Konuğumuz Prof. Dr. Aksu Bora ile Cumhuriyet sonrası kadınları konuşuyoruz.
Satırbaşları:
• Tarih olup bitmiş biz de sonra onu yazmışız ve tarih kapanmış, bitmiş gibi bir durum yok.
• Kapitalist sistem dendiğinde, Avrupa modelini düşünürüz. Yani kır yoksullarının kentlere akması, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanlar üzerine bir hikâye…
• Türkiye’de gördüğümüz, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan yoksulların kente akması, fabrikalarda çalışmaya başlaması gibi bir hikâye değil. Bu nedenle 1960’lardan itibaren çarpık kapitalizm diye bir kavram geliştirildi.
• İşçi sınıfı homojen bir grup değil (ki zaten nerede öyle olmuştur ki?). Güvencesizlerin güvencesi, en geniş anlamıyla, aileydi. Esasında bu çarkın Türkiye’de dönmesini sağlayan şey, Ayşe Buğra’nın çok iyi anlattığı, sosyal politika konusunda anlattığı gibi, ailedir. … Kadınlar bu sistemin işleyişinde kritik bir rol üstleniyorlar.
• Enformel ekonominin can damarı, aile (ve aile benzeri örüntüler…).
• Osmanlı’da üst sınıftan kadınlarla başlayan, Cumhuriyet’le daha geniş kitlelere yayılan eğitim meslek sahibi olmayı mümkün kılıyor, fakat kamusal söz almayı değil.
Cumhuriyet’le birlikte değişen yaşam biçimi toplumdaki cinsiyet rejimini etkileyerek kadınların daha özgürleşmesini sağlamış olabilir mi? Bu soruyu düşünürken biraz daha geriye gidiyordum ve aklıma Antroposen Dönemin başlangıcı geliyordu. O başlangıç noktası, yani Sanayi Devrimi sonrasında cinsiyet rejimi açısından dünyada durum nasıldı diye soruyordum kendi kendime. Kadınlar, erkek egemen bir dünyanın her döneminde şüphesiz çok fazla yükle mücadele ederken başarıları anlamında da gölgede kalmış bir cinsiyetti. Bunları düşünürken Prof. Dr. Aksu Bora’nın da yazarları arasında olduğu bir kitap yayımlandı, Cumhuriyet: Asırlık Bir Muhasebe. Böylece bu düşüncelerimi kendisine sormak üzere bu programı gerçekleştirdik. Yazının bundan sonraki kısmı programın deşifresini içeriyor. Deşifre bölüme geçmeden programın son bölümünde söylediğimi burada, en başta vurgulamak istiyorum: Yaşadığımız gezegen kadınlara kalsa büyük olasılıkla çok daha yaşanabilir bir yer olurdu.
* * *
Utku Perktaş: Bugün Antroposen Sohbetler’de Türkiye’de “Kadınların Yüz Yılı” üzerine konuşuyoruz. Konuğum çok kıymetli Prof. Dr. Aksu Bora. Aksu Hoca’yla aynı üniversitedeydik fakat kendisiyle tanışmak bugüne kısmet oldu. Ben tanıştığım için çok mutluyum, uzun bir süredir kendisini yayınlarından ve sosyal medyadan takip ediyorum. Bu nedenle bugünkü yayının benim için ayrı bir anlamı var. Hocam hoşgeldiniz! Eksik olmayın vakit ayırdınız, nasılsınız?
Aksu Bora: Çok teşekkür ederim, siz nasılsınız?
