İstanbul Kent Konseyi Başkanı Tülin Hadi ile deprem bölgelerine ilişkin gözlemlerini ve Konsey’in deprem bölgelerine yönelik çalışmalarını konuştuk.
(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)
Gürhan Ertür: Bugünkü konuğumuz İstanbul Kent Konseyi Başkanı Tülin Hadi. Hoş geldiniz. Merhabalar.
Tülin Hadi: Merhabalar herkese. Hem sizlere, Yağmur Yıldırım'a, stüdyoda bulunan Gürhan Ertür'e, online bağlanan Nuray Aydınoğlu, Elvan Cantekin, Muzaffer Tunca ve tabii ki tüm dinleyicilere merhaba diyorum.
G. E: Evet. Nuray Hoca da aramızda. Bir hafta yoktu. Şimdi bugün, pazartesiden itibaren o da aramızda. Nuray Hocam hoş geldiniz. Elvan Can Tekin, Muzaffer Tunca, sizler de hoş geldiniz.
İstanbul Kent Konseyi Başkanı Tülin Hadi bölgeden yeni döndü. Değerlendirmelerini almak istiyoruz.
T. H: Evet. Ben geçtiğimiz hafta sonu Hatay'daydım. Biliyorsunuz, Hatay’da afet meseleleriyle, yani oradaki yıkımla baş etmek ve belediye hizmetlerine destek olmak üzere İBB eşleştirilmişti. Ben de İstanbul Kent Konseyi Başkanı olarak olayın başından beri gönüllüleri koordine edebilmek için sürekli burayla ve orayla irtibat halindeydim. Kendim de giderek görmek ve doğrudan doğruya neler yapılabileceğini anlayabilmek istedim. O nedenle arkadaşlarımla birlikte, zaten gönüllülerimizin bir kısmı oradaydı, bu hafta sonu Hatay'daydım. Açıkçası basından o kadar alışıktık ki görüntülere, yıkıntıların görüntülerine, insanların anlattıklarına, ben göreceklerime epeyce hazırlıklı gibiydim. Ve bir tür İstanbul'da son 9-10 senedir her yıkılan binayla, ardı ardına mahallelerde o yıkım görüntülerine de alışmış bulunuyoruz ama tabii ki orayla kıyaslanacak gibi değil. Gerçekten mahvolmuş bir yerle karşılaştım. Ama hiçbir şekilde bildiği şehirde uyumaya yatıp sabah kalkıp bambaşka bir şey gören bir insanın dehşetiyle karşılaştırılamaz benimki. O kadar büyük ki yıkım; ardı ardına yana yatmış, devrilmiş, moloz haline dönmüş yerler, sokaklar. Bir müddet sonra bunu kanıksıyorsunuz ve yıkılmış değil de yıkılmamış olan binalara şaşırmaya başlıyorsunuz. Yani bu nasıl ayakta kalmış? Bu neden böyle? falan gibi. Ve gördüğünüz manzarada halen ayakta duranların da çok yakında yerinden kaldırılacağını biliyorsunuz. İnsanın gözünün önüne böyle bomboş bir yer geliyor. Yani bir şehir, var olan bir yer nasıl böyle yok olabilir? Ve nasıl ayağa kalkabilir? Bunu düşünmek bir ürperti veriyor. Beni çok şaşırtan bir şey şu oldu, şaşırtmak demeyeyim de bilimin doğrularından bir tanesini kendi gözlerimle görmek diyeyim; biz deprem sahasına, Hatay'a Adana tarafından geldik. Dolayısıyla önce Belen'den geçtik. Oralarda yıkım ilk önce başlıyordu. Böyle tek tük binaları görmeye başladık. Önce duvarları yıkılmış olan, işte altta bir kolonu kırılmış olan ama bir şekilde ayakta duran binalar vardı. Sonra bunlar giderek çoğalmaya başladı. Derken koskoca bir kayanın yanından geçtik. Üzerinde bir yerleşim var, insanların kendi güçleriyle yaptıkları bir yer belli ki. Yapım kalitesi hiç iyi değil. Kolonlar incecik, kürdan gibi, üflesen gider gibi bir yer. Fakat üzerinde bir çatlak bile yoktu. Tabii ki hiçbir şekilde kötü yapıyı savunmuyorum. Zaten mesleğim icabı böyle bir şey yapmam söz konusu değil. Fakat sağlam zeminin ne kadar önemli bir şey olduğunu orada kendi gözlerimle görebilmiş oldum. Bunlar fiziki olarak gördüğüm şeylerdi.
Beni çok etkileyen bir başka şey insanların tutumu oldu. Ben Antakya'ya gittim, Defne'ye gittim, Samandağ'a gittim ve Harbiye'ye gittim. Orada tabii geriye ekonomik gücü zayıf olan insanlar kalmış. Başka yerde ikinci bir evi olan ya da başka şehirlerde akrabaları olanların hepsi terk etmiş bu şehri. Bir de bir süredir orada olan gönüllü arkadaşlarımız şunu söylediler; ekonomik gücü çok zayıf olanlar bir de çok iyi olanlar burada dediler. Ekonomik gücü çok iyi olanlar ailelerini taşıdılar ama kendileri işlerine, güçlerine yoğunlaşmak ve diğerlerine yardım edebilmek için burada duruyorlar dediler. Ben onları görmedim. Ama, böyle çadırların yanında bekleşen, yemek saatini bekleyen -artık durum tabii böyle, belli bir stabilite de kazanmış-, öyle çaresizce etrafına bakan insanlar gördüm. Birlikte gittiğimiz arkadaşlarımızdan bir tanesi Mersin'den gelmişti bizimle, Ulaş Bayraktar. O şunu söyledi; bu gidişimizde ilk defa hayata dair bir şey götürüyoruz oraya, bundan önce hep yardım götürmüştük, ilk defa hayatı kuracak bir şey taşıyoruz dedi. Fide götürdük; domates, biber ve patlıcan fideleri götürdük, onu görünce insanlar çok sevindiler. Aralarında bölüştüler, bunun bir kısmı muhakkak benim olsun diye. O fidelerden daha çok götürmek lazım oraya yani. Bir şekilde hayat yavaş yavaş kurulmaya başlanıyor. Bizi görünce çok mutlu oldular. İnsanlar çok güler yüzle karşıladılar ve hatta ‘ya ne iyi oluyor buraya geliyorsunuz, insan yüzü görüyoruz’ dediler.
