Travma, Bellek ve Direnişin Kesişim Noktaları

-
Aa
+
a
a
a

Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, Kadir Has Üniversitesi Öğretim Üyesi Deniz Gündoğan İbrişim ile Antroposen'de bellek, direniş, edebiyat ve feminizm perspektiflerinin nasıl şekillendiği üzerine bir sohbet gerçekleştiriyor.

""
Travma, Bellek ve Direnişin Kesişim Noktaları
 

Travma, Bellek ve Direnişin Kesişim Noktaları

podcast servisi: iTunes / RSS

Antroposen Sohbetler’in bu bölümünde, insanlık tarihinin belki de en kritik dönemlerinden biri olan Antroposen Çağı'nı ele alırken, konuğum Kadir Has Üniversitesi'nden öğretim üyesi Deniz Gündoğan İbrişim ile birlikte edebiyat ve ekofeminizm perspektifleri üzerinden, bu dönemin kültürel ve toplumsal yapılar üzerindeki etkilerini ve travmaları nasıl şekillendirdiğini tartıştık.

Antroposen'in bellek ve direnişle ilişkisini irdeleyeceğimiz bu söyleşide en önemli noktalardan biri, Deniz Gündoğan İbrişim'in travma ve bellek çalışmalarında yeni perspektifler ve metodolojilerin nasıl evrildiğini detaylandırmasıydı. Özellikle, kültürel travma ve bellek çalışmalarının, sadece bireysel travmaları değil, aynı zamanda çevresel ve kolektif travmaları da nasıl kapsayabileceğini ve bu travmaların toplumlar ve kültürler üzerindeki derin etkilerini nasıl açıklayabileceğini vurgulaması da önemliydi. İbrişim, postkolonyal perspektifler ve çevresel travmalar arasındaki bağlantıları tartışarak, bu alanlarda yapılan çalışmaların Antroposen Çağ içindeki karmaşık sorunları anlamamıza nasıl yardımcı olabileceğini açıkladı. Keyifli dinlemeler ve okumalar…

Utku Perktaş: Merhabalar, iyi akşamlar herkese. Antroposen Sohbetlere hoş geldiniz, ben Utku Perktaş. Antroposen Sohbetler, adından da anlaşılacağı gibi Antroposen üzerine konuşmaya çalışıyoruz ve Antroposen Çağı insanlık tarihinin en kritik dönemlerinden biri olarak kabul ediliyor. Yazılıp çizildiği kadarıyla böyle gerçekten çünkü bu dönem sadece ekolojik ve iklim değişikliğiyle değil, aynı zamanda kültürel ve toplumsal yapılarda da birtakım derin izler bırakan travmalara sebep olmuş durumda - bunlarla öne çıkan bir dönem. Dolayısıyla, Antroposen'de bellek ve direniş yani edebiyat ve feminizm perspektifleri acaba nasıl şekilleniyor ya da bunlardan ne kastediyoruz, benim hep merak ettiğim bir konuydu. Bugün de bu başlık altında çok güzel bir söyleşi yapacağız. Konuğum Deniz Gündoğan İbrişim. Kendisi, Kadir Has Üniversitesi Öğretim Üyesi ve öncelikle bir hoş geldin demek istiyorum Deniz'e. Deniz, kırmadın, beni tekrar kabul ettin, eksik olma, çok teşekkür ederim geldiğin için. Nasılsın?

Deniz Gündoğan İbrişim: Ben teşekkür ederim Utku, çok sağol bu güzel davet için, her zaman çok keyifli. Çok sağol, iyiyim.

U.P.: Eksik olma! Geçen programda çok güzel söyleşmiştik ama zaman yetmemişti sanki, bir şeyler yarım kalmıştı. Dolayısıyla bu onun devamı gibi olacak ve tamamlayıcı olacak diye düşünüyorum ve ben o anlamda da biraz heyecanlıyım. Yani bu programda travma ve bellek çalışmaları üzerinden Antroposen dönemin o kolektif travmasını nasıl anlayabileceğimizi ele alabiliriz diye düşünerek bir çerçeve hazırlamaya çalışmıştım. Ben çok lafı uzatmayayım, dilersen yavaş yavaş sorulara geçebilirim yani senin için de uygunsa.