U.P.: Ben de iyiyim, çok teşekkür ederim, sağ olun! Bayramda yapıyoruz bu kaydı, bu vesileyle iyi bayramlar da diliyorum. Hocam ben programa hazırlanırken motivasyon kaynağım yakın zamanda yayımlanan bir kitap oldu. Sizin de içinde yazınız var, İletişim etiketiyle çıkmıştı, Cumhuriyet: Asırlık Bir Muhasebe isimli kitap. Bu kitabı Aksu Hoca’nın bölümünü okuyarak başladım. Antroposen diye isimlendirdiğimiz bu çağ üzerine konuşunca da bu bölüm şöyle dikkatimi çekti: Cumhuriyet öncesi ve sonrası Türkiye’deki cinsiyet algısının nasıl değiştiğini, kalkınma planları yapan ve erkek egemen bir toplum olarak ülkemizde kadınların karşı karşıya oldukları zorlukları ya da toplumsal değişimlerin süreçlerini anlamak bakımından bende farklı pencereler açtı, zira yazının farklı perspektifleri vardı. Bu anlamda kaleminize ve elinize sağlık. Ben bu perspektiflerden yola çıkarak programı planlamaya çalıştım. Bu noktada çok fazla lafı uzatmadan ilk soruya geçeyim istiyorum.
‘Kadınlık davası’sının peşine düştüğümüzde, kadınların tecrübelerini öğrenmeye başladık diyorsunuz yazınızda. Bu cümle dikkatimi çekmişti. Tarihi düşündüğümüzde, sizinle de yayın öncesi konuştuğumuz gibi tarihi hep yeniden yazmak gerekiyor, kadınlar hep oradaydı, biz onları görmedik mi ya da bizim onları görmemiz zaman mı aldı? Bu bakımdan tarihe sürekli yeniden bakmak mı gerekiyor? Neler söylerseniz?
Tarih olup bitmiş biz de sonra onu yazmışız ve tarih kapanmış, bitmiş gibi bir durum yok
A.B.: Teşekkürler, konuşmaya böyle bir yerden başlamayı ben de tercih ederdim, aslında yazıya da böyle bir yerden başlamıştım.
Mesele şu: tarih olup bitmiş, biz de sonra onu yazmışız ve tarih kapanmış, bitmiş gibi bir durum yok aslında. Sürekli, her defa yeniden bakıyoruz, her defasında da yeni bir şeyler görüyoruz. Çünkü kendi bulunduğumuz yere ve zamana başka türlü bakıyoruz. En iyi örneğini ben kendi deneyimimden söyleyebilirim. 1980’lerin ortalarında feminist olduğum sırada, feminist tarih çalışmaları da Türkiye’de çok güçlü bir şekilde başlamıştı. Aynur Demirdirek vardı bizim grupta. Bir gün toplantıya heyecanla gelip dedi ki, “Gittim Milli Kütüphane’de kadın dergileri buldum, 1800’lerden kalma basbayağı feminist dergiler varmış.” Aynur’un bu dergileri keşfetmesiyle, bir mucizeyle karşılaşmışız gibi olduk. Sanki kendi köklerimizi bulmuşuz gibi. Aynur’un Milli Kütüphane’ye gidip o dergileri araştırması için böyle bir sorusunun, anlatacağı bir grubun olması gerekiyordu. Feminizm Türkiye’de ne zaman başladı? Biz bunun neresindeyiz? Çünkü biz kendimizi ilk zannediyorduk, çünkü hiçbir şey yazılmadığı için biz de bir şey okumamıştık daha önce. Anlatabiliyor muyum? Mesele bu.
Yazıya da bu nedenle Nermin Hocaların 1979’daki derlemesiyle başladım. Öyle çok ahım şahım bir şey değildir o aslında, bugünkü bilgimizle baktığımızda çok yarım yamalak bir kitap, ama bir yandan da çok önemli bir kitaptır çünkü bir ilktir. İlk kez Türkiye’nin tarihinde ‘kadınlar’ diye bir grup tanımlanıyor- normatif bir takım hikâyelerin kahramanları (ya da kurbanları) değil de, sosyolojik bir gerçeklik olarak. Bunun için de belli bir perspektif gerekir. Oradan baktığımız zaman bu tarihe, işte o zaman biz Nezihe Muhiddin ve diğerlerini, ondan sonra biz kızıl feministleri keşfedebildik. Öyle bir bakış açısı gerekiyordu. O sebeple evet, hep dönmemiz lazım, yani on sene sonra döndüğümüz zaman da belki başka şeyler de keşfedeceğiz. Tarih aslında biraz arkeolojiye benziyor o bakımdan. Yani biten bir şey değil, durmadan yeni katmanlar çıkıyor ortaya. Yeniden yeniden dönmemiz lazım.
