Adalet solduğu zaman...

-
Aa
+
a
a
a

16 Temmuz 2009Taraf Gazetesi

"Herkes ne zaman ölür elbet gülünün solduğu akşam" Uslanmaz acemi, söz büyücüsü, her daim yeni Turgut Uyar'ın bu dizesini öyle çok severim ki, olur olmaz durumlara uyarlamaktan alamam kendimi. Mesela bu yazı için, üstadın ve sizlerin izniyle, bu dizeyle bir kez daha oynayacağım: "Bir toplum ne zaman çürür adaleti solduğu zaman" Peki, adalet nereden solar? Pek çok yerden! Lakin adaletin bir de kurumu vardır, adına yargı denir, öncelikle ve özellikle oradan solar. Adaletin tecelli ettiği ve tevdi edildiği yerdir yargı. Adalet, yargının varlık nedenidir. Halk arasında, bu ikisi çoğu zaman eşanlamda kullanılır. Nitekim mahkemelerin bulunduğu binalar da, "adalet sarayı" olarak adlandırılır. "Adalet", yüce bir değer; adillik de, neredeyse kutsal bir haslettir. Türkiye'de hâkimleri "peygamber postunda oturan insan" olarak niteleyen özdeyiş, bunun apaçık göstergesidir. Yargının bu mertebeye layık görülmesi, tarafsızlığına duyulan inanca dayanır. Bu nedenle, tarafsızlık, yargının bir özelliği değil, adeta özüdür. Tarafsızlığını kaybetmiş bir makam, "yargı" olarak nitelenemez. Mesela yargı eleştirisinin keskin kalemi Kurt Tucholsky, mahkemenin açıkça taraflı davrandığı bir yargılama üzerine, şu satırları yazar: "Bu, kötü bir yargı değil. Bu, eksik bir yargı da değil. Bu, kesinlikle yargı değil." Yargı bağımsız olmalıdır elbette. Ancak bağımsızlık kendi başına bir amaç değil, tarafsızlığı sağlamak için bir araçtır. Bağımsız olmayan yargının tarafsızlığı her zaman şüphe altındadır; mamafih bağımsızlık, tarafsızlığı kendiliğinden sağlamaz, tek başına garanti etmez. Şu halde, tarafsızlık meselesini daha iyi tartışabilmek için, önce bağımsızlık sorununu çözmek lazım. Türkiye'de yargı uzun süredir tartışmaların odağında yer alıyor. Bunun hayırlı bir şey olduğunu düşünüyorum. Her şeyden evvel bir tabu kırılıyor. Bunun sonucunda, yargıya dair pek çok sorun gündeme taşınıyor; bunların bir kısmını çözmek için adımlar atılıyor. Askerî yargının yapısı ve işlevi, bu tabunun en katı çekirdeğini oluşturuyordu; şimdi o da çatladı. Yapısı itibariyle bağımsız olmadığı gün gibi ortada duran ve bir demokratik hukuk devletinde düşünülemeyecek kadar geniş bir görev alanına sahip olan askerî yargıyla ilgili son düzenleme, kim ne derse desin, normalleşme yolunda geriye dönüşü olmayan bir adımdır. Anayasa Mahkemesi ne karar verirse versin, bu durum değişmeyecektir. Bağımsızlık açısından sivil yargıda da büyük sıkıntılar olduğu, kimsenin meçhulü değil. Bu yönde evrensel demokratik normlara uygun düzenlemeler yapma mecburiyeti her geçen gün kendini biraz daha dayatıyor. Lakin yargı tabusunun henüz yeterince tartışılmayan, hatta görmezden gelinen bir boyutu vardır, o da tarafsızlıktır. Gerçi özellikle Anayasa Mahkemesi'nin "367" ve "başörtüsüne serbestlik düzenlemesi" olarak bilinen konulardaki tutumu, tarafsızlık sorununun yüksek sesle konuşulmasına vesile oldu. Fakat yargı içtihatlarında uzun bir geçmişi olan devletçi-milliyetçi yaklaşım, aynı hevesle sorgulanmıyor. Yargıda devletçi-milliyetçi zihniyetin yaygınlığını ve yerleşikliğini