Programın başlığına ‘Antroposen'de Bellek ve Direniş’ dedim ben ve çok hoşuma gitti. Web sayfası üzerinden senin özgeçmişine biraz bakmıştım, yayınlarını ve edebiyat, ekofeminizm perspektiflerini çok önemsiyorum. Buket Hanım ile de burada birkaç program konuşmuştuk ve onun o iklim kurguya bakış açısı benim çok hoşuma gidiyor. Bir de onunla, ikimiz de biyoloğuz, aynı yerden mezunuyuz ama senin bambaşka bir bakış açın var. Bu anlamda travma ve bellek çalışmalarından başlarsak, senin çalışmalarında travma ve bellek konularına odaklandığını ben hep görüyorum ve baktığım zaman aslında yabancı olduğum da bir şey. Antroposen dönemde insanlık, iklim değişikliği ve çevresel felaketler nedeniyle kolektif bir travma yaşanıyor esasında, birçok farklı şey oluyor hem oplumlar anlamında, hem de kültür anlamında. Sence bu dönemde bellek çalışmaları nasıl rol oynuyor ve söz konusu bu önemli travmayı anlamamıza nasıl yardımcı oluyor? Bu konuda neler söylenebilir?

D.G.İ.: Evet, senin de söylediğin gibi, travma bellek çalışmalarıyla yaklaşık 15 senedir çok iç içeyim. Edebiyat alanında, kültür çalışmalarında da çok iç içeyim. Belki çok kısa şundan bahsetmek gerekir ilk başta; bu travma ve bellek çalışmalarının nasıl ortaya çıktığını ve tam da günümüzde, Antroposen'de şu an nereye evrildiği çünkü çok keskin bir geçişle karşı karşıyayız aslında.

1990'larda özellikle Holokost'u paradigma olarak yaşanılan büyük kıyımlara, bireysel ve kolektif travmaların öncelikle kültür ve edebi çalışmalarda temsiline odaklanıyordu. Travma çalışmaları 90'larda ortaya çıkmıştı ve Kuzey Amerika çıkışlıydı hatta biraz Yale Okulu düşünürleri tarafından Batı merkezli çıkışıydı. Şu anda Alman Dominick LaCapra, Geoffrey Hartman gibi çok böyle kült isimler, Holokost ve toplama kampı deneyimlerini edebiyat aracılığıyla nasıl anlayabiliriz, metinler bize ne söyler diye ortaya çıkmışlardı. Bu dönemde, 90'larda kavramsallaştırılan travma ve bellek çalışmaları, Freudyen bir bakışla psikanalizin getirdiği yöntemsel bir bakışla ve özellikle de o dönemin, 1990'ların yapı sökücü bakışıyla, yapı sökücü bir metodoloji ile şekillenmişti. Burada tamamen odak bireyde, insanda, bireyin yalınkat yalnızlığında, dile dökülememesinde, mağdur olma halindeydi ve özellikle toplama kampı deneyimiyle birlikte hakikatin nasıl parçalandığına, özellikle öznenin, bireyin kendine gelememesine ve bütün bunları imgeyi yoğun kullanarak, ritmi bozarak zamansallığı ve mekansal metinde böyle parçalara ayırarak bir şekilde bize aktarıyorlardı.


2000'lere geldiğimizde - özellikle ve özellikle 2010'lara geldiğimizde - kültürel travma ve bellek çalışmalarında çok büyük bir dönem açıldı ve şu an literatürde travma ve bellek çalışmaları dekolonizasyon dönemi olarak girdi çünkü artık 2000'lerin başındaki akademisyenler, araştırmacılar, travma ve bellek çalışanları, bu Freudyen bakışı ve yapı sökücü bakışı ve her şeyin merkezine insanı koyan bakışı çok eleştirmeye başladılar açıkçası çünkü 90'lar hep bir tek travma temsilini, Holokost'u, kendisine büyük bir paradigma almış ve aslında diğer yaşanılan kıyımları, travmaları, Latin Amerika'daki olayları, Orta Doğu'da yaşanan darbeleri, kıyımları, Afrika'da yaşanılan soykırımları her şeyi geri plana itmişti ve biraz da Avrupasantrik diyebileceğimiz bir yerden yaklaşıyordu ve olay üzerinden her şeyi tanımlıyordu.

