16 Aralık 2004Kalypso Nicolaidis
Değerli Dostlar,
Bu mektubu size sıkıntılı bir anda yazıyorum. Herkesin bildiği gibi geleceği tahmin etmek zor zanaattir, hele hele bu Avrupa zirvelerinin gece oturumlarında yorulmuş devlet başkanları tarafından çizilecek siyasi bir gelecek ise. Yakın bir tarihte, Koç Üniversitesi'nde AB'nin '17 Aralık' kararı hakkında konuştum. Dikkatli bir iyimserlik bulmayı umarken, umutsuz beklentilerle karşılaştım. Hüsran ve umutlardan doğabilecek kararlar verilmeden önce, size yazmak istedim. Sizin düş kırıklığınız benim düş kırıklığımdır Türk dostlarım. Önümüzdeki yıllarda AB halkları ve Türk halkı arasındaki 'iletişim kopukluğunu' aşacağımızı, bu evlilik için yeni birlikteklilerin sözlerini icat edeceğimizi umut ettiğimi ifade ederek düşüncelerimi sizinle paylaşıyorum.
Ayrıcalıklı ortaklık olmayacak
Üç öngörü ile başlamak istiyorum. Öncelikle, Kıbrıs'a veto hakkını kullandırmamak için yollar bulunacak ve Türkiye tarih alacaktır. Bu tarih Fransa'nın yeni Avrupa Anayasası için yapacağı referandumun tarihi tarafından belirlenecek, müzakerelerin başlangıcı bir süre geciktirilecektir. İkincisi, karar 'ayrıcalıklı ortaklık' kavramını tam üyeliğe alternatif olarak gündeme getirmeyecek (Türkiye zaten şu anda bu statüye sahip!) ancak müzakere başlangıcının katılımı kendiliğinden getirmediğini de açık bir şekilde belirtecektir. Üçüncüsü, kararda uzun zamandır beklenen ve daha önce Avrupa Komisyonu raporunda ifade edilen 'Ama'lar ışığında 'Evet'i sınırlandıran çekinceler olacaktır.
18 Aralık günü soru şu olacaktır: Varılan nokta bizi tatmin ediyor mu, etmiyor mu? Benim düşüncem ve önerim: Eğer yukarıda zikrettiğim senaryo gerçekleşirse, yanıt kesinlikle evet olmalı ve karar tatmin edici olarak görülmelidir. Niye? Bu düşüncemi temellendirmeden, ortak kıtamızın geleceği hakkında henüz sizin kadar vizyon sahibi olmayan Avrupalıların bazı sözlerini sabır ve sebatla karşılamanızı teklif ederim.
1 - Türkiye yanlısı komplolar: Söylediğinize göre, Türkler, Yunanlılar kadar komplo teorilerine değer veriyormuş. Doğrudur ve Brüksel'de gerçekten bir tezgâh söz konusudur. Ancak bu sizin 'Brüksel'deki diplomatlar ve siyasiler, Türkiye'yi ayazda bırakmanın nazik yollarını aramaktalar' şeklinde düşündüğünüz tezgâh değildir. Eğer bunların önemli bir kısmı bir komploya ortak olmuşlarsa, bunun amacı kendi ülkelerindeki muhalefetlerine ve bazı kamuoyu kesimlerine karşı, müzakereleri olumsuz tepkileri en aza indirgeyecek şekilde başlatmaktır. Brüksel'de herkes, Türkiye'nin o meşhur Kopenhag Kriterleri'ni tümüyle yerine getirmediğini biliyor. Ancak herkes, 1990 sonlarında başlatılan ve Erdoğan hükümeti tarafından 2002'den beri hızlandırılan reformların daha hızlı bir şekilde gerçekleştirilemeyeceğini ve hükümetinizin 'Ankara kriterlerine' bağlı olduğuna kani. Toplumsal davranış değişimlerin ve reformların hayata geçirilmesinin bir anda olamayacağını da herkes biliyor. Bu nedenle Komisyon 'yeterli derecede yerine getiriyor...' şeklinde bir ifadeye başvurmuş. Komisyonun amaçladığı, reform sürecinin ivme kaybetmeden devam etmesi ve müzakere sürecini belirlemesidir - bunun tersi değil.
