Beysun Gökçin: Açık Deniz'den herkese iyi fikirler. Bu haftaki konuğum yine Handan Güçyılmaz Serezli, Atlantik kızlarının kaptanı. Geçen haftaki programda başlamıştık; Cumhur Gökova ve öğrencileri 6 kadın, Atlantik ARC yelken yarışında büyük bir başarı elde ettiler ve ikinci oldular. Biz de tabii onu kapıp getirdik buraya, sohbete devam ediyoruz. İzin verirsen bir önceki programı özetlemek istiyorum. Zaten haberimiz vardı bu yolculuktan, seni stüdyoya aldık, Cumhur Hoca'nın 2 yıldır kafasında olan bir projeydi bu, 2004'te pek başarılı olamamıştı ama 2005'te Denizbank sponsor oldu, Cumhur Hoca da 600 kadar kadın öğrencisinin arasından 6 kişiyi seçti, seni de kaptan olarak seçti ve...
Handan Güçyılmaz Serezli: Cumhur Hoca 25 Eylül'de Marmaris'ten yola çıktı.
BG: Dufour 44 tipli Odienne isimli tekneyle yola çıktı, Kanarya Adaları'na, Las Palmas'a gitti tekne. 17'sinde sen oraya gittin ve pür telaş hazırlık başladı. Sen kaptan olarak özel brifingler aldın, çünkü sorumluluk kaptanındır her zaman.
HGS: Maalesef!
BG: Cumhur Hoca tekneyi bilgisayar sistemlerine, uydulara tanıttı. Geçen hafta, "sırtımızdaki ter kurumadan start hattına gittik" demiştin. Daha sonra 315 tekne aynı anda start aldınız, kanaldan çıktınız ve biz geçen haftaki programda anlattığın gibi, ilk gece seyrinden sonra, sabaha karşı saat 3'te, hocanın sözünü dinleyip kıyafetlerini giymediğin için sırılsıkla halde kendini yatağa attın.
HGS: Hoca'nın sözünü dinlemedim değil, sürekli dümen başında olduğum için. Bir anda fırtına bastırdı, Hoca herkesi ocean kıyafetlerini giymeleri için aşağıya gönderdi, ben tabii dümen başında şort ve tişörtle kaldım. Sabaha karşı 4'e kadar, fırtına, yağmur, tek başıma dümendeydim. Ama şimdi gidiyorum kurulanmaya, sıcak kıyafetler giyeceğim.
BG: O saatte kamaraya indin, uyudun mu?
HGS: Hayır uyuyamadım, çünkü zaten tekne deneyimi olanlar bilirler, özellikle de fırtınayla karşılaşmış olanlar bilirler, tekne ya sağa ya sola yatar, ya iskele[1] ya sancaktadır[2], bir türlü düzelmez. Fırtınada tekneyi kullanmak bir hayli zordur, zaman zaman kavançalar atarlar[3], zaman zaman hakikaten rotadan kaçarlar, uzaklaşırlar. Yukarıdakiler aynı şeyi hissetmez, ama aşağıda yaşayanlar, yatağında yatmaya çalışanlar bir sağa bir sola savrulurlar. O sırada teknenin hiçbir şeyi sabit değildir, netalanmasına[4] rağmen hareket halinde olan şeyler vardır, uyumak çok zordur, hele ıslaksanız titriyorsunuzdur, kuru elbiseleri bulup giyinmek çok zordur. Bu zorlukları aşarak, aşağıda giyinip, kendimi ısıtmaya çalışarak, uyumayı hakikaten hedefliyordum ama çok zordu, uyuyamadım, ama bir yarım saat sonra yorgunluktan uykuya daldım.
BG: O zaman bana ilk sabahını anlatsana; kalktınız ve yine geçen programdan hatırladığım kadarıyla artık etrafınızda tekne yoktu, tek başınızaydınız.