Dikkatimi çeken başka bir şey; yerleşim koşulları ne kadar kötü olsa da muhakkak bir mutfak çadırının ayrılmış olmasıydı. Tabii, bu deprem bölgeleri aslında her biri ayrı ayrı gastronomik olarak çok karakteristik özelliklere ve geleneklere sahip olan yerler.
Onu hala koruyorlar ve mutfak oyalayıcı da bir şey. Mesela bir bahçeye girdik. Bir kadın dolma sarıyordu, etli yaprak dolması yapıyordu. Akşam gelin bunu birlikte yiyelim dedi. O kadar özenli yapmış ki, üst üste dizmiş hepsini. Zaten şu anda oraların kalkınmasından bahsedildiği zaman hep tarım ve mutfak ön planda. Kalkınmadan bahsedildiğinde ilk akla gelenler bunlar oluyor. Sivil yapılanmalar da bunun için gayret ediyor. Ağlar kurmaya çalışıyorlar. Benim ilk gözlemlerim bunlar oldu.
Kent Konseyi olarak orada bir koordinasyon toplantısına da katıldım. İBB'nin genel sekreteri Can Akın Çağlar, danışmanlardan Yiğit Oz Duman ve Sosyal Hizmetler Daire Başkanı oradaydı. İtfaiye Daire Başkanı zaten orada sürekli olarak bulunuyor, yardımcılarıyla birlikte. Açıkçası mini bir İBB var orada şu anda. Yani yol bakım araçlarından İSFAT'tan tutun da İstanbul Mezarlıklar Daire Başkanlığı, sağlık hizmetleri, sosyal hizmetler yani bütün birimlerin orada bir yeri var. Müthiş hizmet veriyorlar. İnkar edilemez şekilde, bütün var güçleriyle çalışıyorlar. On günde bir değişen bir rotasyon var.
G.E: Tam onu soracaktım, rotasyon uygulanabiliyor mu diye.
T.H: Rotasyonla orada bulunuyorlar ve bir aksaklık olmaması için de müthiş gayret sarf ediyorlar. Gönüllüler de onlara katılıyor. Belediye hizmetlerini aksatmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Hatay, İskenderun'da varlar, Samandağ'da varlar ve Hatay EXPO’da yerleşmiş vaziyetteler. Yardımlar devam ederken bir yandan da sürekli bu belediye hizmetlerini vermeye çalışıyorlar. Yani ikinci bir şehri olmuş oldu İBB'nin, ikinci bir büyük şehri var gibi şu anda. Bunun ötesinde önümüzdeki günlerde protokoller tamamlanırsa miras alanında, planlama alanında da hizmetler vermeye başlamayı hedefliyorlar. Tabii ki burada gönüllülerin de desteğini bekliyorlar.
G. E: Evet. Peki su sorunu oldukça ciddi bir hale gelmiş.
T. H: Şimdi benim gittiğim yerlerde şebeke suyu yoktu. Fakat taşıma suyla veyahut da kuyusu olanlar kuyudan gelen suyu kullanarak idare ediyorlar. Ama tabii ki o kuyudan gelen suyu hiçbir şekilde içmiyorlar. Onların bir şekilde arıtmadan geçmesi gerekiyor. Ama her yerde kuyu yok, az yerde var. Su gerçekten büyük bir mesele.
Yağmur Yıldırım: Evet bunu çok söylemişlerdi, en temel ihtiyaçlardan suya erişimle ilgili.
Ben şunu da merak ediyorum. Biz sizi İstanbul Kent Konseyi Başkanı olarak tanıttık ama siz bir mimarsınız. Uzun süreden beri de hem bölgeyle ilişkileriniz var hem de başka türlü mimarlıkla da ilgili düşünen birisiniz. Bu geçici barınma alanlarını nasıl gözlemlediniz? Yani orada durum nedir? Ne düşünüyorsunuz? Biraz da mimar şapkasıyla ben bu soruyu size sormak isterim.
T.H: Evet. Çok sayıda çadır kent gördüm tabii ki. Yanlarından geçtim. Biz Mersin'den Hatay'a doğru giderken yolda onlarca tır gördük. Üzerlerinde konteyner evler taşıyorlardı. Birer ikişer arka arkaya gidiyor bunlar. Kurulmakta olan konteyner kentler var. Şu anda orada nüfus epeyce azalmış vaziyette. Çadırların koşulları iyi değil. Herkes soğuktan bahsediyor ama iklim yani sıcaklık artıyor orada. Çok yakında aslında soğuk değil sıcak bir sıkıntı olmaya başlayacak. İnsanlar o çadırların içinde duramayacaklar. Şimdi bile gündüz vakti pek oturamıyorsunuz. Yani acil barınma sorununu bir şekilde çözebilmek gerekiyor. Konteyner belli bir zamana kadar bir çözüm olabilir. Ama orayı böyle demir ya da plastik yığınına çevirmektense, aslında yani zaten olan olmuş, insanlar idare edebiliyorlar,
birazcık daha zaman vererek şehir dışında daha hafif mimarilerle daha basit depremzedelerin barınabilecekleri düzenleri kurup, aklı başında bir planlama yapmanın çok daha iyi olacağını düşünüyorum ben. Ya da sökülüp takılabilir tasarımlara yönelmenin çok daha akılcı olacağını düşünüyorum.
Elvan Cantekin: Peki İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin faaliyetleri arasında bu altyapının iyileştirilmesi konusunda bir çalışma var mı?
T.H: Var evet. Onunla ilgili birimlerin de hepsi oraya gitmiş bulunuyor. Ama bunun tabii bütünleşik olarak yapılması gerekiyor. O kadar büyük bir alandan bahsediyoruz ki, gördüğü zaman insan şaşırıyor; ya bu memlekette yol da mı yapmak bilinmiyordu? Bina da mı yapmak bilinmiyordu? Boru da mı döşemek bilinmiyordu gibi. Affedilir gibi değil olan biten. İBB tabii şu anda birtakım onarımlar yapıyor.
G.E: Mevcudu ayağa kaldırmaya çalışıyor.
T.H: Mevcudu ayağa kaldırmaya çalışıyor, evet. Yani baştan sona bir harekata başlamış değil.