Antroposen tartışmalarıyla birlikte, özellikle 2010'lardan sonraki tartışmalarla birlikte bu olayı merkeze koyan travma ve bellek çalışması gerçekten oldukça eleştirilmeye başlandı. Mesela Stefan Craps çok önemli bir travma ve bellek araştırmacısı ve Postkolonyal Tanıklık (Postcolonial Witnessing: Trauma Out of Bounds) adlı kitabında, postkoloniyal yani sömürge sonrası toplumların özellikle bireysel ve çevresel travmaları nasıl deneyimlediğini, onları nasıl hatırladığını anlatmaya başladı. Gene 2011'de hepimiz için yani travma çalışan, şiddet çalışan, onların temsillerine bakan kültür ve edebiyattaki araştırmacılar için Rob Nixon, Slow Violence and the Environmentalism of the Poor adlı kitabında ‘Yavaş Şiddet’ adlı kavramı ortaya atıldı ve  Nixon bunu çok güzel bir şekilde gene sömürge sonrası toplumlar üzerinden farklı bir şiddet türü olan yavaş şiddeti bize tanıttı. Dolayısıyla 2010'lardan sonra nasıl bir travmaya bakıyoruz, sadece birey odaklı bir travmaya mı bakıyoruz, çevreye nasıl bakacağız gibi büyük açılımlar olmaya başladı. Artık Freud'un teorize ettiği ani şok - çünkü ‘zihni yarıp geçen bir ani şoktur’ diyor Freud travma için - artık bu kadar ani iklim değişikliklerinin hızlandığı, dönemeçte toksik kirlenmenin yayıldığı zaman ve mekana yayılan farklı şiddet türlerinde, o ani şok gerçekten yetmemeye başlıyor, daha farklı açılımlar gelmeye başlıyor.

Bu anlamda da gene 2010 sonrası ve özellikle 2015'te, travma ve bellek araştırmacısı Ann Kaplan'ın hızlanmış çevresel bozulma ve iklim felaketinin kültürel travmayı ve belleği nasıl etkilediğini öne sürerek, bizim çok aşina olduğumuz travma sonrası stres sendromu değil de artık ön travma stres sendromunu bize tanıttı. İklim kriziyle birlikte aslında çoğu zaman evimizde hissettiğimiz iklimsel değişiklikleri beklenti olarak yarın ne olacak acaba? Üç ay sonra ne olacak, bir sene sonra yine yangınlar olacak mı, seller olacak mı? ‘Aslında travma sonrası değil, bir ön travma hissediyoruz’ diyor Ann Kaplan. Dolayısıyla yeni literatüre farklı kavramlar, yeni sözcükler girmeye başlıyor. Gene Amerikan Psikoloji Derneği tarafından 2017 yılında tanımlanan bir eko-kaygı var - iklim kaygısı olarak geçiyor. Aslında 2010'lardan sonra bunun gibi birçok farklı kavram kavramsallaştırılmaya çalışılıyor, farklı bilme biçimleri kavramsallaştırılmaya çalışılıyor diyebiliriz.

Yine çok yakın zamanda, 2018'lerde daha gezegensel ve küresel olarak tanımlamaya çalışan araştırmacılar var; Lucy Bond ve Jessica Rapson gibi. Özellikle 2019'da, 2020'lerde de artık insan sonrası hafızadan bahsediliyor, ‘post-human memory’ dediğimiz hafızadan bahsediliyor. Artık travma çalışmaları, 90'lardaki o bireye odaklanan halinden ve o psikanalitik kuramlara yaslanan halinden, ulus ötesi kültürler arası küreselden çok daha çok küresel gezegensel insandan insan olmaya açılan ve aslında insan olmayanların hafızasına doğru da seyreden bir açılımdır şu an ve bu da literatürde yani travma çalışmalarında dekolonizasyon dönemi olarak adlandırılıyor yani ‘decoration of trauma memory studies’  diye ve hala da sanırım o sürecin içindeyiz çünkü hala araştırmacılar, edebiyatçılar, kültür kuramcılar, sosyologlar, antropologlar kendi disiplinlerinde ve buradan da kolonizasyonu daha ileriye nasıl götürebiliriz diye bakıyorlar. O yüzden insan olmayanların da hafızasını, insan olmayan canlıların, hayvanların, bitkilerin, bütün yeryüzünün de o travmasını, bunları nasıl anlayabileceğimizi çeşitli yollardan - sanat, edebiyat vs. - farklı disiplinlerle sanırım bize göstermeye çalışıyorlar.