HGS: 4 saat kadar uyudum, daha sonra nöbet saati diye beni uyandırdılar. Atlantik okyanus yarışı başlamıştı, Muelle de Portivo Marinası'ndan çoktan uzaklaşmıştık, yaklaşık 100-150 mile yakın gelmiştik. Herkes bizimle beraber Atlantik'te yaşasın, bu duyguyu tatsın istiyorum. Biz yarıştayken çok fazla mail geldi, bu yarışı hakikaten biz tek başımıza başarmadık, herkes bizimle beraberdi, Açık Radyo izleyicileri de, sizin programınızın yakın takipçisi olan izleyiciler de ve tüm Türkiye halkı. İstiyorum ki bu sevinci mil mil anlatayım. İlk sabah uyandığımda hava çok güzeldi, akşamki fırtınamsı havadan iz kalmamıştı. Fırtına bitmiş, her şey sakinleşmiş gibi, güneş bir yerde çapkın bakış halinde, dalgalar hafif, kendini 6-7 metreye bırakmış, okyanusta salınıyordu. Etrafta hiçbir tekne yoktu, okyanusta bir nokta olmanın ilk emarelerini orada hissetmeye başladım, çünkü gece karanlıkta fark etmedik ama gün ışıyınca fark ediliyordu.
BG: Bu senin ilk okyanus deneyimin değil mi?
HGS: Evet, zaten böyle şanslar çok nadirdir, ben de ilk şansı yakaladım hem de en zoru, en büyüğünde.
BG: Benim de Hint Okyanusu civarında, karadan tamamen uzakta şöyle bir deneyimim olmuştu; denizde tuhaf bir şey var, başa gidersen, yani düşeyde hiçbir röper noktan kalmazsa, bulutların bir tavan etkisi yaptığını görüyorsun.
HGS: Aynen öyle.
BG: Çünkü şehirde o bulutların ufukta bittiğini göremezsin, oradan dağ, vs. bir şey girer, açık denizde ise gelip firar noktasında denizle birleşir.
HGS: Ufuk noktasında birleştiğini hissediyorsun. Hakikaten öyle. Hele Atlantik'te, ki okyanuslarda genelde bu yaşanır, eğer kara görünmüyorsa, okyanusun ortasındaysanız, ki Atlantik en büyüğü, hakikaten hiçbir yerde bir son yok. Yani deniz hep gidiyor, gökyüzü hep gidiyor ve bir yerde denizle gökyüzü karışmış birbirine, o sonu görmüyorsunuz, sanki denize karışmış gökyüzü, gökyüzü denizle buluşmuş, o son yok; olağanüstü bir manzara. Burada da gökyüzüne bakıyorum, bulutları görüyorum, mesela bulutlar daha hızlı ilerliyor, inanılmaz hızla ilerliyor ve alçak basınçla yüksek basıncı aynı anda bulutların hareketinden fark ediyorsunuz, görebiliyorsunuz.
BG: Hep sorulan bir soru vardır, bana da çok soruldu, şimdi ben de sana sorayım; karada yaşayanlar 3 hafta denizde hiçbir yeri görmeden gittiğin zaman "yahu canınız sıkılmıyor mu?" diye sorarlar. Gerçi siz yarışıyordunuz, ama yine de eninde sonunda siz de kendinizle yarışıyorsunuz, bir de hergün mevki koyduğunuz haritadaki çizgilerle yarışıyorsunuz.
HGS: Çok güzel söyledin, hakikaten öyle.
BG: Hiç sıkılmadın mı?