E.C: Doğrusu şu anda rehabilitasyon aşaması; en kısa sürede birtakım hizmetlerin yerine getirilmesi, başlatılması için bu çalışmanın yapılması gerekiyor. Ne kadar bir altyapı hasarı var? Bu altyapının en azından belli noktalarda faaliyete geçmesi, her mahallede belli bir noktada su merkezlerinin oluşabilmesi filan gibi birtakım şeyler yapılamaz mı? Bir de bu altyapının, kırılan kanalizasyon sisteminin etkilenmesini filan engelleyecek bir çalışma yapılamaz mı? Şu anda ciddi bir süre geçti. Yani 6 Şubat’tan 6 Mart'a geldik. Tam birinci ayındayız. Hadi ondan sonra 20 Şubat'ta bir başka deprem daha oldu ama gene de ondan sonra da bir on üç gün süre geçti. Bu süreler nasıl yetmedi, onu anlamakta ben açıkçası zorluk çekiyorum. En azından bu temel sorunun çözümlenmesi gerekiyor diye düşünüyorum.
Muzaffer Tunca: Şimdi İzmir'de Can Yengöl var, mimar arkadaşımız. 2013’te zannediyorum AFAD geçici konutlar hakkında bir yarışma açmış, bu arkadaşımız birinci olmuş. Ve o kadar senedir AFAD gelip ya bir prototip yapsana diye istekte bulunmamış. Bunun içinde bir hafif konstrüksiyon, plastikten, yani demin sizin bahsettiğiniz izolasyonlu, soğuğa dayanıklı konutlar konusunda da bir açık var. Şimdi galiba harekete geçmişler. Öyle bir imalat yapma kararı alınmış. Onu da bildireyim dedim. O zaman Fuat Oktay AFAD Başkanı. Ama o kadar yıldan beri hiçbir talepte bulunmamış AFAD, şunu bir inşa edip bir tarafa koyalım diye. Çok pratik, ayrı tuvalet birimleri olan, çok kolay kurulabilen, lego gibi birimlerden oluşuyor bu yapılar. Umarım bu dönemde uygularlar. Yani uygulayacaklarını zannettim.
T.H: Yani bu tip barınaklar ve içinde kullanılacak ekipman konusunda hazırlıklı olmak gerçekten çok önemli. Çünkü bunlar bir seri üretim mantığına da dayalı olduğu için olay meydana geldiği anda yapılabilecek, üretilebilecek çözümler değil. Önceden yapılıp bir kenarda hazır edilmesi gerekiyor. Bizim tuvaletler konusunda kendi mimarlık büromuz olarak bir girişimimiz oldu. Aslında basit bir şeydi. Olay ilk meydana geldiğinde, deprem ilk yaşandığında tuvalet hemen bir sorun olarak belirince kompost tuvaletler ya da sahra tuvaletleri dediğimiz çözümleri yaratabilmek istedik. Toprağa bir çukur kazıp insanların ihtiyacını gidermesi ve üzerinin tekrar talaş ve toprakla örtülmesi gibi. Aslında bizim yaptığımız çok basit bir şeydi. Mahremiyeti sağlayacak gibi. Fakat onun bile içinden çıkmakta zorlandık. Çünkü biz kendi mesleğimizin olağan akışı içerisinde çok daha kompleks ve koşulların yerinde olduğu çözümleri üretmeye hazırız. Ben açıkçası mimar olarak bazı alanlarda bilgimin çok eksik olduğunu fark ettim. O bilgi eksikliğinden dolayı bazı konulara cesaret etmekte zorlandım. Mesela halk sağlığı uzmanları posterler yayınladılar bu sahra tuvaletleri konusunda; çukur açılır, onun içi dolunca bir başka yere açılır, üzeri toprakla örtülür gibi. Ama biz meslek insanları olarak, böyle bir şey acaba hastalık yayar mı, biz böyle bir tasarımı ortaya çıkartırsak siz halk sağlığını tehdit ediyorsunuz diye üzerimize yürürler mi falan diye epeyce bir bocaladık. Öte yandan böyle çok basit çözümleri üretmekte, afet durumlarına acil çözümler üretmekte çok hazırlıksız olduğumuzu gördüm. Sonra üniversitelerin tasarım bölümlerinin programlarına baktım. Hiç kimsenin programında halk sağlığı ve acil duruma müdahaleye yönelik programlar yok. Bunların da en hızlı şekilde geliştirilmesi gerekiyor, onu da anlamış olduk. Böyle birkaç tane seçmeli ders gibi koymuş olan var ama ne kadar ilgi gördüğünü bilmiyorum. Ama bunun acilen programa girmesi gerekiyor.
Elvan Bey'in sorusuna cevap vermek için de açıkçası ben altyapı konusunda müdahale programının ne olduğunu kesin olarak bilmiyorum. O yüzden yanlış bir cevap vermek istemem. Fakat söyleyebileceğim, ellerinden geldiğince orada duruma hâkim olmaya çalıştıkları.
Tekrar gideceğim, oradan daha net bilgi getirebileceğimi düşünüyorum, umuyorum
E.C: Tuvaletler konusunda, uluslararası insani yardımla ilgili yayınlara, dokümanlara bakarsanız ki bunlar oldukça kolay ulaşılabilir dokümanlar, bu tuvaletlerin nasıl yapılacağı ve hijyenin nasıl sağlanacağı konusunda son derece pratik, savaş alanlarında, Afrika'da, şurada, burada filan bile uygulanabilecek bir sürü yöntem var. Afet yönetiminden sorumlu olan bir kuruluşun içinde hijyen sağlamayla ilgili böyle bir birimin olması ve ihtiyaç anında, bu afette görüldüğü gibi bu birimin hemen bu bilgiyi oradaki insanlarla paylaşıp bu altyapıyı oluşturması gerekir diye düşünüyorum. Yani bu kadar muamma bir bilgi değil bu. Bakın mesela, bu tuvaletlerin nerelerde kurulması gerektiği, hijyeni sağlanması için ne yapılması gerektiği, kişi başına ne kadar olması gerektiği, bunların hepsi var. Ve çok basit. Sizin de söylediğiniz gibi, işte çukur kazarak, foseptik olarak, değişik yöntemlerle, alternatif çözümler de getiren bir sürü örnek var. Bu afete müdahaleden sorumlu olan kuruluşun ve de tabii ki bu alanda çalışan sivil toplum kuruluşlarının bence bilmesi gereken bir konu. O yüzden hani durumun bu kadar uzun süredir sorun olmasını da anlamakta zorluk çekiyorum.
