AB: Ya diriliş ya da felç

-
Aa
+
a
a
a

8 Haziran 2005Radikal GazetesiJürgen Habermas

AB'nin iki kurucu ülkesinde düzenlenen katılım oranı yüksek iki referandumda, demokratik ve ezici bir 'Hayır' ile AB'nin anayasa projesi reddedildi. Jean-Claude Juncker, Avrupa'nın başına gelebilicek 'en büyük felaket'i yorumlamak için doğru sözcükleri buldu: "Avrupa'nın artık düş kurdurmadığını söylemek gerekiyor. Avrupa bu haliyle sevilmiyor ve bu yüzden de, anayasada önerilen haliyle Avrupa reddediliyor."

Bu teşhiste bir nokta daha var: Anayasanın okunması mümkün olmayan hali, gerçekten de hayal gücünü uyaran bir şey değil. Metnin okunamamasının basit bir nedeni var: tüm gerçek anayasalar gibi temel normlardan ibaret şeffaf bir metin sunmakla yetineceklerine, mevcut uluslararası anlaşmalar labirentini de bu metinle devam ettirmeye çalıştılar. Metnin okunamazlığının ardında daha derin bir neden saklı: Anayasada, Avrupa'nın neden bir anayasaya ihtiyacı olduğunu insanlara açıklayacak bir perspektif yok.

Atladığımız sorular

Referandumları iç siyasete malzeme etmek yerine bunların sunduğu fırsatı yakalayarak, sadece Avrupa'ya bir hedef belirlemekle kalmayıp, uğruna birleşmek istediğimiz şey neyse onun etrafında toplanarak şunları da tartışmalıydık: Sınırlarının hem içinde hem dışında siyasi rol oynamaya yetkin bir Avrupa mı istiyoruz? Yoksa tam tersine AB'yi birleşik ekonomik alanı üzerindeki kısıtlamalardan kurtarıp, büyümenin önünü açacak bir rekabet ortamının güç kazanmasını ve uluslararası sözleşmeler bize ne veriyorsa onunla yetinmeyi mi istiyoruz? Derinleşmek mi istiyoruz, derinleşmeden genişlemek mi? Avrupa küresel ekonomik rejim üzerinde etkili bir oyuncu olabilmek için güçlenmeli mi? Yoksa kural tanımayan bu küreselleşme ortamında, bürokratik ve korumacı bir devletten tutun, radikal rekabetçiliğe kadar mevcut pek çok seçenek arasından daha fazla seçim yapamamayı kabullenmeli mi?

Gayet tabii bir anayasa, farklı siyasi çözümlerin birbiriyle çarpıştığı alanın kurumsal bir çerçevesi olmaktan öteye gitmemeli. Peki bundan böyle kurucu sürecin bizzat kendisi, farklı siyasetlerin çarpışmasına maruz mu bırakılacak? Uluslarüstü anayasalar bugün artık bir gecede yapılan devrimci eylemlerin ardından doğan klasik anayasalara benzemiyor; hazırlanmaları onlarca yıl alıyor. Neyse ki Avrupa vatandaşları halihazırda temel özgürlükleri güvence altına almış devletlerde yaşıyor. Zaten sürecin temelde vatandaşların değil de, seçilmiş hükümetlerin inisiyatifinden kaynaklanmasının nedeni bu. Süreç herkesin çıkarına işlediği sürece vatandaşlar da memnun; yani proje meşruiyetini bir yerde neticeleriyle kazanıyor.

Gelgelelim 25 ülkenin ortak bir vizyon olmadan bir araya geldiği Avrupa'da paylaşım çatışmalarının su yüzüne çıkması ve randımana dayalı meşruiyetin kısa sürmesi için atmosferin biraz değişmesi, küresel bir ekonomik devrimin kendini biraz göstermesi yetti. Bugün artık vatandaşlar gündelik hayatlarını etkileyen bir projenin onları nereye götüreceğini bilmek istiyor. Vatandaşların olurunu almak içinse, Avrupa bütünleşmesinin siyasi bir perspektifinin olması şart.