HGS: Sıkılmadık, çünkü programla gittik, sürpriz değildi bu; bir kere 4 haftayı planlıyorduk, Cumhur Gökova sayesinde yarıştaki doğru rota ve doğru tekniklerle bu 3 hafta 19 güne indi. 4 haftayı planlayarak yola çıktığımız için bir kere hepimizin yanında kitapları vardı, bolca okuyabileceği. Benim ekstra çok görevim vardı, ATV'de çalıştığım için televizyon kameramı kullanarak bol bol görüntü çekmem lazımdı. Sabah'a yazılar yazmak zorundaydım, bir de dönüşte şu anda planladığım kitabımın başlangıcını atmam lazımdı. Kaptan olduğum için hergün seyir defterini tutmam gerekiyordu hem kendime, hem ekibe. Dümen tutmam gerekiyordu, yemek yapmam gerekiyordu, ben hiç sıkılmadım, vaktim bile kalmıyordu, hatta 4 saatlik uykularım vardı, 2 saat nöbet 4 saat uyku, 2 saat nöbet 4 saat uyku, onları çalmaya başlıyordum ki yazıyı yazayım ve yemeği yapayım, temizlik yapayım, kendi temizliğimi yapayım, kendi kitabımı yazayım, bir de normal rotaları hesaplayayım, vs. böyle bir sürü iş vardı. Dolayısıyla vakit bulamıyordum, arkadaşlarımın da sıkıldığını görmedim açıkcası. Muhteşem bir sohbet ortamı oluyordu bir kere. Bir de bazen birbirimizi özlüyorduk, göremiyorduk, çünkü nöbetlerimiz çakışmıyordu, ekipler farklıydı. Kendi ekip arkadaşımla bol sohbet ediyordum ama diğer 4 kişiyle az sohbet edebiliyordum, Hoca'yla da öyle. Dolayısıya, o aralarda uyanıp bir önceki nöbeti devrederken o 5-10 dakikalık kısımlarda ne konuşabiliyorsak onlar yetersiz geliyordu. Dolayısıyla yemek seanslarında hepimiz birarada yemek yüyebilmek için herkes uyanıyordu. Zaten tek öğün yemek yiyorduk, oralara geleceğiz, onun için şimdi anlatmayayım.
BG: İnsan hep şunu düşünüyor, bunlar yarışıyorlar, denizdelerse sırf deniz konuşulur, sırf yarış konuşulur. Konuşuyor muydunuz?
HGS: Deniz ve yarış konuşuluyordu, bir kere en önemli kısmı, yarışta olmak, yarış psikolojisi nedeniyle, "diğer takımlar ne yapıyorlardır, onlar bizim fırtınaya girmiş midir, diğer takımlar şu kısımda acaba ne düşünüyor, önümüzde fırtına var mı, hava açacak mı, ne kadar yağmur var, ya rüzgârsız kalırsak! Diğerleri acaba ne yediler, ne yaptılar, ne kadar önümüzdeler, ne kadar arkamızdalar?" diye düşünüyor ve konuşuyorduk tabii. Kimseyi bilmiyoruz biz yarış kuralları gereği, dolayısıyla diğer teknelerdeki çok üstün teknolojiler de yoktu bazı anlamlarda, yani onlar mesela yarışın dışında, yarışmayan tekneler herkesi görüyordu, yarışta olup ama rahat gidenler, rölantide gidenler, motor yapanlar veya daha lüks pozisyonda olanlar. Yelken sınıfındakiler diğer yelkenlileri görmüyordu yarışta. Dolayısıyla kim önümüzde, kimi arkamızda bilmiyorduk. Bir de özel bir rota koyduğumuz için, bilinen kuzey-güney rotasının dışında bir rota koyduğumuz için, ekvatordan gittiğimiz için çok tenha bir yer olduğunu gördük, rotamızda kimse yoktu. Dolayısıyle muhabbet hep denizden yanaydı. Bu arada eğitim devam ediyordu, Hoca sürekli eğitiyordu bizi, gece yıldızlara yönelik eğitimler devam ediyordu, sekstanta[5] yönelik eğitimler, teoriler devam ediyordu. Gündüz ise normal hava koşullarına, fırtınalara, bulutların şekline, bıraktığı havanın büyüklüğüne, küçüklüğüne, denizde yaşayan canlılara, mesela balinalara kadar her konuda eğitiyordu Hoca sürekli. Dolayısiyle muhabbetler hep eğitim üzerineydi.