U.P.: Hocam tarih yazanla da alakalı bir şey. Tarihi hep yazanın dilinden okuduğumuz için yazanın etkisi de oluyor zannediyorum tarihte. Dolayısıyla tekrar bakmakta, farklı perspektiflerden farklı kişilerden okumakta da fayda var.
A.B.: Tarih dediğiniz bir hikâye sonuçta.
U.P.: Hocam, peki kapitalizmin bir uzantısı olarak kuralsız ve güvencesiz çalışma ortamı sosyolojik olarak belirleyici bir durum oluyor mu? 1950 sonrası dünyadaki keskin dönüşümleri düşünürsek toplum ve cinsiyet rejimi açısından neler söylenebilir?
Kapitalist sistem dendiğinde, Avrupa modelini düşünürüz. Yani kır yoksullarının kentlere akması, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanlar üzerine bir hikâye…
A.B.: Yazının en önemsediğim noktalarından bir tanesiydi bu: Türkiye’nin kapitalistleşmesinde cinsiyet rejimi nasıl dönüştü?
Genellikle kapitalist sistem dendiğinde, Avrupa modelini düşünürüz. Yani kır yoksullarının kentlere akması, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanlar üzerine bir hikâye… Türkiye’de 50’ler sonrasındaki büyük dönüşüm dediğimiz şey, kentleşme esasen, özellikle sosyolojik açıdan bakarsak asıl mesele kentleşme ve sanayileşmedir. Fakat, sanayileşme nasıl bir sanayileşme? Türkiye’de gördüğümüz, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan yoksulların kente akması, fabrikalarda çalışmaya başlaması gibi bir hikâye değil. Bu nedenle 1960’lardan itibaren çarpık kapitalizm diye bir kavram geliştirildi. Hani çarpık olmayanı Avrupa modeli, bizdeki çarpık gibi! Olan şey şuydu; evet büyük bir kentleşme var ama gelenler asıl olarak zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayanlar değil, gelecek gücü olanlardı ve bu, kırla bağlarını kopartmamaları anlamına geldi. Geldikleri yerle bağları sürdü. Bunun anlamı nedir? Kente göç ettiklerinde, arkalarında bir destek mekanizması var demektir. Geldiklerinde buraya tutunmaları mümkün oldu: geldiler ve kondularını kurdular; geldiler ve bir yerde bir kapıcılık buldular, geldiler ve bir yerde bir merdiven altı atölyesinde çalışmaya başladılar. Dolayısıyla kentin güvencesizliğine karşı, güvenebilecekleri bir dayanakları vardı. 1950’ler, bir yandan küçük ölçekli işyerlerinde güvencesiz çalışma zamanıydı, bir yandan da sanayi işçilerinin ve kamu çalışanlarının güvenceye kavuşması zamanı: SSK 1946’da, Emekli Sandığı 1954’te kuruldu. Yani, işçi sınıfı homojen bir grup değil (ki zaten nerede öyle olmuştur ki?). Güvencesizlerin güvencesi, en geniş anlamıyla, aileydi. Esasında bu çarkın Türkiye’de dönmesini sağlayan şey, Ayşe Buğra’nın çok iyi anlattığı, sosyal politika konusunda anlattığı gibi, ailedir. Bahsettiğim, çekirdek aile değil- çok daha geniş bir akrabalık/hemşerilik ağından bahsediyorum, bir kısmı kırda kalmış, bir kısmı burada, bir kısmı orada bir kısmı da burada çalışan bireyler bir bütün olarak ailenin kendini sürdürebilmesi için ekonomik bir dayanışma kuruyor. Tamamen enformel bir sistem bu. Kadınlar bu sistemin işleyişinde kritik bir rol üstleniyorlar.