gösteren çok sayıda örnek var bu ülkenin dününde ve bugününde. "Devlet aleyhine cürümler" ile "devlet lehine cürümler" diye adlandırabileceğimiz fiillere ilişkin yargılamalara, bir uzman olarak değil, bir gazete okuru olarak bakmak bile bunu görmek için yeterlidir. Birinci kategoriye giren isnatlar söz konusu olduğunda, çoğu zaman "tarafsız bir hakem" olarak değil, sanıkların hasmı gibi davranma eğilimi öne çıkar. İşkence, yargısız infaz gibi suçların yargılandığı ikinci kategori davalarda ise, "sanıkları kollayan ve esirgeyen şefkatli bir hami" gibi hareket etme eğilimi güçlenir. Son günlerden iki örnek var karşımızda. Biri "Uğur Kaymaz davası"; hani Kızıltepe'de "operasyon"da 12 yaşında 13 kurşunla öldürülen çocuğun davası. Bu davanın seyriyle o kadar az kişi ve çevre ilgilendi ki! Sonuç: İlk derece mahkemesinin sanıklar için verdiği beraat kararı Yargıtay tarafından oybirliğiyle onandı. İkinci vaka, "Baskın Oran ve İbrahim Kaboğlu'na hakaret davası"dır. İki hoca, Tercüman gazetesi yazarı Servet Kabaklı'nın, meşhur "Azınlık Raporu" üzerine yazdığı yazıdaki sözlerden dolayı tazminat davası açmışlar; ilk derece mahkemesi, o sözleri hakaret olarak değerlendirip Servetli'yi tazminata mahkûm etmişti. Sonunda dava Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'na (YHGK) kadar geldi. YHGK, Kabaklı'nın "çanağına yal konulunca ve etli kemik vaadini duyunca yaltaklanan, kuyruk sallayan kanişler, uyanık geçinen şapşallar, salak, tescilli hain, zavallılar. T.C devletine-milletimizin birliğine kalleşçe ihanet hançeri sokanlar" sözlerini düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirdi. Bu ilk örnek de değil. Baskın Hoca, ağır hakaret ve sövme içeren söz ve yazılar üzerine açtıkları davalarda verilen benzer kararlar hakkında çok yazı yazdı. Görevli memura "sen kim oluyorsun" demeyi bile sövme sayan; "ulan", "terbiyesiz", "adam olmamışsın" sözlerini hakaret kabul eden Yargıtay, yukarıdaki ifadenin hakaret olmadığına hükmetmiş. Tabii mahkemelerin ve Yargıtay'ın hangi ifadeleri düşünce özgürlüğü kapsamında görmediğini sıralamaya kalksak, sütunlar değil sayfalar yetmez. Hrant hakkında verilen kararları ve bunların sonuçlarını hatırlatmakla yetineyim. Ha, bir de Hrant'ın katliyle ilgili davada yaşananlara dikkat çekeyim. İşin acı tarafı, yargının bu tutumunun genel bir kabul görmesi ve bu tür kararların mağduru olanlara, bunu hak etmişler gibi muamele yapılmasıdır. Hukuk devleti ve adil yargıdan söz eden herkes için, en hakiki samimiyet imtihanının burada yattığına inanıyorum. Yargının itibarına yönelik en ciddi tehdit, yine bizzat yargının kendisinden gelebilir. Italo Calvino, Bir Yargıcın İdamı adlı öyküsünde, üzerine söz söylemeyi hepten gereksiz kılacak çarpıcılıkta anlatır bu durumu. "'Adalet Biraz Es Geçiliyor...' Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler ve Savcılar" çalışması için görüştüğümüz hâkimlerden birinin sözleri, "adaletin solması" ihtimaline karşı acil bir uyarı olarak okunmalıdır: "Halkın yargıya düşmanlığı önemli değil. Bana göre, halkın yargıya güvensizliği önemlidir. Eğer güvensizlik doğarsa, işte asıl felaket o zaman başlamıştır."