Referandumlardaki hezimetin ardından bu perspektife dair anlaşmazlıklar iyice su yüzüne çıktı. Siyasetçiler gerilimi ne açıklıkla ne de vaktinde idare edebildi. Kutuplaşmalara girerek, yukarıdan dayatılan bürokratik birleşmenin şimdiye dek kendilerine sağladığı rahatlığı riske atmak istemediler. Bunu yapmamış olduklarından, Avrupa toprakları bundan böyle en zengin ve en yoksul, en büyük ve en küçük, en eski ve en yeni üye ülkelerin çıkar çatışmalarıyla çalkalanacak. Kırıkları daha da derinleştirmek için ulusların tarihi düşmanlıklarına dayanan mitleri bile sandıklarından çıkarıyorlar. AB bütünleşmesinin sonu üzerine bir açık oturuma girmek, siyasetçilerin işine gelmedi. Ellerini bu işle kirletmek istemediler, kirleri halının altına süpürebileceklerini sandılar; ama seçmenler halıyı kaldırıp, kirleri de siyasetçilerinin kapısının önüne koydular.

Sevinenlere bakın

'Hayır'dan beklenen şu veya bu netice nedeniyle yaşanan küçüklü büyüklü zafer havaları, AB'nin amaçlarına dair bastırılmış bu çatışma hakkında, 'Hayır'cı vatandaşların belirsiz hisleri ve karmaşık motivasyonlarına nazaran daha fazla şey söylüyor. Fransa'daki referandumun sonucu öğrenildiğinde Hollanda'da yabancı düşmanı Fortuyn taraftarları, Washington'daki yeni muhafazakârların sözcüsü Bill Kristol ile birlik olarak, bizim üzüntümüze sevinip 'Vive la France!' çığlıkları attı. Biri kendi yaşam şekillerini koruyabileceği sınırlarda kalan, 'su geçirmez' bir ulusları olsun istediğinden; öbürüyse (gerekirse zor kullanılarak elde edilen) serbest seçimlere ve pazarların gitgide küreselleşmesine karşı çıkan Yaşlı Avrupa'nın direncinin çözüldüğünü gördüğü için sevinçten haykırıyordu. Bunlar iki aşırı uçtu, ancak referandum sonuçlarıyla yüzü gülenler sadece aşırılık yanlıları olmadı. Onlarla birlikte yersiz bir şekilde bütün ulus-devlet taraftarları ve yerinde bir şekilde 'Avrupa serbest pazarı' taraftarları da sevindi.

Avrupa düzeyinde yeni egemenlik devirlerinin yapılmasından korkanların sayısı hayli yüksek. Bir Avrupa Birleşik Devletleri olamaz, çünkü ortada bir 'Avrupa halkı' yok, diyorlar. İşin aslı şu ki egemenlikçiler, anayasal devletin vatandaşlarından istediği türde bir dayanışmayı, geleneksel ve birleşik ulusal bilinç haricinde bir formda veremiyor. En kârlı şirketlerinden vergi almayı çok uzun zaman önce bırakmış olması gereken ulus-devletlerinin hareket kabiliyetine, boş bir güven duyuyorlar. Sessizce ellerini ovuşturan serbest pazar partizanlarıysa bir tek, kamu gücünün kapitalizmi boyunduruğu altına alarak, olduğundan çok daha gerçekçi bir şeye dönüştürmesinden korkuyor. Anayasa, AB kurumlarının siyasi manevra kabiliyetini genişletecekti. Oysa neoliberaller siyasi eylemlerin sadece yanlış hareketlerle sonuçlanabileceğini; siyasi meşruiyete tabi kılınan kararların, piyasaların kendi kendini düzenlemesini engelleyeceğini iddia ediyor. Oysa temel ekonomik özgürlükler zaten dayatılmış durumda; Ortak Pazar, istikrar paktı, parasal birlik kuruldu, yani amaçlarına ulaşmış durumdalar. Gerisi Brüksel'deki Rekabetten Sorumlu Komisyon üyesinin ve Avrupa Adalet Divanı yargıçlarının işi. Neoliberaller Nice anlaşmasına bayılıyor.