U.P.: Çok güzel bir giriş oldu, ağzına sağlık, çok güzel anlattın, çok derli toplu oldu, çok teşekkür ederim. Bu sorudan sonra ben ikinci soruda ekofeminizme biraz geçiş yapmak istiyorum. Ekofeminizm içinde bulunduğumuz dönem için bence önemli bir kavram ve bu perspektiften bakarsak Antroposen’de ekofeminizmin nasıl bir çözüm yolu önerdiğini söyleyebiliriz acaba?

D.G.İ.: Bu kesinlikle çok önemli bir soru, benim de çok uzun zaman üstüne düşündüğüm bir soru. Ekofeminizme geçmeden bir önceki soruda şunu atladım ki o da çok çok önemli aslında, belki bahsedebilirim ki ekofeminizm ile de aslında çok kesişen yerleri var; insan sonrası hafıza yani post-human memory dedik. Şu an Avrupalı ve Amerikalı akademisyenlerin - içinde benim de bulunduğum - büyük bir projesi var Avrupa Birliği destekli; Yavaş Hafıza - özellikle iklim değişikliği temelli, bütün hissedilenleri gelecek kuşaklar da dahil nasıl hatırlamamız gerektiği. Yani biz bir Holokost'u, askeri darbeyi, farklı türlerdeki şiddetleri hatırlarken neler yapıyorduk, nelere yaşanıyordu, hangi tür anlatı araçlarına yaslanıyorduk? Ama iklim değişikliğini, iklim krizini hatırlamada, onu anlatmada ne tür bir hafıza var? O yüzden Yavaş Hafıza da böyle bir şeyle yola çıkmıştı, bir şiirle yola çıkmıştı. Yine farklı disiplinlerden akademisyenler bir araya gelerek hatırlama pratiklerini aslında sorguluyoruz Yavaş Hafıza’da. Ekofeminizm de bence aslında bütün bunlara çok el veren bir şey yani nasıl yaşamamız gerektiği, bütün bu iklim temelli yerinden yurdundan edilmeleri, farklı kırılmaları nasıl anlamlandırmalıyız, nasıl hatırlamalıyız? Bize çok fazla el verdiğini düşünüyorum ama biraz açmazı da var - belki onu da dile getirmek burada uygun olur. Çünkü 1970'lerde aslında açılan bir akım da ekofeminizm, çok kıymetli çünkü ekolojik tahribat ve toplumsal cinsiyet sorunu arasında bir bağlantı kuruyor ve hem doğanın sömürülmesine, hem de kadının tahakküm altına alınması arasında paralellikler kurarak 70'lerde ortaya çıkmıştı. Birçok alt dalı var; radikal feminizm, kültürel ekofeminizm gibi. Ama bir yerde de 70'lerde, 80'lerde kadını çok doğayla eşitlediği için özcü olarak nitelendirilmişti. Dolayısıyla kısıtlarıyla birlikte gelmişti ekofeminizm. Kültür, doğa, akıl, beden, insan, hayvan gibi ikilikleri sorgularken hem teorik anlamda, hem de pratik anlamda biraz kadını doğaya hapsetme, gene kadın ve doğa anlatısını, o miti güçlendirme, pekiştirme gibi bir tehlikesi de vardı. Ama çok büyük açılımları da oldu – mesela ‘Chipko Hareketi’.

