmek ve demokratik mekanizmaları güçlendirmek, böyle bir anlayış açısından kolay kabul edilebilecek bir şey değildir. Buna karşılık, muhalefete tahammülsüzlük, bu anlayışın neredeyse doğal bir sonucudur.
Bu anlayış, Türkiye’de siyaset yapma ve yönetme kültürünü derinden etkilemiştir. Merkeze (iktidara) oynayan veya merkezde (iktidarda) olan gelmiş geçmiş bütün partiler bundan nasiplerini almışlardır. AKP de, buna dâhildir!
Evet, AKP ve temsil ettiği siyasi gelenek, bu anlayışı yaratan rejimin kurumlarıyla sert bir çatışma yaşamıştır. Bu rejimi ayakta tutan vesayet ilişkilerinin önemli bir kısmını tasfiye etmiştir. Ama AKP, bu kurumlara ve ilişkilere can veren zihniyetle, yani yönetme ve siyaset yapma tarzıyla bir hesaplaşmaya girmekten kaçınmıştır, kaçınmaktadır.
AKP de, muhalefete tahammülsüzdür! Bu tahammülsüzlük, sadece lafta da kalmamaktadır. Başbakan’ın neredeyse her eleştiriye tazminat davası açan ruh hali, bu tahammülsüzlüğün bir göstergesidir, ama en önemli sonucu değildir.
Tahammülsüzlüğün en tehlikeli yansıması, taleplerini veya itirazlarını örgütlü bir tarzda ve inatla dile getirenlere karşı takınılan tutumda ortaya çıkıyor. Onları azarlayan bir dille de sınırlı kalmıyor hükümetin tutumu; polisin insafsız şiddetini, yargının acımasız pratiğini de besleyen ve teşvik eden bir duruşta buluyor en önemli ifadesini.
Toplumsal taleplere karşı duyulan alerji, reformculuk iddiasıyla birleştiğinde, Cumhuriyet modernleşmesinin çokça karikatürize edilen Nevzat Tandoğanstilini hatırlatmıyor mu size? “Ne gerekiyorsa biz yaparız, siz oturun yerinizde ve susun” diyen bu zihniyeti, başka düzlemlerde devam ettiriyor AKP.
Kürt sorununda çıkmazlara girmemizde de bu anlayışın önemli rolü olduğunu düşünüyorum. Başbakan’ın ve AKP’nin BDP’ye karşı kullandıkları hırçın ve kıyıcı dil bunun bir göstergesidir, ama en önemli sonucu değildir. Bu mantığın çok daha tehlikeli ürünü, KCK operasyonları adı altında hayata geçirilmek istenen büyük tasfiye projesidir. Bu projenin nihai hedefi, Kürt siyasi hareketini bütün unsurlarıyla etkisiz hale getirmek ve sonra da uygun gördüğü ölçüde “Kürtlere hak ihsan etmek”tir.
AKP, devlet eksenli siyaset hattından hiç ayrılmadı. Bu siyaset tarzının somut anlamı, kendini topluma dayanarak değil, iktidar vasıtasıyla ve devlet içinde yer kaparak güvence altına almaya çalışmaktır.
Merkez sağın kadim hastalığı olan “milli irade efsanesi” ve onun uzantısı olan “çoğunluk kibri ve hatta küstahlığı” AKP’ye de sinmiştir. AKP, bunu bazen şımarık ve bazen de pervasız bir tutuma dönüştürmektedir.
Başbakan’ın “dindar nesiller yetiştirme”ye dair sözleri de, Arınç’ın “Kürtçeyi bir medeniyet dili” olarak görmeyen gözleri de, AKP’nin bu özelliklerinden bağımsız ele alınamaz.
Vesayet sistemine ve Ergenekon tehlikesine karşı AKP’nin bugüne kadar yaptıklarına dikkat çekerek, bunları fazla büyütmemeyi telkin eden yaklaşımı doğru bulmuyorum.
Tam tersine, AKP’nin otoriter ve milliyetçi söylem ve icraatının, bugüne kadar hiçbir siyasi parti ve iktidarın beceremediği türden tahribat yapabileceği ihtimalini çok ciddiye almak gerektiği kanaatindeyim.
Kendisinden önce hiçbir sağ parti, halkın çoğunluğunu oluşturan muhafazakâr kitle üzerinde AKP kadar etkili olmamıştır. AKP, bu kitleyle arasında var olan bu ilişki sayesinde; darbeciliğin, vesayetçiliğin ve milliyetçiliğin toplumsal zemininin zayıflamasını sağladı. Otoriter ve milliyetçi bir siyaset ve yönetim tarzına dönmek, bu kazanımları tehlikeye atar. AKP, bir zihniyeti, mesela bir Çiller DYP’sinin bir Mesut Yılmaz ANAP’ının yapabileceğinin çok ötesinde toplumsallaştırma potansiyeline sahiptir. Bu nedenle, otoriter-milliyetçi zihniyetin restorasyonu sonucunu doğuracak politikalar izlemesi, çok derin tahribat yaratabilir.
Bu zihniyetin Türkiye’yi nereye getirdiği ortadadır. AKP, o zihniyeti koruyup, kurumları ve aktörleri değiştirmeyi yeterli görürse, temsil ettiği toplumsal kesimlere de, Türkiye’ye de çok yazık eder. Böyle giderse, kendisi de er ya da geç DYP’nin veya ANAP’ın kaderini paylaşacaktır.
Son on yılda yaşananlar, toplumun her kesiminde olduğu gibi muhafazakâr kitlede de önemli dönüşümlere yol açmıştır herhalde. Demokratik değerlere bağlılık konusunda geldiğimiz yeri test edeceğimiz “hassas zamanlar”ın birinden geçiyoruz galiba...