Liderlerin durumu

Şimdi Blair ve diğerleri onay sürecinden çekiliyor. Bu fiyaskonun yükü kimin omuzlarına binecek? Beklendiği gibi Britanya'nın mı? Hayır, Fransa'nın. Temmuzda AB Dönem Başkanlığı'nı devralacak Blair'in içi rahat, çünkü Alman ve Fransız hükümetlerinin er ya da geç Britanya'nın AB'ye yönelik tutumunu destekleyeceğini biliyor. Villepin döneminin ardından bir Sarkozy, Anglosaksonların yolundan gitmek istemeyecek mi? Angela Merkel farklı mı davranır?

Bizzat Merkel bizi liberal bir federal başkanla Berlin'e ('Önce iş gelir') yönlendirmiş, istikrarsız ve uygunsuz bir Komisyon başkanını da Brüksel'e göndermiş kişi. Türkiye'nin üyeliği konusunda Merkel öyle popülist bir tavır içinde ki, Avrupa yanlısı olduğunu söylemeye imkân yok. Washington'ın savaşçı hükümetine boyun eğip eğmememiz konusunda Merkel'in nasıl teslimci bir tavır aldığı da hatırlardan çıkmadı. Bu ortamda Newt Gingrich gibi bazı Cumhuriyetçi provokatörlerin birdenbire Avrupa'ya göstermeye başladığı ilginin nedenini anlamak güç değil. Zira şu anda akla en yakın senaryo, ekonomik anlamda kesinkes birleşmiş olsa da siyasi gücü açıkça düşüşe geçmiş kıtamızın, sosyal siyaset alanında Amerikan hegemonyasına boyun eğmesi.

İşlerin gidişatı, protestoları topyekûn siyasi sınıfa yönelmiş seçmenlerin suratına tokat gibi inebilir. Seçmenler demokratik bir itkiyle, şimdiye dek tepeden indirilmiş bir sürecin durdurulmasını, hiç olmazsa bir süreliğine mola verilmesini talep etti. 'Hayır' aynı zamanda kendilerini, Luhmann'ın siyasi sistem tarifindeki gibi, seçmenlerden oluşan ortama stratejik olarak en iyi uyarlanan yanıtları getiren bir araç gibi gören siyasilerin, bu yanlış bilincine de karşı çıkıştı.

Demokratik iradenin geçen haftaki dışavurumlarını ne küçümseyip elimizin tersiyle bir kenara itebilir, ne bir hastalık gibi görüp dışlayabiliriz. Öte yandan bu referandumları genelleştirmek de hata olur. Halkoylamaları, oturduğu yerden görev süresinin bitmesini bekleyen yöneticilere karşı memnuniyet verici, hatta son derece gerekli bir düzeltme niteliğini taşıyor. Yeterince temsil edilmediklerini düşünen seçmenlerin, muhalefetsiz bir rejim olan Brüksel'e bizzat muhalefet etmek için iyi bir gerekçesi vardı.

Motivasyonları ne olursa olsun, 'hayırcı' seçmenlerin söylemek istediği şey gerçekten de söylendiği kadar mantıksız mıydı? Fransa'da Sosyalist Parti'de 'Hayır'ı savunmuş olanlara bakacak olursak, Fransızların çoğunun oyu Avrupa'nın bütünleşme sürecinin devam etmesine karşı değildi. Bu tam bir 'Hayır' değil, daha ziyade 'Bu şekilde olmasına hayır'dı. Bunun üzerine 'Nasıl olsun istiyorsunuz o zaman?' diye sorarlar, ama referandumlar böyle sorulara cevap getirmez. AB'nin hem siyasi alanda güçlenmek, hem üye ülkelerin mali, sosyal ve ekonomik politikalarının gitgide uyumlandırılmasıyla parasal birliği oluşturmak amacıyla derinleştirilmesi, bulunduğumuz noktada, ulus-devletlerin kaybetmiş olduğu eylem kabiliyetinin yeniden kazanılmasını sağlayabilecekti. Kapitalist modernleşmenin ortaya çıkardığı ve hâlâ dinamosu olduğu Batı dünyasında bile, sosyal modellerde bir çoğulculuğa imkân tanımak gerekiyor. Referandumlarda net bir mesaj varsa o da şu: Batı uluslarının tümü, ulusal ve küresel düzeyde neoliberallerin refahta daha hızlı büyüme sağlayacağını iddia ederek kendilerinden istediğini yapmaya, tam da o refahtan feragat etmeye ve bunun getireceği toplumsal ve kültürel bedelleri ödemeye hazır değil.