Şu anda rehabilitasyon aşamasındayız
T.H: Yani haklısınız. Muhtemelen Akom'un bilgisinde vardı bu. Onlar belli noktalarda bunu sağlamışlardır. Fakat sivil yapılanmalar, işte birdenbire yardım etmek için ortaya atılan tasarım grupları falan bu bilgiden yoksundu. Bilgiden yoksun olmak belki o kadar korkunç değil ama nereye başvuracağımızı da bilmiyorduk. Bence o daha büyük bir problem. Onları artık öğrenmemizin vakti geldi.
Y.Y.: Evet bir yandan da herkes bir şey yapmaya çalışıyor. Bilgiye ulaşamıyorsunuz. Nerede ne ihtiyaç var onu çözemiyorsunuz. Bir tasarımcı refleksiyle sahadaki pratikler örtüşmeyebiliyor. Ben de onunla ilgili soracaktım. Ben Muzaffer Tunca'nın bahsettiği yarışmaya dair hiçbir bilgi sahibi değilim. Çok merak ettim, bakacağım. Acil durum, geçici barınma ünitelerinin depolanmasıyla ilgili bir ihaleyle sonuçlanacak bir yarışma mıydı bilmiyorum. Size şunu sorabilirim; bu tür mesela geçici barınma alanlarında da aslında tipleşmeden ziyade farklılaşmayan, daha esnek zamanlarda kullanılabilirliğe ve o ihtiyaçların farklılıklarını da gözetebilecek tasarımlar göz önüne alınır ki işte bir sene, sene değil gerektiğinde daha uzun süre barınabilsin. Şu bahsettiğiniz mutfak çadırı beni çok etkiledi mesela ya da işte dolma sarma pratiği. Sosyal medyada bu tuvaletlerle ilgili genellikle daha klozet gibi kompost tuvaletler götürüldüğüne dair bir konuşma görmüştüm. Fakat, bölgede yaşayanlar daha helal taşı gibi kullanımların pratiğine sahipler, hani örtüşmeyebiliyor pratikle uygulama. Biraz bu yerinden öğrenme, bu daha esnek ve dönüştürülebilecek bir geçici barınma tasarımı. Bahsettiğiniz gibi modüler olması, çoğalması, dönüşmesi. Yani siz mimar olarak ne düşünüyorsunuz bununla ilgili?
T.H: Şimdi iklimsel olarak mesela Adıyaman'la Hatay birbirlerinden çok farklı yerler. Hakikaten de biz bir geçici barınma alanını tasarladığımız zaman aslında Hatay ve Adıyaman için ya da Malatya için aynı çözümü önermemeliyiz. Zaten demografik yapılar da farklı orada, insan yapısı ya da toplumsal ilişkiler de çok farklı. Bir yerde bulduğumuz davranışı bir başka yerde bulamayabiliriz. Yani yerelliğin aslında geçici çözümler için bile ne kadar önemli olduğunu fark etmek çok ilginç bir durum. Öte yandan elimizde hiçbir şey kalmadığı zaman, yani sadece yeryüzü ve biz olarak kaldığımız zaman, çözümü üretmeye nereden başlayacağımızı edemiyor olduğumuzu görmek de çok şaşırtıcı bir durum bence. Ben bu tuvalet meselesini mesela anneme anlattım. Benim annem de mimardır. Şu anda kendisi seksen sekiz yaşında. Türkiye'nin birçok yerini dolaşmış, 1934 doğumlu bir insan. Ona dedim ki; işte böyle bir tuvaletler üzerinde çalışıyoruz, çukur kazacağız, şöyle böyle falan. Tabii canım dedi, ne düşünüyorsunuz bu kadar üzerinde, benim çocukluğumda da bahçenin ucunda öyle bir yer vardı, oraya giderdik, sonra üstünü doldururduk dedi. Yani onun için o kadar basit olan bir şey bütün hayatını şehirde geçirmiş olan bizler için büyük bir bilinmezlik haline dönüşebiliyor hakikaten de.
Mesela bu geçici konutlar için; gündüz gece ilişkileri, kaç saat içinde otururuz, kaç saat dışında kalırız, mahremiyetler nasıl kurulur, oradaki donatılar nasıl oluşturulmalı? Çünkü gerçekten de kısa süre deniyor ama onun için de çok kısa süre kalınmıyor, yani iki seneyi falan geçiyor belki. Şimdi yeni yapıların yapılmasından bahsediliyor. Yani elimizdeki bütün olanakları en iyi şekilde seferber etsek bile bu miktarda insanın bir senede o evlere yerleştirilemeyeceğini hepimiz biliyoruz. Eldeki olanaklar o kadar değil zaten. Daha uzun kalacaklar. O yüzden de mesela, benim için güven verici, daha basit, yaşanabilir ve bir aidiyet duygusu da verecek, aman bir an önce şu iş bitsin, kurtulalım falan gibi değil de o aidiyet duygusunu kuvvetlendirici yapıların oluşturulması gerektiğine inanıyorum.
G. E: Evet son derece önemli bilgiler veriyorsun. Değerlendirmeler yapıyorsun Şimdi küçük bir ara verelim. Müzik parçamızı dinleyelim. Ondan sonra da hemen bir kayıt dinleteceğiz.
6 Şubat depreminde Antakya'da anne ve babamı kaybettim. Binlerce insan en sevdiklerini, eşini, dostunu, kardeşini, annesini, babasını, evladını kaybetti. Kentlerimiz yıkıldı. Yasımızı yaşayamadık. Hiç kimsenin elimizden alamayacağı, kederimizi ve öfkemizi birlikte güzel yarınlara taşıyabilmek için, hayata açılan her pencerede bir mum yakalım. Yasımızı, acımızı, öfkemizi, birlikte paylaşalım. Yitirdiğimiz canlar için, acımızı paylaşmak için bütün bir toplum olarak bu kederi daha mutlu yarınlara taşıyabilmek için depremin birinci ay dönümü olan 6 Mart Pazartesi akşamı saat dokuzdan itibaren Pencerende Bir Mum Yak. Enkazın altında ölüme mahkum olan canlarımız, yıkılan kentlerimiz, sökülen güllerimiz, susan kuşlarımız, tarifsiz kederimiz için. Elimizden kimsenin alamayacağı şeyi ortak geleceğimizi bir insanlık mirası gibi uzun yarınlara taşımak için sen de Pencerende Bir Mum Yak. 6-16 Mart her akşam 21.00.