Güvencesizlerin güvencesi, en geniş anlamıyla, aileydi
Yani el ele giden iki şey, kayıtlı ekonomi ve kayıtsız ekonomi. Bu sadece ekonomide değil hayatın her alanında geçerli. Kayıtsız yerleşimler, yani gecekondular, büyük bir kentsel rant yaratan bir döngü var orada. Devlet göz yumuyor ve gelen göçmen gecekondusunu kuruyor sonra altyapı geliyor falan… Böyle bir şey. Şimdi bunun anlamı nedir? Bunun anlamı kayıt dışılığın hayatın her alanına yayılması, çok temel bir norm olmasıdır. Diğer taraftan da Avrupa’da gördüğümüz, yani 19. yüzyılın ortalarında gördüğümüz büyük işçi hareketleri var. Türkiye’de bunları çok sonra ve çok zayıf bir şekilde görüyoruz, 15-16 Haziran 1970’tedir mesela. O kadar büyük bir toplumsal dönüşümün bu kadar ‘sakin’ gerçekleşmesi, biraz da bu enformel ekonomi sayesindedir. Galiba en çok da kentsel rantın işçi sınıfıyla paylaşılması sayesinde.
Enformel ekonominin can damarı, aile (ve aile benzeri örüntüler…)
Enformel ekonominin can damarı, aile (ve aile benzeri örüntüler diye genişletelim bunu). Bence Türkiye sosyolojisi, bu yakın tarih çok ilginçtir, biraz Latin Amerika’ya benzer, biraz Güney Avrupa’ya benzer, ama kendine özgü tarafları da vardır. Yani çok ilginç bir araştırma alanıdır. Cinsiyet rejimini sadece aileye bakarak anlayamayacağımız gibi, sadece formel çalışmaya bakarak da anlayamayız, bunu vurgulamak isterim.
U.P.: Hocam, bu noktada üçüncü sorum da şöyleydi. Bu konuya bağlantılı bir şekilde… 1950 sonrası dünyadaki nüfus artışı çok belirgin ve dünyada insanlık tarihinin hiç deneyimlemediği bir ivmeyle artış söz konusu. Türkiye’de de köyden kente göç bu tarih sonrasında ülkemizdeki demografik yapıyı değiştiriyor. Cumhuriyet’in sağladığı reformlar yüksek olasılıkla kentlerde taşraya göre çok daha belirgin hissedilirken, bu dönüşüm cinsiyet ilişkilerine nasıl etki etti? Kadınlar kamusal alana girdikçe erkek dilini mi kullandı?
Osmanlı’da üst sınıftan kadınlarla başlayan, Cumhuriyet’le daha geniş kitlelere yayılan eğitim meslek sahibi olmayı mümkün kılıyor, fakat kamusal söz almayı değil
A.B.: Bu da epeyce karmaşık bir mesele aslında. Kamusal alanda konuşabilen kadınların kimler olduğuna bakmak lazım. O zaman da tekrar tarihe dönüyoruz. Orada bir süreklilik var. Epeyce elit bir kadın grubu bunlar, üst ve üst orta sınıftan. Osmanlı’da üst sınıftan kadınlarla başlayan, Cumhuriyet’le daha geniş kitlelere yayılan eğitimi düşünelim. Meslek sahibi olmayı mümkün kılıyor bu fakat kamusal söz almayı değil. Orada hala büyük bir mesele var: Söz alma cesareti bulan kadınlar üst sınıftan, onlara da ‘Anadolu kadını’nın ‘gerçek’ sorunlarından habersiz tuzu kurular muamelesi yapılıyor; yılmazlarsa daha da beteri. Böylece, bir kadının kamusal söz söylemesi, erkeklerin sözünü üstlenmesi koşuluyla mümkün oluyor ancak.