2 - İyisiyle, kötüsüyle demokrasi: Değerli dostlar, verdiği çok sayıdaki kararlarla, özellikle de 1999 Helsinki zirvesiyle AB'nin Türkiye'ye bağlayıcı bir söz vermiş olduğunu söylüyorsunuz. Tam yolun sonuna gelmişken, Fransa ve başka ülkelerdeki referandumlar gibi yeni engellerin çıkarılmasını haksızlık olarak görüyorsunuz. Haklısınız, AB gerçekten de ilkeler temelinde oluşmuş bir kurumdur; Bütçe, ordu ve idari yapıdan yoksun bir kurum olarak, elindeki tek güç normlar ve kanunlardır. Ancak kötü haber şu ki, AB'nin bu kurumsal yapısı bir yana, ulusal hükümetlerin politikacılarının yasal taahhütlerden çok, kendi siyasi geleceklerini düşündükleri unutulmasın. Chirac ve Schröder'in İstikrar ve Büyüme Anlaşması'nı, kendi ulusal siyasetleriyle örtüşmeyince nasıl hasıraltı ettiklerini hatırlayalım. Daha da önemlisi, belki de kötü bir talih ve tesadüf eseri, AB'nin siyasetçilerin eskisi gibi kamuoylarına başvurmadan karar aldıkları bir yapı olarak devam edemeyeceği anlaşılmıştır. Bu nedenle birçok lider, hiç istemeseler de Avrupa Anayasası'nı kendi kamuoylarına sunmaya karar vermek zorunda kalmışlardır. Chirac'ın şu anki en büyük derdi, Avrupa Anayasası'nın referandumda kabul edilmesidir. Türkiye konusunda içten olduğuna inandığım bağlılığı dahi şu anda bu amacın gerisinde durmaktadır. Endişesi, birçok insanın Türkiye hakkındaki olumsuz düşüncelerinin bu referandumda anayasaya hayır şeklinde ifade etmesidir. Bu iki konu arasındaki bağı koparmak Türkiye'de bazı yorumcuların dediği gibi bir bahane değil, siyasi bir zorunluluktur. Kararı okuyunca unutmayın: Uzlaşmalar her zaman çift yüzlüdür ve farklı taraflara farklı mesajlar vermektedir. Chirac, Fransa kamuoyuna hem anayasa referandumunu sunmak hem de Türkiye konusunda 'Bu soru hakkında daha ileride karar verme imkânınız olacak' diyebilmeli.
3 - Ama Türkiye farklıdır işte!: 'Anladık da, niye bize denk geliyor bu değişik durum, farklı muamele niye hep bize reva görülüyor? 17 Aralık'ta niye yine bize yapılan ayrımcı tutumu kabul etmemiz gerekiyor?' Bu düşünceye birden çok yanıt verilebilir. Öncelikle, birçok şartın gerçekten ayrımcılık içerip içermediği iyi saptanmalı. AB'de hemen hemen her şey için bir emsal mevcuttur. Hatırlayınız ki, 1973'te İngiltere'nin katılımı ancak Fransa'nın onayı alındıktan sonra gerçekleşmişti! Ayrıca, Komisyon'un Türkiye için önerdiği sürekli değerlendirme ve izleme gibi bazı yeni yöntemler gerçekten de daha önceki katılım süreçlerinden çıkarılan derslerin bir sonucudur ve ilerideki katılım süreçlerini kolaylaştırmaya yöneliktir. En önemlisi, dün Polonya örneğinde olduğu gibi, yarın da müzakereler Türkiye ile tam üyelik hedefiyle yapılacaktır. Ancak iki örnekte de, katılım zorunlu bir sonuç değildi, aksi takdirde zaten müzakere kavramı yersiz olurdu. Yine de kabul etmek gerekir ki, Türkiye 'daha' farklı bır yaklaşıma maruz kalmış durumda: Şimdiye kadar hiçbir katılım kararı bu kadar temkinli alınmamış ve müzakerelerin açık uçlu olabileceği, kamuoyunu rahatlatmak amacıyla da olsa hiç bu kadar kesin bir dille ifade