G.E: Evet. Bir kampanyadır bu ve bu akşam saat 21.00’dan itibaren pencerelerimizin önünde bir mum yakabiliriz. Açık Radyo’dayız. Altın Saatler Programı deprem özel yayınındayız. Ve konuğumuz İstanbul Kent Konseyi Başkanı Tülin Hadi.
"Çadıra hala erişemeyenler de var"
Y.Y.: Evet bu barınma meselesini konuşuyorduk. Bu konu üzerine çok detaylı uzun programlar da gerçekleştirebiliriz. Sizin değerli izlenimlerinizi, görüşlerinizi alıyorduk. Bir acil barınma dediğimiz bir mesele var, anında afet sonrasında insanların kalabileceği. Bir de geçici barınma alanı dediğimiz alanlar var. Bu böyle bir senelik, iki senelik gibi düşünülmemeli, daha uzun soluklu ve bölgedeki farklı ihtiyaçları da karşılayabilecek farklı alanlar olmalı bunun için diyordunuz. Tuvalet gibi çok basit bir örnekten bahsediyordunuz. Peki orada gördükleriniz nasıldı? Çünkü bize gelen görüntüler; etrafı çitlerle çevrili, daracık bir koridorun etrafında dizilmiş çadırlar. Ama ona rağmen insanların biraz onları değiştirdiğini dönüştürdüğünü anlatıyordunuz. Çok etkileyici. Peki orada nasıldı hayat? Yani bize gelen görüntüler böyle bir kamp düzeninde çok rijit alanlardı ama…
T.H: Şimdi rijit düzende kamplar olduğu gibi mahalle aralarında kurulmuş olan yerleşimler de var. Yani insanlar evlerine girmiyorlar. Fakat yolun kenarında arabalarını park eder gibi bu defa çadırlarını dizmişler arka arkaya. Sandalyelerini çıkartıyorlar, önünde toplaşıyorlar, bir araya geliyorlar, sohbet ediyorlar, konuşuyorlar. Çadırlarına girip çıkıyorlar. Böyle yerleşimler de var. Yani her taraf kurallı ve kontrol altında geçici ya da acil durum barınaklarından oluşmuyor. Çadıra hala erişemeyenler de var. Kendi imkanlarıyla naylonlar ya da battaniyeler örterek barınaklar ya da kendilerini koruyacak örtüler oluşturmuş olan kişiler de vardı. Fakat buna rağmen hiç vazgeçmedikleri şey gerçekten de mutfak çadırı. Çok dikkatimi çekti gerçekten. Ölçek olarak büyük olduğunu da söylemem gerekiyor. Ekipmanları da yerli yerinde. Bir yerleşik ev mutfağı kadar değilse bile epeyce çeşitlenmeye imkân veren, yani mutfak becerisini çeşitlendirecek, üretimini çeşitlendirecek ekipmanları mevcuttu. Bu geçici barınmaların yapılabilmesi için tabii alan çok önemli. Onun kimin vereceği, kimin sunacağı, hangi koşullarda var olacağı. Aslında o alan problemi çözümlense bence o geçici barınma da daha hoş bir şekilde halledilebilir.
Y.Y.: Evet Elvan Can Tekin'in bununla ilgili soracakları, ekleyecekleri vardır. Ama ondan önce benim çok merak ettiğim bir konuyu daha sormak istiyorum. Halen bir çadır problemi var diyorsunuz. Bir bizim daha basında gördüğümüz, haberlerde gördüğümüz gibi daha rijit kamp gibi düzeni olan yerler var. Ama insanlar da mahalle aralarında, çadırlarında koyuyorlar diyorsunuz. Yani burada böyle bir büro var, siz başvuruyorsunuz, on kişi biz burada kalacağız mı diyorsunuz? Size bir yer mi tahsis ediliyor? Nasıl oluyor bunun prosedürü?
T.H: Şimdi ben farklı farklı yerler gördüm. Mesela bir yerleşim vardı, üzerinde hep AFAD'ın logoları vardı. Başka bir yer vardı, üzerinde o logolardan yoktu. Evet insanlar gidiyorlar, çadır talep ediyorlar ve birbiriyle anlaşan kişiler yan yana yerleşiyorlar. Bir de dediğim gibi kendi olanaklarıyla yapanlar var. Fakat bu çadırların içinde kalabalık kalıyor insanlar. Mesela ben bir çadır gördüm, dediler ki biz burada yirmi kişi kalıyoruz.
G.E: Birden fazla aile yani?
T.H: Evet birden fazla aile ya da bir büyük aile, hep birlikte kalıyorlar. Kalabalık içerisi bu çadırların. Başvurulara göre olanakları sunmaya çalışıyorlar
M.T: Peki EXPO alanı sözünü ettiniz. Geçen yıl Antakya Belediyesi bir bitki EXPO’su yaptı biliyorsunuz. O alan hem İskenderun hem Antakya'da var galiba. Bu alan kullanılamıyor mu son olarak?
T.H: Orada da var aslında kalanlar. Ama İBB'nin kendi birimleri de oraya yerleşmiş olduğu için, kendi gönüllülerinin de kaldığı yerler olduğu için o kadar büyük değil. Oradaki çadırlar daha seyrek aslına bakarsanız. Yani böyle geniş nizama sahip bütün çadırların yoğun biçimde bir arada olduğu yerler EXPO alanlarında değil. EXPO daha çok lojistik ihtiyaçları
biriktirmek, mobil araçların yerleşmesi için kullanılan ve bir miktar çadırın bulunduğu yerler.
Yani hizmet üretmek üzere düzenlenmiş olan yerler.
G.E: İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin oradaki çalışmalarının bir vadesi var mı? Yani şu kadar zaman bulunacağız şeklinde.
T.H: İhtiyaç olduğu sürece.
G.E: Yani bir sınır yok şu anda?
T.H: Evet. Oradaki ihtiyaçları karşılayıncaya kadar evet. Orada bulunacaklar.
M.T: Peki sırf İstanbul Belediyesi mi var?