Kadınların eğitim hakkından söz edince, aklıma “Cumhuriyet’te Çocuktular” isimli sözlü tarih çalışmamız geldi. Orada bana çarpıcı gelen şöyle bir şey vardı. Çocuklukları Cumhuriyet’in kuruluşuna ya da hemen sonrasına denk gelen kadın ve erkeklerle konuştuk. Büyüyünce ne olmak isterlermiş diye sorduk. Kentli ve orta- üst orta sınıftan kadınlarda aman Allah’ım, yani ne büyük bir çeşitlilik… Cambaz olmak isteyen mi ararsınız, mimar olmak isteyen mi… Köy çocukları ise neredeyse istisnasız biçimde, öğretmen olmak istediklerini söylediler. Sonra bakıyoruz ne olmuşlar diye, kentliler öğretmen olmuşlar, köylüler çiftçi ya da işçi olmuşlar. Anlatabiliyor muyum? Hayaller ve gerçekler çok farklılaşıyor.
Kendini yargılayan, kadın olmayı özel alana hapsedip kamusal alanda cinsiyetsiz bir varoluş mümkünmüş gibi davranan kadınlar -ki, o cinsiyetsiz varoluş, gerçekte erkek varoluşudur
Kamusal alanda söz söyleme herkese mümkün olan bir şey değil. Bu erkekler için de böyle. Kadınlar kamusal alanda daha kısıtlı biçimde var olabildiler. Oradaki sesin erkek sesi olmasında şöyle bir şey var. Başka bir sesle orada konuşmasına pek izin verilmiyor. Yani Nezihe Muhiddin’in hikayesinden biliyoruz. Nezihe Muhiddin erkek sesiyle konuşmadı, ‘kadın hakları’ dedi. Fakat sonra başına gelmedik kalmadı. Türk Kadınlar Birliği’nin başkanıyken sonu bir akıl hastanesinde geldi. Suçlandı bir sürü şeyle falan… O erkek sesi ne söylüyor bize? Konuşan kadın da olsa erkek de olsa ne söylüyor bize? Haktan falan bahsetmiyor tabii. Diyor ki, “Türk kızı süse püse meraklı olmaz, vazifelerin insanıdır, yozluklara nefretle bakar.” Kendini yargılayan, kadın olmayı özel alana hapsedip kamusal alanda cinsiyetsiz bir varoluş mümkünmüş gibi davranan kadınlar -ki, o cinsiyetsiz varoluş, gerçekte erkek varoluşudur. İşte buradan konuştuğu zaman kendisine bir alan açabiliyor. Meclise giden milletvekili kadınların kıyafetlerine baktığımız zaman, zırh gibi tayyörlere baktığımızda, kim giymiş böyle efil efil bir empirme kıyafet ve gitmiş meclise? Mümkün mü? Yani erkek egemenliği siyasette bu şekilde kendini var ediyor.
Her zaman kadınları erkek dili ile konuşmaya sevk etmez erkek egemenliği, tam tersini yaptığı yerler de vardır. Kadının çok kadın olmasını istediği yerler de vardır ama siyaset bunlardan biri olmadı. Siyaset kadınların erkek diliyle konuşmak zorunda olduğu bir yer oldu. Artık öyle değil, en azından bununla çok uğraşıyoruz ve bunun çok farkındayız. Bu topraklara feminizm geleli çok oldu ve bugün feminizm Türkiye’de hiç fena olmayan bir yere sahip.
U.P.: Bu çok iyi bir şey. Ben bilim dünyasına bakınca, bilim kadınlarının erkek egemen bir dünyada çok baskılandığını görüyorum. Dünya kadınlara kalsa, gezegenin çok daha iyi bir yer olacağını düşünüyorum okudukça. Bu nedenle tarihi, farklı farklı perspektiflerden okumak gerekiyor. Bu da benim gelişim sürecimde öğrendiğim bir şey oldu. Dünya kadınlara kalsa farklı bir yer olurdu!
A.B.: Bana da öyle geliyor.