1970'lerde Hindistan'ın kuzeyinde bulunan bir eylemle başlamıştı ve bu eylemi başlatan çevreci aktivist, ormanların korunmasına dair hareketi bugüne kadar taşıdı. Bugün bu hareket, ekofeminizm temelli bir hareket, Hindistan ekofeminizmi temelli bir hareket ama bütün dünyayı etkisi altına aldı ki Türkiye'ye de ilham kaynağı oldu. Mesela Sinop, Soma, Rize'de kadınlar yıllardır ağaçların korunmasında termik santrallerin kurulmasına, HES'lere karşı hep ön safhalarda ve ağaçlara sarılarak bunu bir romantik bir gösterge olarak değil ama gerçekten orada ve o anda bunu bir eylemlilik hali olarak yapıyorlar. Dünyanın diğer taraflarına da çok sıçramış bir hareket. Dolayısıyla ekofeminizm aslında gene 70'lerdeki tavrıyla o eylemlilik haliyle bize çok çok şey söylüyor ama bence bugün ekofeminizmi böyle çok yekpare düşünmemek gerekiyor. Biraz ben onun üzerine kafa yormaya çalışıyorum çünkü ekofeminizm tek bir hareketten ibaret değil; birçok farklı, kadınların, çocukların, ötekileştirilen, aslında bütün aidiyetlerin, farklı kimliklerin, hayvanların farklı farklı taleplerini büyük bir şemsiye olarak bir araya getirebiliyor. Mesela göçmenlerin de... Ve bütün bunların arasındaki tahakküm aslında bir sürekliliğe işaret ettiği. Bu, bütün bu farklı şiddet türleri, farklı tahakkümlerin altında bir bağlantı kurmanın yollarını arıyor. Dolayısıyla bu açıdan Antroposen Çağı’nda da özellikle hayvan hakları, insan hakları, çevre hakları bütün bunların nasıl dolaşık olduğunu bize anlatıyor. Aslında hepsini ayrı ayrı kendine ait bir vakumda görmek ne kadar anlamsız olduğunu ve bunun bize yetmeyeceğini de söylüyor.

ABD’de sel felaketlerinin, kasırga felaketlerinin çok örneğini gördük. Mesela 2005'te New Orleans eyaletini vuran Katrina Kasırgası'nda en çok siyahi Afrikalı göçmen kadınların etkilendiği araştırmalarda var çünkü siyahi göçmen kadınlar hem ekonomik eşitsizlik, hem de bedenlerinin nasıl kullanacağını bilmemekten dolayı - yüzme bilmiyorlar çünkü yüzme onlara öğretilmiyor erkeklere öğretildiği gibi - kasırgada en çok can kaybı siyahi kadınlarda oldu. Bu da toplumsal cinsiyet temelli eşitsizlikle aslında çevresel adaletin ne kadar iç içe geçtiğini gösterebiliyor. Ekofeminizm tam da Antroposen’de çünkü şunu söylemek galiba çok mümkün - toplumsal cinsiyet eşitsizliği arttıkça doğa tahribatı da artıyor ya da bunu tersine çevirmemiz mümkün. Ekofeminizmin söylediği aslında gene hem kuramsal olarak, hem de pratik olarak eylemlilik. Bence bugün bize çok şey söylüyor bu anlamda yani toplumsal cinsiyet tarafı ve çevresel hareket tarafının ne kadar birleştiğini görmemizi sağlıyor.

U.P.: Ekofeminizm, çevresel adaletsizliklerle mücadelede ne kadar etkili diyecektim ama sen bunun da altını çizdin biraz verdiğin örneklerle. Şimdi burada ben üçüncü soruya geçmek, post-kolonyal teorisine biraz değinmek istiyorum ve buradan yola çıkarak Antroposen'de kolonyalizmin mirası olan çevresel adaletsizliklerin yansımasını nasıl görüyoruz? Yani bunu yine ekofeminizmden buraya geçersek - orada adaletsizliklere değindik - bu konuda yazılmış edebi eserler bu meseleleri nasıl ele alıyor? Çok kısaca özetlemek ya da bir şeyler söylemek mümkün olur mu?

D.G.İ.: Tabii ki. Aslında kolonizm mirasının getirdiği çevresel travmalar, çevresel adaletsizlik çok çok yeni bir konu değil çünkü sömürge sonrası kültürel çalışmalarda, sömürge sonrası edebiyatta bütün bu çevresel travma o edebiyatın tam merkezinde duruyor uzun bir zamandır. Kolonyalizm bildiğimiz gibi insanları, bireyleri etkilediği kadar toprağı, suyu, havayı, oradaki yerel bitki örtüsünü, her şeyi çok sarsıcı biçimde yerinden yurdundan ediyor ve özellikle Afrika kökenli yazarlar her romanında neredeyse yerel tarımın nasıl etkilendiğini, hava koşullarının nasıl değiştiğini, kölelik tarihiyle birlikte çok güzel ortaya koyabiliyor. Ama Antroposen Çağı'nın bize verdiği kavramlar, Antroposen'in kavramsallaştırılması - iklim travması diyoruz, o kadar giriyoruz, kaygı diyoruz. Onların kavramsallaşması ve önümüze düşmesiyle biz tekrar metinlere, romanlara geri döndüğümüzde bunları belki çok daha net biçimde görüyoruz ama onlar bence orada zaten, böyle kavramsallaştırmalar olmadan da vardı edebiyat açısından, onlar zaten onu gösteriyordu bize.