Toparlanma zamanı

Ancak Avrupa'nın korumacı olmasını savunursak geriye düşeriz. Brüksel ve Strasbourg'daki kurumlarımızı, demokratik yollarla meşruiyet kazandırılmış bir hareket kabiliyetiyle donatmamızın bir başka amacı daha olmalı: Farklı bir uluslararası düzen getirebilecek bazı kozmopolit fikirlerin geçerliliğini kabul ettirebilmek. Bugün hem toparlanıp kendimize gelmeli, hem de 'küresel yönetim' çağrılarını sağlam bir küresel iç siyasete dönüştürebilmek için elimizden ne geliyorsa yapmalıyız.

Gelgelelim Avrupa'ya 'yeniden düş kurdurabilecek' böyle bir gündemin arkasında bir nevi Amerikan karşıtlığının olduğundan şüphelenirsek, Amerikalı dostlarımızla aramızdaki tüm iletişimi koparmışız demektir. Zira benim Amerikalı dostlarım kendilerini Bill Kristol veya Newt Gingrich'in temsil ettiğini düşünmüyor, siyaseten kendini bitirme noktasına gelmiş gibi görünen AB'yi çaresizlik içinde izliyor. ABD'yi bugün mavi ile kırmızı arasında ikiye bölen uygarlık savaşında taraf olmaktan kaçınmayalım. Bu meseleyi görmezden gelmek bizim zararımıza olacaktır.

AB sıkışıp kaldı

Anayasa sürecini siyasi bir perspektife oturtmak, bizzat anayasanın içine belirli bir siyaset koymak anlamına gelmiyor. AB siyasetinin derinleştirilmesi tam tersine, hükümetlerarası anlaşmaların yol açacağı durgunluğun oybirliğiyle aşılmasına ve Avrupa vatandaşlarının seslerini duyurmasına izin verecekti. AB'nin temel siyasi yönelimi üzerine açık bir çatışmanın yaşanabilmesi için öncelikle, bunun gerçekleşebileceği bir alanın doğması gerekiyor. AB şu anda patlayamayan bu çatışma nedeniyle felç olmuş, amacına ilişkin uyuşmaz anlayışlar arasında sıkışıp kalmış durumda. AB'nin kurumlarının bizzat kendi içlerinde bu çatışmaya yer sağlayarak onu azat edip üretken çözümlerin önünü açması gerekiyor.

Bunun için de, güç ilişkilerine getirilen alternatif çözümler ne kadar mantıksız gibi dursa da, Nice Anlaşması'nın 43 ve 44'üncü maddeleriyle aslında bir yol öngörülmüş durumda. Bu maddelere göre AB'nin belli sayıda kurucu üyesi inisiyatifi ele alabilir ve öncelikle parasal birlik üyesi ülkeler arasından birkaçı 'güçlendirilmiş işbirliği'ne girmeyi seçebilir ki bunun da kuralları gelecekte bir anayasaya giden yolu açar. Bu tür bir işbirliğini en az sekiz üye ülke şartına bağlayan yürürlükteki kanunlar, anayasa projesindeki muadillerine oranla daha az kısıtlayıcı. Böyle bir uygulama halen tüm üye ülkelere açık olduğundan diğer ülkeler de kendilerini dışlanmış hissetmez, tam tersine bunu enerjik bir derinleşme sürecinde yer alma, en azından bu yolda eşit seviyede işbirliği gösterme daveti olarak görür. Böyle bir durumda hükümetlerin gündemi ihmal etmesi ve AB vatandaşlarının iradesini görmezden gelmesi de önlenmiş olur.