BG: Balina gördün mü?
HGS: Yok görmedik ama çok yunus gördük. Balinalar en büyük kabusumuzdu aslında, çünkü gece seyrinde karanlıkta durmadan gittiğimiz için, hiçbir yer görmüyoruz.
BG: Bir balinaya çarparsak!
HGS: Evet, ki onlara çarptığımızda, o belki minicik bir "ah" diyecek, ona bir şey olmayacak, dev bir yaratık, yağlı bir cüsse, ama bize çok büyük zarar verebilirdi, tekne batabilirdi, dümenden salmaya kadar çok zarar alabilirdik. Dolayısiyle en büyük kabusumuz balina idi ama balina ile gündüz karşılaşmak isterdim de, gece allahtan böyle bir şey olmadı. Ama bol bol yunuslarla yarıştık.
BG: Ortalama hızınız neydi, hesapladın mı?
HGS: Dönüp geldikten sonra ortalama bir hesap yaptık, maksimum 22.2 knot[6] idi.
BG: 22 knot gittiniz mi?
HGS: 50 knot hava gördüm, fırtınada 22.2 yaptık ki o zaman dalgalarla sörf yapıyorduk, pupa seyrindeydik. Bunun ötesinde cenova açık, ana yelken açık, fırtına floğu açık, balon açık, yani deli gibi gidiyoruz.
BG: Tezahürat yaptılar mı?
HGS: Çılgınlar gibi bağırdık, evet, müthiş bir şeydi. Yani gözümü hakikaten hız göstergesinden ayıramıyordum, 20 oldu çığlıklar atıyorduk, 21'de yine çığlıklar, 22.2... artık daha hızı ne olabilir? Zaten hava 50 knot, delirmiş olmamız lazım aslında, bir yandan diyorsun ki, 55-60'ta tekne dağılabilir, ama biz hiç onu düşünmüyorduk, iyi yelken yapıyoruz diye mutlu oluyorduk. Hakikaten korkmadık, sadece o dalganın kırıldığı an korktuk, onun dışında korkmadık.
BG: İlk fırtınayı ne zaman yaşadınız?
HGS: Hemen çıkıştaki o akşam yaşamıştık, benim yalnız kaldığım akşam, herkesin kustuğu, aşağı indiği akşam. O fırtınamsı hava ama bizim gördüğümüz ilk ciddi fırtınaydı, çünkü 35-38 hava gördük. Hızım da aşağı yukarı o akşam 16-17'lerde. Bütün yarış boyunca ortalama bir hız alacak olursak 8-10 knot arası ortalama bir hız diyebilirim, çünkü 2 gün sıfır rüzgâr vardı.
BG: Tekne kaç ton?
HGS: Teknemizin tonajını değişik dönemlere göre söyleyebilirim, çünkü ilk başta çok yiyecek yüklüydü, çok su yüklüydü.
BG: Teknenin kendi tonajını soruyorum.
HGS: Zannediyorum 11 ton.
BG: Sonra artık günler geçmeye başladı, bir rutine oturdunuz herhalde?
HGS: Alıştık.
BG: Peki performansınızın yüksek olduğunu hissediyor muydunuz?
HGS: İlk başlarda, normal denizdeki yarışla okyanus yarışı çok farklı olduğu için, kendini iyi hazırlıyorsun, ama ne olacağını çok kestiremiyorsun. Bir kaç gün geçtikten sonra "Aaa, iyi gidiyoruz, demek ki oluyor" diye kendi kendimize moral ve güç vermeye başlıyoruz, tabii ki yaşadığımız olaylardan sonra. Dolayısıyla kendimizi iyi hissediyorduk ve "güzel gidiyoruz" diye her anlamda tebrik ediyorduk kendimizi nöbet değişimlerinde. Çünkü birbirimize bir şey devrediyorduk, ben şunu gördüm, şu oldu, fırtına şöyle geliyor, orsa[7] gidiyoruz, balon çok sıkıntı yaratıyor, balonu kapatıyoruz, vs. Motor çalıştırmadığımız için günde bir saat rölantide motor çalıştırma hakkımız vardı aküler için, doğal olarak hoca bütün navigasyon ışıklarını söndürüyor, sadece tepedeki navigasyon ışıkları yanıyor.