Ben geçen dönem bir ders açmıştım, çok güzel bir dersti. Boğaziçi Üniversitesi'nde Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü'nde bir lisans dersi açmıştım, ismi de ‘postkolonyal ekolojiler’.

U.P.: Bunu gördüm - burada araya gireceğim - aslında çok da merak ettim. Eğer mümkün olursa yani hala devam ediyor mu bilmiyorum ama mümkün olursa ben de gelmek isterim. Eğer böyle bir şey olursa, online oluyor ise dinlemek isterim ya da geldiğimde katılmak isterim mümkün olursa?

D.G.İ.: Devamı gelecek o dersin. Her zaman başımızın üstünde yerin var diyeceğim.

U.P.: Çok teşekkürler. Çok güzeldi. Pardon araya girdim, söz sende.

D.G.İ.: O derste tam da senin sorunu aslında merkeze almıştık, Antroposen'de postkolonyal çevresel adalet konusu tam merkezimizdeydi. Kölelik ve kölelik sonrası anlatılarda o sömürgecilik zihniyetiyle, bireysel travmalarla çevresel travmaların nasıl iç içe geçtiğini ve onların romanlarını okuyorduk. Benim belki biraz daha seçici ya da ilgi alanımın ihtisasına girdiği için daha çok Afrikalı yazarlar üzerinden gitmiştim, farklı romanlar okumuştuk. Oradaki dert, aslında bütün farklı farklı olsa da kolonyalizm mantığının, sömürgecilik zihniyetinin oradaki bireysel insanları bireysel olarak nasıl etkilediği, ilişkileri nasıl kopardığı ama aynı anda toprağı nasıl zehirlediğini, o yerleşmeci zihniyetin bütün bitki örtüsünü yerinden edip ithal edilmiş bitki örtüsünü oraya yerleştirmesini ve onun getirdiği tahribatları anlamaktı. Benim amacım o derste şunu göstermekti aslında; travmaların; bireysel, kültürel, toplumsal, çevresel, ekolojik travmaların aslında hepsinin bir arada oluşu, hepsinin ne kadar dolaşık, birbirine dolaşık olduğu, dolayısıyla bunları birbirinden çok da ayıramayacağımız idi. Toplumsal cinsiyet meselesinin de aslında tam da onun merkezinde durduğu erkeklik, kadınlık rollerinin de tam da bunlara göre şekillendiğiydi. Amitav Ghosh'u okumuştuk, bir de Yaşar Kemal'i ben okutmuştum. Afrikalı yazarlar dışında Orta Doğu bölümümüz vardı. Orada Ghosh'u okuyarak, Yaşar Kemal'e geçmiştik mesela. Kemal’in Kuşlar da Gitti ve Deniz Küstü romanlarını okumuştuk. Aynı anda da ABD’li, Chickasaw kabilesinden Linda Hogan diye bir şair, bir yazar var, onun da bir romanını okumuştuk. Yaşar Kemal, Marmara adasındaki yunus katliamını anlatırken, Hogan da Pasifik Okyanusu'ndaki balina katliamını anlatıyordu ve iki yazar bir şekilde çok hoş bir şekilde orada buluşmuştu. Dolayısıyla edebi temsiller aslında her zaman orada. Ama galiba biz bugünün kavramlarıyla onlara dönüp baktığımızda belki daha sürprizli, daha çarpıcı şeyler bulabiliyoruz.

U.P.: Çok güzel. Ben şimdi burada hemen Türk yazarlar deyince aslında burada bir kitabı da senin için ayırmıştım çünkü bir kitap edindim ve bir anda aklıma sen geldin. Senin kütüphaneni şimdi görüyorum ve senin kütüphanene daha çok yakışır. Program sonrasında gösteririm o kitabı sana, bilmiyorum sende var mı ama biraz eski bir baskı. İkinci el bir kitap bulmuştum, çok hoşuma gitti. İlk görüştüğümüzde vereceğim ben sana, senin kütüphane çok daha yakışır.