edilmemişti. Bunu kabul edip, işimize bakalım: Türkiye gerçekten de çok farklı bir ülke! Eğer deneyimli hukukçuların iyi bildiği gibi, ayrımcılığa karşı en etkili yöntem farklı insanlara farklı muamele yapmak ise buna niye şaşıralım ki? Bizzat siz kendi ülkenizin farklılıklarını vurguluyorsunuz ve AB'deki dostlarınız da bu farklılığın altını çiziyor. Türkiye'nin farklılığı aynı anda hem Türkiye'nin gücü, hem de müzakerelerdeki aşılmaz sorunu olamaz. Karşıtlarınızın farklılığınıza atıfta bulunan tezlerinin (Polonya'dan büyük, Slovakya'dan fakir, Arnavutluk'tan daha Müslüman) Türkiye'nin katılımı için Avrupa'da yeni bir heyecan ve hevese dönüşmesi için yorulmadan ve yılmadan uğraşmalıyız. Şuna canı gönülden inanıyorum ki, Türkiye'nin genç ve eğitimli nüfusu, Avrupa'nın köhnemiş sosyal devletlerine, tembelleşmiş iş piyasalarına ve hatalı asimilasyon politikalarına yeni soluk getirecektir. Üstelik, Avrupa ancak Türkiye ile ciddiye alınan küresel bir arabulucu rolünü üstlenmeyi umut edebilir. 4 - 'Evet, ama' kararındaki 'ama'ları geçersiz kılmak Türkiye'nin elindedir: Yukarıda açıklamaya çalıştığım nedenlerden dolayı, 17 Aralık kararında üç madde şu ya da bu şekilde ifade bulacaktır. Bu 'amaları' serinkanlılıkla karşılamaya ikna edilebilir misiniz? Sonuçta üçü de, farklı tarafların farklı değerlendireceği beklenmedik durumlara yönelik kontrol ve emniyet mekanizmalarıdır.
üzakerelerin 'askıya alınması' şartı ancak askeri darbe gibi demokratik süreçten ciddi bir sapma halinde işlerlik kazanabilir ki günümüz Türkiye'sinde böyle bir tehlikeden bahsetmek kanımca tamamen yersizdir. 'Askıya alma' maddesinin Türkiye için değil, Avusturya'nın 1990'lardaki beklenmedik seçim sonuçlarından sonra üye ülkelerin haklarının askıya alınması için yürürlüğe konulduğunu da hatırlayalım. İkinci olarak, 17 Aralık kararı, müzakere başlangıcının katılım sonucunu garanti etmediğini belirtecek. Bunun anlamı iki kulvarlı bir müzakere sürecinin değil, iki tarafta da gerçekleşebilecek halk oylamalarının beklenmedik sonuçlarının getireceklerinin kabulüdür.
Son olarak serbest dolaşım ile ilgili sınırlandırıcı bir madde olacak. Kalıcı olmasa bile süresiz sınırlandırma söz konusu olacaktır. Bu madde de, Avrupalı siyasetçilere, ülkelerindeki kamuoyunun bu iki konuyu kavrayacak olgunluğa erişmeleri için zaman kazandıracak bir emniyet supabıdır . Birincisi, serbest dolaşımın sınırlandırılmasına gerek kalmayacak, çünkü AB'de yerini almış daha zengin bir Türkiye'nin vatandaşları, daha önce Portekiz ve Yunanistan'da olduğu gibi, kendi ülkelerinde kalmayı yeğleyeceklerdir. Üstelik, sonunda şu an hızla yaşlanan Avrupa Türk işgücüne muhtaç duruma düşecektir. Eğer AB için çizdiğiniz yola inanıyorsanız, ki ben inanıyorum, bu tür emniyet supaplarını ve önünüze konulan şartları bir gülümseme ile geçiştirebilirsiniz: Dünyanın bundan sonraki gidişatı onları anlamsız kılacaktır. (Oxford Üniversitesinde Uluslararası İlişkiler profesörü, Paris Ecole Science Politiques'te misafir profesör, George Papandreu'nun Avrupa işlerinde danışmanı, Radikal'e özel)