BG: Silyon feneri[8].
HGS: Hatta onu da iptal ettik. Cumhur Hoca inanılmaz bir şey yaptı, çapa hiç kullanmayacağız sonuçta Atlantik'te, çapa ışığını aldı yukarı taktı ve pupa[9], orsa, sancak, iskele, bütün lambalar yukarıda, bir tek ışıkla her taraftan görünebiliyoruz bunun sonunda. Dolayısiyle aküyü en az nasıl kullanabilirizi planladık. Öyle olunca göstergeler de çalışmıyor.
BG: Güneş enerjisi yok muydu?
HGS: Vardı, bir tane güneş enerjisi vardı ama o da yetmiyordu.
BG: Rüzgâr jeneratörü?
HGS: Hayır onlar yoktu, onlar zaten yarış teknesinde dezavantaj olduğu için yoktu. Dolayısıyla bir ara Hoca göstergeleri de kapattığı için sadece rüzgâr göstergesiyle kullanmaya başladık. O bitti, bazen balonlarla takip ediyordum, balonların hızına göre her 5 dakikada bir derecemi 5 derece güneye veya doğuya atarak takip ediyordum. Yani farazi bir rota tutarak çoğu zaman, çoğu zaman güneş, ay, yıldızlar, inanılmaz bir rotasyon yaptık. Işık hiç yoktu, buzdolabı hiç yoktu mesela, enerji hiç yoktu bir anlamda. Biz kendimizi iyi hissediyorduk. Tam bir yelkenci, denizci gibiydik...
BG: Tartışmalar olur, bugünkü bizim edindiğimiz harita bilgileriyle, bana hep bir tane pusula ile gidilebilir gibi geliyor, yani aşağı yukarı bir tek pusulan olsa, bir kara parçasına varırsın mutlaka. Çünkü eski dönemlerde harita çok bilinen bir şey değildi, doğruluk derecesi de zaten tartışılırdı. Şimdi o kadar çok gözümüz döndü ki, bana sanki bir tek pusula ile gidilebilir gibi geliyor.
HGS: Doğru.
BG: Bir de yıldızlar tabii.
HGS: Ne kadar denizciyseniz, -yelkenci demiyorum, yelkenci olmak çok önemli bir şey, ama denizci olmak daha da önemli bence, çünkü yelkencilik bazen teknolojik aletlere de bağlantılı oluyor ama denizcilik başka bir şey- bir pusula ile, hatta bir pusulanız olmadan bile rotanızı koyup gidebiliyorsunuz, bu çok önemli. Otomatik pilot olmadan da gidebiliyorsunuz, biz hiç kullanmadık, hep dümen tuttuk.
BG: Tabii bu çok net, bir yıldırım düştüğünü düşün tekneye ve bütün navigasyon aletlerinin uçtuğunu düşün!
HGS: Aynen öyle.
BG: Dolayısiyle geriye senin ne kadar bilgi biriktirdiğin kalıyor. Aslında Türkiye'ye erkek-kadın dahil, ilk Atlantik, yani açık deniz kupasını getirdiniz.
HGS: Erkek-kadın demeyelim, çünkü biz "Ladies Team"iz, ama erkek bir tek Cumhur Hoca'ydı.
BG: Bütün Türk denizciliği adına ilk kupa bu.
HGS: Bak nasıl savunuyorum! Kadınlar, kadınlar...