T.H: Başka da var. Mesela İzmir Büyükşehir Belediyesi de vardı. Hatta İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin bir sahra hastanesi var. İzmir'deki Eşref Paşa Hastanesi'nin kadrosunu oraya taşımışlar. Onlar da belli bir rotasyonla gidiyor tabii ki. Görüntüleme cihazları, ameliyatlar, hasta kontrolleri, yani bir hastanede yapılabilecek aşağı yukarı her şeyi İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin hastanesinde yapıyorlar. Hatta bizim kent konseyinden orada bulunan arkadaşlarımız ki bir tanesi hem Antakyalı hem de Tabipler Odası'nın temsilcisidir, Demet Parlar, Tülin Hanım biz de büyükşehir belediyemize ısrar edelim, bizim de böyle bir hastanemiz olsun dedi. Bir afete göndermek tabii ki çok iyi ama İstanbul'da da belediyenin bir güçlü hastanesi olsa ne kadar iyi olur dedi. Aslında bunlar geçmişte varmış, fakat işletme zorlukları sebebiyle hepsi bu son yirmi yıl içinde merkezi hükümetin kontrolüne devredilmiş.
G.E: Evet ama o sahra hastanesi değildi diye biliyorum. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı bir hastane vardı ama sahra hastanesi değildi.
T.H: Değil.
M.T: İzmir'de de baskı oldu Aziz Kocaoğlu döneminde. Aziz Kocaoğlu diretti ve hastaneyi sürdürdü.
E.C: Geçici barınma meselesini bir kenara bırakırsak, çünkü orada söylenecek bir sürü şey var, geçici barınma uluslararası standartlara baktığınızda kamp düzeni içerisinde yaklaşık adam başı kırk beş metrekarelik filan bir alan ister. Ona göre planlanması lazım. Bir insanın rahat, mahremiyetini filan da sağlayacak şekilde yaşayabilmesi için de üç buçuk metrekare filan gibi bir yer gerekir. Yani acil barınmada üç buçuk metrekareyi düşünmek lazım, ona göre ayarlamak lazım çadırları. Siz yirmi kişi bir çadırda yaşıyor diyorsunuz. Bu standardın yanına bile yaklaşamıyoruz. Onun için bu noktada çok ciddi bir problemin olduğu zaten açık. Depremden bir ay geçmiş, 20’sindeki depremin üzerinden de on beş gün geçmiş, artık acil barınma sorununun çoktan aşılması gerekiyordu diye düşünüyorum. Benim hatırladığım kadarıyla Hatay Kent Konseyi oldukça eski ve çalışan bir yapıdaydı. Siz oraya gittiğinizde İstanbul Kent Konseyi Başkanı olarak onlarla bir ilişki kurabildiniz mi? Onların durumu ne? Neden soruyorum, çünkü bütün bu faaliyetler, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin faaliyetleri olsun, AFAD'ın faaliyetleri olsun yahut oraya giden sivil toplum kuruluşlarının faaliyetleri olsun, bütün bu faaliyetlerde bir şekilde oradaki yerel kişilerin kullanılması, o işin içine dahil edilmesi, bir şekilde onların da aktif hale gelmesinin sağlanması çok gerekli. Burada kent konseylerinin rolünün büyük olacağını düşünüyorum, eğer işlevlerini doğru yerine getirirlerse. Bu alanda var mıydı sizin karşılaştığınız?
T.H: Bu görüşünüze katılıyorum ben. Orada yerel olan örgütlenmelerin belli yapılanmalarının son derece işe yarayacağına ve aslında onların en başta aktif olması gerektiği fikrine katılıyorum. Ben orada Kent Konseyi Başkanı Nevide Kimyon ki kendisi de hekimdir, diş hekimidir bu arada, onunla orada bir araya gelmedim. Fakat öncesinde telefon görüşmelerimiz oldu. Onlar da aslında, nasıl belediye çalışanları ya da orada acil kurtarmada çalışacak olan insanlar kendi çevreleriyle ilgilenmek zorundaysalar Kent Konseyi'nde de öyle bir durum var. Mesela kent konseyinin engelliler meclisi başkanı ailesiyle birlikte İstanbul'da, eşinin beli kırılmış, ameliyat oldu, çocukları buraya geldi. Onlara bir yer bulmak için yardımcı olduk biz. Böyle şeyler yapabiliyoruz. Yani şöyle söylemek istiyorum aslında; zaman geçtikçe yapılabilecekler, koordinasyonlar ve verilebilecek desteklerin de niteliği değişecek. İlk an farklı, sonrası daha farklı.
Aklımızda birtakım konular var. Nevide Hanım'la birlikte bir ortak platformda bir aradayız. Mesela Hatay kent belleğinin bir araya getirilmesi, oradaki mirasa sahip çıkmak aşamasında katılımın yaratılabilmesi. Bunlar için birlikte ortak çalışmalar yapabileceğimizi düşünüyorum. Mesela bizim İstanbul'da uyguladığımız bir katılım kafe modeli vardı, orada bir benzerini yapabileceğimizi düşünüyorum. Vakti geldiği zaman, insanlar bunlardan konuşmaya hazır olduğu zaman büyükşehir belediyesi orada bulunan çözüm merkezi araçlarıyla bize destek sağlayabileceğini söyledi. Hatta böyle bir çalışmadan çok memnun olacaklarını söylediler. Çünkü onlar da kenti ayağa kaldırma aşamasında katılımın önemli bir ayak olduğunu düşünüyorlar. Böyle bir ilişki kurabildik biz. Ama şunu söylemem lazım; İstanbul Kent Konseyi'nin içinde oralı olan arkadaşlarımız var. Onlarla sürekli irtibat halinde olarak, onlar üzerinden ilişkileri sağlayarak, onlar üzerinden ihtiyaçları anlayarak buradan desteği sağlayarak ilerliyoruz sürekli olarak.
G.E: Evet buradan hareketle ben hemen İstanbul Kent Konseyi'nin deprem bölgeleriyle ilgili yürüttüğü çalışmalara geçmek istiyorum programımızın son bölümünde. Neler yaptınız? Bir de tabii ki arada şunu da merak ediyorum; yeniden gideceğim dediniz, yeniden gitmeden önce nasıl bir hazırlık yapmayı düşünüyorsunuz? Özellikle bu konuştuğumuz konularda. Bir hazırlıkla mı gidilecek? Öyle bir plan mı söz konusu?
T.H: Evet. Şimdi tabii bir sefer gitmek hiçbir şey için yeterli değil. Bu bir gözlem gidişiydi. İkinci defa gittiğimiz zaman çok daha farklı şeyler olacak. Belki kafamızda bir takım olgunlaşmaya doğru giden projelerle oraya gidiyor olacağız. Proje demek de biraz büyük bir şey aslında ama, orada yaşamı yeniden oluşturmak için tohumların nasıl serpileceğine dair
birtakım hazırlıklarla gidiyor olacağız. Antakyalı ve Hataylı arkadaşlarla irtibat halindeyiz. Bunları olgunlaştırmaya çalışıyoruz. Onların dışında olan yerler de var. Mesela Mersin'deki arkadaşlarımız, onların kurmaya çalıştığı gene toprak, toprağın ürünü, mutfak üzerinden gelişen fikirler, bunun için İstanbul Kent Konseyi'nin verebileceği katkılar, oluşturabileceği gönüllü desteği gibi fikirler de var.
Depremin başından bu yana aslında tabii şöyle bir şey oldu; öncelikle gönüllülerin seferber edilmesi. Halen orada kalan arkadaşlarımız var. Depremin ilk haftasından beri oradalar.
G.E: Kent Konseyine dahil olan arkadaşlar mı?
T.H: Evet. Lojistik merkezinden mesela birtakım ihtiyaçları alıp daha uzaktaki noktalara taşıyorlar. Oradakilerin, bu bize gerekmez, alın bunu başka yere götürdün dediklerini heba olmaması için alıp başka bir noktaya taşıyorlar. Oradan bildirilen bir ihtiyacı lojistik merkezine bildiriyorlar. Gözlemlerini aktarıyorlar. Böyle bir çalışma var. Öte yandan dediğim gibi uzaktan yapılabilecek şeyler var. Mesela bu hafıza çalışmasının bir kısmı orada ama bir kısmı da burada. Yani insanlar başka şehirlere dağıldıklarına göre bu sadece İstanbul Kent Konseyi'nin değil ama bulundukları yerden ayrılmış olanların gittiği her şehirde, oradaki kent konseylerini yapabilecekleri bir iş. Tabii biz İBB Hatay'da bulunduğu için ilk önce oraya gittik. Ama mesela bizim Maraşlı ya da Malatyalı üyelerimiz de var, gönüllülerimiz de var. Önümüzdeki haftalarda Maraş'a Malatya'ya ve Adıyaman'a da gideceğiz hep birlikte. Oralara da nasıl destek sağlayabileceğimize bakacağız. Şimdilik planda olanlar bunlar.
Y.Y.: Evet. Kent Konseyi aynı zamanda pek çok farklı paydaşla ve pek çok farklı meclisle çalışıyor. Yani dinleyiciler için bunu tekrar vurgulamak önemli diye düşünüyorum. Biraz da böyle paydaşlarınız neler üzerinde düşünüyor, neler yapıyor, olası ittifakları bir araya getirmek için benzer işler yapanlar kimler? Bu türde, konseyin yörüngelerinde de başka bir sürü iş yapanı bir araya getiriyorsunuz değil mi, onu da açıklar mısınız?
T.H: Açıkçası farklı sivil yapılanmaları birbiriyle ilişkilendirmek konusunda epeyce aktif olduk. Yurt dışında ve buradaki mesela dijital alanda çalışan bir grupla inşai faaliyetler hakkında çalışan bir grubu birbiriyle ilişkilendirmek veyahut da tarım ürünlerini birtakım zincirlere aktarabilecek olanlarla hazır mutfak üreten firmaları bir araya getirebilmek gibi
faaliyetler için sürekli koordinasyon içinde olduk. Belki de bunu yapmak yapılabilecek başka bir sürü şeyin yanında epeyce de önemli bir iş diye düşünüyorum. Yani Hem İBB'ye destek olmak bu konuda, onların da destek alabilecekleri birtakım noktaları bulmak, yakalamak, onlarla ilişkilendirmek hem de diğerlerini birbiri arasında ilişkilendirebilmek. Aslında Kent Konseyi zaten her zaman böyle çalışıyor. Şimdi bizim ilişkide bulunduğumuz gruplar özellikle sağlık alanındaki konularla ve çevre alanındaki konularla çok ilgililer ve hassasiyet gösteriyorlar. Biliyorsunuz deprem bölgesinde toplam yirmi dört bin kadının doğum yapmak üzere olduğu bilgisi vardı. Bu bebeklerin bir kısmı doğmaya başladı. Yeni doğan bebeklerin aşılanması mesela; böyle anne çocuk sağlığı konusundaki hizmetlerin verilmesi çok önemli. Öte yandan moloz yığınları duruyor. Bu asbest meselesi, molozların nereye döküldüğü, ilk anda bir yere taşınmış molozlar ama bundan sonra bir takım güvenlik önlemlerinin alınması gerekiyor. Ve şimdi meteorolojinin önümüzdeki hafta şiddetli rüzgarlar ve fırtınalar olacağı şeklinde uyarısı var. Oraya gittiğimde iyi ki şu anda rüzgâr yok ve bu molozlar sakin sakin duruyor diye aklımdan geçmişti. O haberi okuyunca keşke aklımdan başka bir şey geçirseymişim diye de düşündüm. Yani oradaki toz kalkacak, sağa sola gidecek. Bunun insanların ciğerlerine yapışacak olması bir yana bunlar tarım arazilerine doğru da sürüklenecekler. Yeni felaketlerin önüne geçebilmek epeyce kafa kurcalayan bir konu.
G.E: Peki o zaman, İstanbul Kent Konseyi'ne dinleyicilerimiz nasıl destek verebilirler? Sizi nasıl izleyebilir, takip edebilirler. Herhalde sosyal medya hesaplarınız var. Aynı zamanda siteniz var.
T.H: Evet. İstanbul Kent Konseyi'nin bir web sayfası var.
Oradan ulaşabilecekleri gibi ayrıca instagram ve twitter üzerinden sosyal medya hesaplarımızı da takip edebilirler. Facebook'ta da varız ama instagram ve twitter çok daha aktif. Tabii ki çeşitli sivil toplum örgütleri, hepsi bizim doğal üyemizdir, her türlü işbirliği için daima bizim kapımızı çalabilirler. Biz hem onları kendi aralarında ilişkilendirmek hem de yerel yönetimlere destek olmalarını sağlamaktan çok mutluluk duyacağız. Bu arada biz diğer kent konseyleri aracılığıyla, sadece İBB'yle değil mesela Ankara Büyükşehir Belediyesi'yle, İzmir Büyükşehir Belediyesiyle, Mersin Büyükşehir Belediyesiyle de rahat ilişkiler kurabiliyor, onların da aktive edilmesini sağlayabiliyoruz
G.E: Zaten biraz önce bahsetmiş olduğunuz ağ, kent konseyleri ağı değil mi?
T.H: Evet. Onlar için de yardımcı olabiliyoruz. Mesela tarım ve hayvancılığa dair ürünlerin değerlendirilmesi, o konuda alınabilecek önlemler konusunda İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin yanı sıra Ankara Büyükşehir Belediyesi de yem desteğini
sağlamak konusunda bizim gönüllülerimizin sunmuş olduğu geri bildirimleri değerlendirdi.
G.E: Evet. Şu an itibariyle özellikle deprem bölgelerinin ihtiyaçları konusunda dinleyicilerimize vermek istediğiniz mesaj var mı?
T.H: Şimdi aslında son derece hayati fakat akla gelmeyen çok ilginç şeyler var. Bunları yerelle ilişki sağlayarak öğrenmek gerekiyor. Bizi arayabilirler. Örneğin hijyen paketlerinden bahsedildi. Bunlar oraya gidiyor, havlular gidiyor, petler gidiyor, bebek bezleri gidiyor, sabunlar gidiyor falan. Biz oraya gittiğimizde birisi tırnak makası ihtiyacından bahsetti. Yani insanlar artık kendilerine bakmak, tırnaklarını kesmek, saçlarını kestirmek istiyorlar. Yani iş sadece yıkanmak, elini yüzünü yıkamak, banyo yapmakla bitmiyor. Bakım için böyle şeylere de ihtiyacımız var. Mesela yerelde birisi gönüllü olmuş, Demiş ki benim manikür pedikür dükkanım vardı, yıkıldı, yıkıntılar altında kaldı. Bana alet edevat verirseniz, bir yer gösterirseniz ben bu bakımları yapabilirim. Bunlar çok önemli şeyler gerçekten ama ancak insanların ihtiyaçlarını duyduğunuz zaman anlayabiliyorsunuz, yakalayabiliyorsunuz.
G.E: Çok doğru. Peki, Tülin Hadi mimar aynı zamanda. Bu aklındaki birçok soruyu bir mimarlar grubuyla da paylaşıyor mu? Öyle bir meclisi de var mı?
T.H: Var, evet. Birçok mimar, tabii ki bu olay yaşanınca biz ne yapabiliriz diye aramaya başladı. Hem deprem bölgesi için hem de yaklaşmakta olan İstanbul depremi için biz ne yapabiliriz, nasıl katkı sunabiliriz diye. Fakat mimarlık çok işe yarayan, çok hayati fakat biraz da hantal bir iş. Yani ihtiyacı bilmeniz gerekiyor. Kimin için ne yaptığınızı bilmeniz gerekiyor. Alanınızı bilmeniz gerekiyor. O kadar çok veriye ihtiyacınız var ki. Acil durum için bile çok ağır kalabiliyor. Bizim en çok aramızda tartıştığımız konulardan bir tanesi bu. Mesela siz de konuk ettiniz. Maraş'taki Kaf Grubu.. Bir planlamanın altlığından bahsediyorlar. Aslında bütün bunlar olmadan mimarlık kendi başına gelip bir şeyler üretemiyor. Çok yanlış işler yapıyor ya da dayatıyor, diretiyor olabilir kendi başına. Bunlar da aslında böyle bir şey yaşanırken hiç hoş değil, en uzak durmamız gereken tavırlar. Dolayısıyla mimarlar hem yapabileceklerini düşünürken bir yandan da kendi mesleklerinin bu tip sorunlarını sorgulamaktalar. Burada tasarım alanında çalışan bütün yapılanmalar, serbest mimarlar, dernekleri kendi aralarında çalıştaylar düzenliyorlar. İç mimarlık alanında çalışanlar, endüstriyel ürün tasarımcıları hepsi bu konuda bir şeyler sunabilmek için hazırlar ve fikir üretmeye de devam ediyorlar.
G.E: Evet buradan çıkacak olan sonuçlar tabii ki şu andaki sorunları önlemeye yarayacağı gibi gelecekte gerçekleşecek olan depremlere ilişkin de çok ciddi önlemlerin alınmasına neden olabilir. Özellikle de İstanbul'da yürütülmekte olan çalışmalar ki biz iki ayrı programımızda İstanbul'da İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin gerçekleştirmiş olduğu toplantılara yer verdik. Oralarda nelerin tartışıldığını, konuşulduğunu ele aldık ve önümüzdeki dönemde de bunları yakından takip etmeye çalışacağız.
T.H: Benim mimarlık, mühendislik konusuyla ilgili söylemek istediğim son bir şey var. Bize çok defa İstanbul'un dışındaki yerlerden işverenler gelirler. Büyük fiyat pazarlıkları yapılır. Hep derler ki sizin burada şu kadar paraya yaptığınız şeyi ben orada on liraya, on beş bin liraya yaptırıyorum. Yani en iyimser koşullarda bile iyi hizmetin ben o rakamlara yapılabileceğini düşünmüyorum. Hatay'da görüştüğüm binası yıkılmış, zarar görmüş birkaç kişi ben mimardan, mühendisten falan hizmeti almadım, usta başı geldi, öyle yaptılar dedi. Şimdi, bir şekilde iyi mimarlık ve mühendislik hizmetinin yerelde bulunmasının koşullarının sağlanması gerekiyor. Bunun için benim aklımda hazır bir çözüm yok. Nasıl olabileceğini bilmiyorum, ama İstanbul'un, Ankara'nın, İzmir'in dışından gelerek mimarlık eğitimi alan son derece vasıflı, son derece nitelikli meslek insanları var. Onların bir şekilde kendi yereliyle ilişki kurması ya da bizlerin bir şekilde oraya daha uygun koşullarda hizmet verebilmesinin şartlarının sağlanması gerekiyor.
G.E: Çok teşekkür ederiz. İstanbul Kent Konseyi Başkanı Tülin Hadi'yle birlikteydik. Saat 18:10’da yeni bir Altın Saatler Deprem Özel Yayını’nda görüşmek dileğiyle hoşça kalın.