U.P.: Şimdi son soruma geldim. Benim üzerinde sürekli düşündüğüm bir konu var. Programın da genel perspektifini bunun üzerinden oluşturmaya çalışıyorum esasında ve tabii sizin de görüşünüzü merak ediyorum. Bu konuda karşılıklı konuşabiliriz. Bugün küresel ısınmaya bağlı bir iklim değişimi deneyimliyoruz, bu herkesin ağzına pelesenk olmuş durumda. Bu sorun çok farklı hava olaylarıyla mücadele etmemize neden oluyor. Bu arada insan yaşam ortamlarını tahrip ediyor, yeni yerleşim ortamları açıyor… Türkiye’de ve dünyada eylemler oluyor. Bu tahribatın toplumun her kesimini etkileyeceğini biliyoruz. Fakat şu aklıma geliyor. Bu durum özellikle kırsaldaki cinsiyet ilişkilerini düşündüğümde kadınların olumsuz etkileneceği bir düzeye geleceğini düşünüyorum. Bu konuda sizin fikrinizi merak ediyorum. Tam bu noktada bir parantez açıp örnek vereceğim: Geçtiğimiz yıllarda Akbelen Ormanı’nda bir eylem yapılmıştı. Akbelen Ormanı maden ocağı çalışması nedeniyle tehdit altında. Orada eylem düzenlendiğinde bir şey dikkatimi çekti, ortamda erkekten çok kadın vardı. Taşradaki kadınlar dediğimde bu durumu bir biyolog gözüyle şöyle değerlendiriyorum, bu içgüdüsel bir şey olabilir diyorum. Kadınların mücadelesi erkeklere göre çok daha belirgindi ve kadınlar çok daha savunmacıydı. İklime bu kadar dikkat çekerken kadınların taşradaki mücadelesi çok belirgin ortaya çıkıyor. Peki kentte bunu gördüm mü? Belki bu benim eksikliğim, görmedim bu kadarını. Kadınları taşrada ön planda görmemiz kadınların bu coğrafyalarda yükünün arttığını da bana düşündürüyor. Kadınlara bu kadar çok yüklerken, üretime ciddi anlamda katkı sağlayan bir cinsiyet olarak kadınların zora girmesi topluma da olumsuz yansıyacak bir durum diye düşünüyorum. Küresel ısınmanın da bu konuda bir maliyet getireceği kesin. Bu konuda sizin düşünceniz nedir?
A.B.: Tabii ki sizin kadar bilmiyorum, yani bu küresel ısınma meselesiyle, iklim değişimi ile ilgili özel bir bilgim yok. Fakat şunu biliyorum, kırsalda ikili bir ekonomi var. Yani üretimi iki türlü düşünmemiz gerekir. Bir tanesi, piyasaya entegre, para ekonomisinin parçası- ki bu erkeklerin elinde. Biri de ‘geçimlik’ diyebileceğimiz üretim. Pazara götürüp satsa da, yerel ilişkiler içinde kalan bir üretim bu. Mesela benim yaşadığım yerde iki çok önemli ürün var, birisi fındık diğeri ise mısır. Fındık piyasaya yönelik bir şey, dünyanın en önemli fındık üretim merkezlerinden birinde yaşıyorum ben. Burada söz ve karar sahibi olanlar erkekler, mısırda ise kadınlar var. Mısırı ailenin tüketimi için yetiştiriyorlar, biraz da pazarda satıyorlar. Şunu anlatmak istiyorum, ailenin geçimi, gündelik hayat daha çok kadınların elinde ve yaşam alanlarının yok edilmesi doğrudan onlara saldırı gibi oluyor dolayısıyla. Taş ocağında çalışmayacak kadın ya da buraya nükleer santral geldiğinde, yaşasın iş bulacağız diye buraya gidenler kadınlar olmayacak. Kadınlar benim bahçeme ne olacak, benim mısırlarım ne olacak, bunun derdine düşecek. Dolayısıyla sadece Akbelen’de değil, İkizdere’de de hep kadınlar önde. Çünkü hayat alanlarına bir saldırı var ve toprak ana dediniz ya belki onunla ilgili bir şeydir. İçgüdüsel olduğunu sanmıyorum ama hani toprak ana/ devlet baba gibi cinsiyet varsa, kadınlar toprak tarafında gibi. Aslında dünyanın genelinde de kadınlar çevre hareketlerinde öndeler.
U.P.: Hocam söyleşinin sonuna geldik, ben çok teşekkür ederim.
A.B.: Çok teşekkürler, iyi günler.