Türk edebiyatına da gelmek istiyorum. Türk edebiyatında şiddet, travma, hayatta kalma temaları senin ilgi alanların içine giriyor. Bu Antroposen dönemde bu temalar edebiyatta nasıl işleniyor ve yazarlar bu yeni çevresel gerçeklikleri eserlerine nasıl yansıtıyor? Bunun örnekleri var mı? Buket Uzuner, açıkçası iklim kurgunun en iyi örneklerinden birisini yapıyor Türkiye'de ama başka ne tarz şeyler söylenebilir acaba Türk edebiyatı söz konusu olunca?

D.G.İ.: Evet, senin de tam söylediğin gibi biraz doktora tezim tam sömürge sonrası çağdaş edebiyat aslında gene Anglo edebiyat ve Türkçe edebiyatta şiddet, travma, daha çok çevresel travma ve iyileşme modelleri üzerineydi. Orada biraz daha Güney Afrika ve Türkiye edebiyatlarını karşılaştırdım ve aynı zamanda  Türkçe edebiyatla da çok haşır neşirdim. Bu anlamda çevresel travmayı, Antroposen travması diyebileceğim ne tür tezahürleri vardı? Aslında çok sürprizli. Ben Ahmet Hamdi Tanpınar'ı okuduğumda da, onun Huzur’unu okuduğumda da, o Boğaz güzellemesini bir yana koyduğumda, oradaki, Boğaz’daki erguvanların artık açmadığı yitimi, boğazın güzelliklerinin yok oluşunu gene farklı bir şekilde doğrudan olmasa da dolaylı bir şekilde belki de böyle okuyabiliyorum diye düşünüyorum - Ki Yaşar Kemal kesinlikle yani Yaşar Kemal edebiyatımızda doğa sorununu, çevre meselelerini galiba en kalbi biçimde ortaya koyan yazarlarımızdan, ben onu çok çok önemsiyorum. Gene Antroposen kavramı ışığında tekrar tekrar Sait Faik külliyatına geri dönmek. Sait Faik’de de özellikle hem çevre konularını, hem de toplumsal cinsiyet konularını farklı aidiyetlerini bulabilmek çok çok mümkün. Dediğin gibi, Buket Uzuner iklim kurguyu bize aslında getirmekte, son derece müthiş bir yazar, müthiş bir iş başardı o anlamda. Latife Tekin doğa meselesini gene Antroposen’i biz konuşmaz iken 90'larda ortaya koymuştu aslında Ormanda Ölüm Yokmuş romanıyla ortaya koymuştu.

Son döneme baktığımızda biraz bu Antroposen tartışmalarıyla birlikte aslında Türkiye'de edebiyat tartışmaları da buna göre biraz şekillenmeye başlıyor. Mesela Deniz Gezgin'in romanları çok çok önemli. Diğer kuşağı ve özellikle son romanı Gözler Kanatlar Çiçekler Kuyruklar’da insanın ayrıcalıklı olma takıntısını son derece derinden irdeliyor Deniz Gezgin, farklı canlıların, farklı ekosistemlerin, insan olan ve olmayan bütün bireylerin bu karşılıklı etkileşimi üzerine kurguluyor yazısını ve yoldaşlık meselesi üzerine kurguluyor. Gene Hande Aydın'ın Kuru Su romanı var ve onu defalarca derslerimde okutmaya çalışıyorum. Melet Çayı'nın ağzından kuruyan, Melet Çayı’nın ağzından yazılan bir roman. Antroposen tartışmalarının 2015'te, 2017'de Türkiye'de özellikle belki biraz çeviri yoluyla, biraz makalelerin, teorik tartışmaların çeviri yoluyla Türkçeye kazandırılması ile birlikte sanırım farklı disiplinler de kendine göre farklı konuşmalarla birlikte bunu şekillendiriyor. Edebiyatta ben biraz kanonik metinlere de bu gözle bakmayı seviyorum. Orhan Pamuk'un mesela insan sonrası örnekleri var, ona dönüp tekrar o şekilde bakabiliriz. Ama daha yeni yazarlarda, Deniz Gezgin, Hande Aydın gibi yazarlarda da bu izleri bulmak çok mümkün.

U.P.: Orhan Pamuk'ta da bu arada iklim değişiminin işlendiği bir bölüm vardı zannediyorum.

D.G.İ.: Kara Kitap.

U.P.: Kara Kitap'ta, evet, çok güzel. Özellikle not almıştım, beni çok şaşırtmıştı yani beklemiyordum açıkçası böyle bir şey, orada karşıma çıkmıştı. Çok teşekkür ederim, buraya kadar harika oldu. Şimdi son olarak bir de çeviriden bahsetmek istiyorum seninle. Sonuçta sen çeviriyle de ilgileniyorsun ve bununla programı kapatabiliriz diye düşünüyorum. Küresel iklim krizine karşı mücadelede farklı kültürler arasında bilgi ve fikir alışverişi çeviriden yola çıkarak ne kadar önemli? Çeviri çalışmaları bu konuda nasıl bir köprü görevi görüyor sence?

D.G.İ.: Bence çok önemli çünkü farklı kültürler, farklı coğrafyalar, yerel halklar bu iklim değişikliğini ve krizi nasıl tecrübe ediyor, birbirlerinden neler devşirebiliyorlar, nasıl direniş yolları devşirebiliyor, nasıl dayanışma pratikleri ortaya koyabiliyor? Çeviri hem bence yöntemsel, kuramsal, hem de pratik anlamda oldukça önemli geliyor bana. Buna bir örnek vermek isterim; mesela Kathy Jetn̄il-Kijiner diye bir şair var Pasifik Marshall Adaları'ndan. Eylül 2014'te New York'ta düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi'nin açılış töreninde konuşmak için çağrıldı, davet edildi. Çok genç, eşiyle geldi, kucağında ufak bir bebeği vardı. "Bebeğine Mektup" adlı çok dokunaklı ve aslında çok da sarsıcı bir şiir okudu ve Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi'nden sonra iklim değişikliği şairi olarak geniş çapta tanındı. O şiirde küresel ısınmanın Pasifik Adalılar için nasıl tehlike barındırdığını çok tutkulu bir şekilde anlattı ve hatta Birleşmiş Milletler Zirvesi'nde, çoğunun beyaz olduğu bir yerde Marshall Adaları'ndan gelen melez bir kadın olarak çok güçlü bir şekilde durmuştu. ‘Der Matafele Peinem’ adlı şiiri, kızına yazılmış bu şiiri sonra Marshall Art Project ekibi tarafından sosyal medyadan kolektif bir duyuruya açıldı, kolektif duyuru yaptılar. Marshall Art Project ekibi şiirin farklı dillere çevrilmesini istediler ve o şiir 20'den fazla farklı dile çevrilerek farklı kültürlere, farklı coğrafyalara yayıldı. Bu bence çok naif bir şey, o çevirinin farklı yerlerde dolaşıma girdiği, farklı kültürlere ait iklimsel acıları, travmaları tanıtmak için bence müthiş bir yol. Mesela derslerimde de kullandım, meslektaşlarım farklı yollarda o şiiri performanslara dönüştürdüler. Dolayısıyla bir şiir hakikaten farklı yerlerde gezinerek daha belki farklı direniş politikaları, dayanışma pratiklerine önayak oldu diye düşünüyorum.

Ya da biraz önce konuştuk mesela, Chipko Hareketi ekofeminizmden. Bence o da bir çeviri yani bu hareketin diğer farklı ülkelere yayılması, her farklı coğrafyanın kendine özgü yani kendi biricikliğinde, kendi yerelinde onu alması, onu uyarlaması da bir çeviri. Dolayısıyla hem biraz daha teorik ve kuramsal anlamda çeviriyi düşünebiliriz, hem de ne gibi bir eylemlilik hali sunuyor çeviri bize, ne gibi bir pratik öneriyor ve belki biraz radikal ama ben çeviriyi biraz da böyle direniş politikası yaratma ya da böyle dayanışma pratikleri yaratma açısından da görmeye çalışıyorum.

U.P.: Harika, çok güzel bir kapanış oldu açıkçası, benim için de çok ufuk açıcı oldu. Çok teşekkür ederim her şey için. Güzel, akıcı bir program oldu sayende, ağzına sağlık diyorum ben. Programın sonuna geldik, hemen hemen yarım saati bitirdik gibi. Bu vesileyle dinleyicilerimize de iyi akşamlar diliyorum. Deniz, sana tekrardan çok teşekkür ediyorum, eksik olma!

D.G.İ.: Ben çok çok teşekkür ederim, çok keyifliydi benim için de, çok sağol.

U.P.: Önümüzdeki haftalarda Antroposen Sohbetler’de buluşmak üzere iyi akşamlar, hoşçakalın.