BG: Yok canım, biz erkekler dedikodu yapıyoruz, onların her işini Cumhur yapmıştır diye!
HGS: Hakikaten çok yardımcı oldu, Hoca olmasaydı geçemezdik. Kendisine bir kere daha buradan sevgiler yolluyorum. Biliyorsun Hoca'mız şu anda Karayipler'de, eğitim tekneleriyle öğrencilerine eğitim vermeye devam ediyor.
BG: Şu 800 mile gelelim bakalım, denize mi düştün?
HGS: Tekrar hatırlatmak istiyorum, Türkiye Atlantik yarışında hakikaten ikinci oldu, dünya çapında bir başarı bu ve kadın takımıyla ikinci oldu. Yarıştaki tek kadın ekibi de bizdik, 2500 erkeğe karşı tek ve ilk kadın ekiptik, Türkiye ilk defa katıldı ve kadınlarla katıldı.
BG: O yarışa da ilk defa katıldı?
HGS: Evet. O yarışta da tek kadınlar ve ilk kadınlardık hakikaten. 800 mil çok güzeldi, çünkü birincisi hepimizin gözlerimizde şöyle bir parlama vardı, bu miller bitmiyor, bu ortalamaya yakın, yani 800 mile gelince hepimizin gözünde şu vardı, bu mil bitmiyor, zaman geçmiyor, ilerlememiyoruz gibi. Yani nasıl geçecek bu süre? O 800 mili gördüğümüz gün, hatta sabah çığlık attık "inanılmaz bir şey, neredeyse 1/3'ünü geçtik" diye. Bu çok önemliydi.
BG: Dolayısıyla bir performans hesabı yapma şansınız oldu.
HGS: Hakikaten yapmamızın zamanı gelmişti, çünkü neredeyse okyanusun artık 1/3'lük kısmını arkanda bırakıyorsun, evvelki en derin, en uçsuz bucaksız, en yalnız olduğun yerlerindesin, kendini daha da korkutacak bir noktaya da taşıyabiliyorsun aslında. Yalnızlık figürü de daha büyüyor, orada kendinle başbaşa kalmanın ötesinde bir şey olursa da çok yalnız olduğunu hissediyorsun çünkü sana en yakın mesafedeki tekne bile en az 5-6 mildir ki bunu da bilmiyorsun, daha da uzak olabilir. Ufacık bir şey olsa bile seni kurtarmaya gelmeleri saatler sürebilir, bunu da biliyorsun. Ama daha güzel şeyler de hesaplıyorsun, 1/3'ünü aştık diyorsun, bu çok önemli.
BG: Ne zaman haritasız kaldınız?
HGS: Açıkçası bizim bilgisayar sistemimiz iptal oldu.
BG: O anlamda sormuyorum, artık paftaların dışındasındır, o boş beyaz kâğıtlarda navigasyon yapmaya ne zaman başladınız?
HGS: 200 milden sonra başladık, Hoca bizi o havaya öyle bir soktu ki 200 milden sonra herşeyin dışındaydık ve tamamen haritayla içiçeydik, haritayı takip ediyorduk, pusulaya bakıyorduk. 200 milden sonra tamamen denizci olarak işe başlamıştık ama yarışçı kimliğimizi de hiçbir zaman unutmadan, "denizciyiz, yarışçıyız, yelkenciyiz, Türküz, Türk kadınıyız, başaracağız" diye gitmeye devam ediyorduk. 800 mil onun için çok önemli; biz bir yerdeydik onu hissettik ve başarımızı daha da büyütmemiz lazımdı, daha da hırslanmamız gerekiyordu. Dolayısıyla nirengi noktalarından bir tanesiydi 800 mil.
BG: Geçen programda söylemiştin, 6 kadın denizci ilk defa beraber denize çıkıyordunuz. Mesela "man over board" teknede, "denize adam düştü" deneyimini Cumhur'un daha önceki teknelerinde yapmıştınız mutlaka.
HGS: