Deprem bölgesindeki tarihi miras alanları ve müzeler

-
Aa
+
a
a
a

Arkeolog, araştırmacı, yazar ve yayıncı Nezih Başgelen’e deprem bölgesindeki tarihi miras alanları ile müzeler konusundaki görüşlerini, uyarı ve önerilerini, kentlerin yeniden inşasında dikkat edilmesi gerekenleri danıştık.

Anadolu Ajansı
Deprem bölgesindeki tarihi miras alanları ve müzeler
 

Deprem bölgesindeki tarihi miras alanları ve müzeler

podcast servisi: iTunes / RSS

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.) 

Gürhan Ertür:
Bugünkü programımızın konuğu Kültürel ve Doğal Mirası İzleme Platformu yöneticisi arkeolog, editör, Nezih Başgelen. Nezih Bey, hoşgeldiniz efendim programımıza, merhaba.

Nezih Başgelen: Davet ettiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Ben de bilgilerim, deneyimlerim ve gözlemlerim çerçevesinde bu konuda sizlerle birlikte olmaya gayret edeceğim.

G.E.: Sağolunuz efendim, katıldığınız için çok teşekkür ederiz. Bu arada Argun Yum da aramıza katıldı. Nuray Hocam, Muzaffer Tunçağ, Argun Yum, hoşgeldiniz sizler de. Evet, Nezih Başgelen ile deprem bölgesindeki kültürel ve doğal miras alanları, kültür varlıkları ve müzeler konusundaki görüşlerini, gözlemlerini, önerilerini konuşuyor, kentlerin yeniden inşasında dikkat edilmesi gerekenleri kendisine danışıyoruz. Ben ilk sözü hemen Muzaffer Tunçağ'a veriyorum.

Muzaffer Tunçağ: Teşekkür ederim. Hoşgeldiniz Nezih Bey biliyorum ki bölgeyle ilgili geçmişte değerli çalışmalar yaptınız. 6 Şubat felaketinden sonra da bölgede tarihi mirasımız, emanetler, bize kalan emanetler, eserler konusunda yıkımlar olduğunu biliyoruz. Bu konuda görüşlerinizi, gözlemlerinizi aktarabilir misiniz lütfen?

N.B.: 6 Şubat depremleri dokuz saat arayla iki tane, yedinin üzerinde, biri 7.7, diğeri 7.6 olarak en son raporlamalara geçti. Depremin olması sıra dışı bir olay. Aslında bu depremlerin olduğu nokta da Afrika'dan başlayan ve gerçekten Orta Doğu'yu şekillendiren tarih boyunca da yani bildiğiniz tarih öncesinden itibaren de geliyor. Büyük risk vadisinin bir uzantısı olan bir fay kırığı bu, inanılmaz, 6000 kilometreyi bulan bir fay kırığından söz ediyoruz. Bu gerçekten bildiğiniz jeolojik zamanlardan bugüne kadar bölgenin biçimlenmesini ve bu tipte büyük depremleri tetiklemesine neden olan büyük bir doğa yarığı. Bunun Ölüdeniz'den Kahramanmaraş'a kadar olan kısmına biz ‘Ölüdeniz Fayı’ diyoruz ve ilk deprem, daha doğrusu 6 Şubat depremleri bu fay kırığıyla bağlantılı. Bunu da özellikle yazılı kaynaklarda Helenistik dönemden itibaren, bölgede bildiğimiz çok büyük yıkıcı depremlere yol açan bir kırık olarak tarihte yerini almış, inanılmaz. Bunların büyük bir kısmı Amik Ovası'nı etkilemiş, bir kısmı İslahiye Ovası'nı olduğu gibi yıkmış, diğerleri Antakya merkezli, Halep merkezli ve diğer merkezli olarak da tarihte yer alıyor. Yani geriye dönüp baktığımızda depremlerin tarihselliğini irdelediğimizde sayıları 240 bini, 250 bini, 260 bini aşan can kayıplarıyla, hatta M.S. 115’teki İmparator Trajan’ın yardımcısı, daha sonra imparator olacak Hadrianus’la birlikte Antakya'da bulunduğu sürede vuku bulmuş. Tüm ordu da orada olduğu için, bütün lejyonlar da olduğu için ciddi can kayıplarıyla sonuçlanmış. Bunları biliyoruz ama bizim gördüğümüz bu iki tane arka arkaya deprem bir de 20 Şubat'ta merkez üssü Hatay, Yayladağı olarak kayda geçen 6,4 ve 6’nın üstü artçı depremler bölgenin topoğrafyasını değiştiren, coğrafyasında bugüne kadar rastlamadığımız şiddette, büyüklükte can kayıplarına ve şiddetli yıkımlara yol açtı. Bu, 11 ili kapsadı ve 11 ilde Türkiye'nin kültür coğrafyasında çok önemli kalıntıların, ören yerlerin, arkeolojik değerlerin, tarihi anıtların ve sitlerin olduğu bir yoğunluk gösteriyordu. Şimdi tabii ilk önce bütün devlet, hükümet birimleri can kayıplarına, canlı kurtarmak, enkaza ulaşabilecekleri herkesi çıkarmaya çalıştılar. Ama görüldü ki bunlar yapılırken bir diğer taraftan da buradaki bildiğimiz, tarih çağlarından bugünümüze gelen ve bölgeye karakterini kazandırmış inanılmaz bir kültür envanteri de enkaz halinde. Tabii burada can kurtarmanın yolu, yordamı, yöntemi yapılacakların prosedürleri farklı. Ama atıyorum, çok önemli bir inanç merkezinin odağı olmuş, her dönemi yaşamış, örneğin Habib-i Neccar külliyesi ya da diğer dini cemaatlerin büyük ilgi odağı olmuş yapıların durumları ise hiç de iç açıcı değil. Ama burada normal sivil enkazlara yönelik yapılanların, burada hiçbirinin uygulanmaması lazım. Bir kere tarihi yapıdan düşmüş olan her türlü molozun itinayla korunması, kaldırılması gerekiyor. İkincisi, dokuları bozacak şekilde, onların çevresindeki bütünlüğü bozacak nitelikte müdahalelerde bulunmamak, ayrıntılı tespitler yapmak. Her türlü bilgiyi, belgeyi deprem sonrasındaki verilerle deprem öncesi verileri buluşturarak da bir doğru yol haritası çıkartmak lazım. Burada durumumuz ne? İsterseniz ben size bir genel döküm yapayım çünkü her gün güncelliyorum. 7 Şubat'tan beri bölgeden gelen her türlü veriyi izliyoruz. Zaman zaman bölgeye gidip görme imkanlarını devreye sokuyoruz ama Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), bir sürü bölgeye şu ana kadar girilmesine izin vermiyor. Hatta Ankara'dan bazı temaslar sağlayıp daha önce bildiğimiz anıt ve ören yerlerinin durumlarını görmek için başvurduğumuzda, şu anda o konuda sahadaki hassas çalışmalardan dolayı AFAD'ın bu konuda gerekli kolaylıkları göstermediği de vaki. Ama şu anda da arkadaşlarımız, hatta bildiğim İstanbul'dan çok sevgili öğretim üyesi arkadaşlarımız bölgede. Hatta sabahleyin Karatepe'deydiler, oradaki meşhur beton üst örtünün ne durumda olduğunu gözleyeceklerdi. Mesela bugün benim ulaşabildiğim bir bilgiyi sizle paylaşayım. Biliyorsunuz İslahiye Ovası hem İslahiye merkez olmak üzere çok önemli tarihi kalıntılarla doluydu ve İslahiye'nin kendisi, merkezinde de Nikopolis diye bildiğimiz bir yerleşim söz konusuydu ki modern İslahiye yerleşimi onu yutmuştu. Sadece çekirdeğindeki akropol kısmında belirli izler vardı. İslahiye dümdüz oldu, gerçekten depremin en önemli yıktığı merkezlerden biri oldu. Şimdi mesela o Nikopolis ki İssos Savaşı’ndan sonra Büyük İskender'in kurduğu adı da onun için Zafer Kenti. Nikopolis, Zafer Kenti anlamına geliyor. Böyle bir ilginç anısı olan, daha doğrusu tarihi geçmişi olan bir kent merkezi var. Şimdi ne olacak? O bütün İslahiye aynı Hatay'da olduğu gibi yeni baştan dizayn edilmesi gerekiyor. Açılan her temel kazısı ya da molozlar kaldırıldıktan sonra buradaki Roma şehrinin sonuna kadar inanılmaz derecede bölge tarihinde yer almış, stratejik olarak yer almış. Bu Nikopolis’in kalıntıları çıkacak. Daha önce arkeoloji müzesi ve Gaziantep Arkeoloji Müzesi'ne buradan stellerin, sunakların gittiğini biliyoruz buradaki nekropollerden. Ne olacak İslahiye'de? Eğer buna, bu bilgilere dikkat edilmezse, bu temel kazılarına uzman arkeolog bulunmazsa, Nikopolis Antik Kenti'nin arkeolojik açıdan kazılarak yeniden bilgi sağlanmasını engellemiş olacağız.

M.T.: Kazı başkanlıkları görevlendirildi deniyor.

N.B.: Evet. Görev ama bakın ilk önce saha, tüm sahanın hem kentsel merkezleri hem kırsal kesimleri. Burada mesela bir örnek daha vereyim. Bunu sabahleyin kontrol ettim. İslahiye Ovası'ndaki Tilmen Höyük’ünün hemen 17 km yakınında Örtülü Höyük vardır, inanılmaz büyük bir höyük. Üstünde bir köy var, Örtülü Köyü ve onun üstünde de bir kale var. Bölgedeki en görkemli, daha doğrusu ayakta kalmış kalelerden biri. Bakın hiçbir raporda yok şu anda. Sabahleyin merak ettim bölgedeki arkadaşlara da yönlendirici olmak için. O kent kapısı ne oldu? Mesela ayakta bir kale kapısı vardı, depremde tamamen aşağı inmiş, köyden gelen bilgi. Tabii bunların da kayda alınması lazım. O zaman kırsal kesimin, dağların, tepelerin kadar kalelerin olduğunu biliyoruz. Amanos silsilesinde biliyorsunuz, Çukurova'yla İslahiye'yi ayıran müthiş bir dağ kesimi var. Her açıdan zengin; doğası açısından, tarihi açısından, kültür açısından. Amanos’lardaki durum nasıl? Bunu bugün tam olarak bilmiyoruz. Ya droneları gönderip bakacağız ya da özel trekking gruplarıyla birlikte iş birliği yapılarak sahadaki durumu da bilmemiz lazım. Burada da çok önemli manastırların, dini merkezlerin, tarihi merkezlerin en önemlisi haçlı kalelerinin olduğunu biliyoruz. Şimdi bu perspektiften geriye döndüğümüzde, ben size genel bir dökümü vereyim izninizle. Malatya'dan başlayalım. Malatya merkezde Yeni Cami vardır. Malatya merkezdeki Yeni Cami, ilginçtir 1830’larda yapılan bir cami. Ondan sonra 1890’larda yanıyor. Yandıktan sonra sadece minaresi kalıyor. Minareyi bırakıyorlar ve yeniden baştan, Abdülhamit zamanında harika bir karakteri olan bir yapı olarak da yeni baştan inşa ediyorlar ve o tarihten beri de Malatya'nın simgesi oluyor Yeni Cami. Ve ilk depremde, ilk gece yarısı olan, sabaha karşı saat 04.17’de olan depremde bir hasar gördü. Ama arkasından Elbistan merkezli 7.6’lık depremde olduğu gibi bütün ana yapı, kubbe dahil çöküyor. Şerefelerin üstü yıkılıyor. İki tane minaresi kalıyor. Şimdi üç minareli, ana mekanı olmayan bir harabeyle karşı karşıyayız. Bu çok tipik bir özellik. Yani bir deprem geçirmiş olsaydık pek çok yapının ayakta kalabileceğini düşünebilirdik. Aynı diğer örneği, mesela Adıyaman'da irdeleyebiliriz. Adıyaman ve iki merkezde. Bir tanesi sevgili Muzaffer Bey hatırlayacaktır, çok da güzel bir bölge gezisi yapmıştık onlarla yıllar önce. O gezi sırasında uğradığımız Karakuş Tümülüsü, Helenistik dönem sonu eserlerinden biridir. Orayı yaptıran Kommagene Kralı II. Mithridates’in kız kardeşi, o da bir kraliçe, Orodes'in eşi olarak pakt tahtında, onunla el sıkışmasını gösteren bir stelin durduğu bir sütun vardı, tam kuzeyindedir, kuzeybatısına doğrudur Karakuş'un. Mesela o, anlaşılan yapıldığından bugüne kadar yıkılmamış ve bu ikili depremde yıkıldığını görüyoruz. Bütün o tamburlar saçılmış. Hemen Kültür ve Turizm Bakanlığı’mız kabartmayı ilk başta yerinde, daha sonra da hemen Adıyaman Müzesi'ne kaldırarak koruma altına aldı. Ama şunu gösteriyor iki bin yıldır o sütunu yıkacak şiddette bir deprem olmamış ki o ayakta kalmış. Biraz zemininde problem vardı, gidildiğinde görüyorduk. Çünkü turizme hazırlanma, bazı arkeolojik yerlerde eğer depremi öngörmüyor ve gerekli sağlamlaştırmaları yapmadan böyle anıtların etrafında yürüme yolları için belirli alanları kazıyorsanız, hemen fonksiyonel olarak, “aman turizme kazandıralım,” diyorsanız, bir de bakıyorsunuz onun statik dengesini, binlerce yıllık kalan statik dengesini olumsuz yönde etkiliyor, burada da öyle. Çünkü o yol geçtikten sonra önünü biraz daha açmışlar. Biraz daha gidip arkasını, halbuki bunu yaparken orada da tam alt kaide çok ufak müdahalelerle birazcık sağlamlaştırılsa herhalde fotoğraflara baktığımızda bu depremi de atlatabilirdi diye düşünüyorum.

Anadolu Ajansı

Mesela bu da çok önemli bir örnek. Bu tip hadiselerde nasıl davranacağız? O önemli. Onun senaryolarını revize etmemiz lazım. İstanbul için, İzmir için, Adana için... Çünkü bu üç merkezde de olası depremlerin önümüzdeki süreçte ciddi sıkıntı yaratabileceği konusunda uzman görüşleri var. Şimdi diğer taraftan baktığımızda, mesela Adıyaman merkezde de hem Ulu Cami aşağı inmiş vaziyette, hem de oradaki Süryani Kadim Kilisesi'nde de ciddi hasarların olduğunu görüyoruz. Mesela gene bir size ön bilgi vereyim. Diğer kayıtlarda olmayan, Tut ilçesinde tarihi bir köprü vardı, hemen oradaki nehrin üzerinde. Mesela onun kemeri olduğu gibi inmiş aşağıya ki bölgedeki önemli geçiş yollarından biri ve tarihi anıtlardan biriydi. Bunu da herhalde ilk kez Açık Radyo’nun programında dile getiriyor olacağız, deminki Örtülü Kalesi gibi ya da Nikopolis'teki durum gibi. Şimdi baktığımız vakit bir kere saha çok büyük. Kültür ve Turizm Bakanlığı, daha ilk saatlerden itibaren tüm kadrosuyla ki daha sonra sayısı 600 üzerinde görevliyi bütün bu 11 ilde sahaya görevlendirdi ve hepsi canla başla gerçekten bir şeyler yapmaya, bir kısmını olduğu yerde korumak için belirli şeritler çektiler, üzerlerine levhalar koydular. Diğer alanlarda da kayıtlarını tutmaya çalıştılar. Ama tabii burada kent merkezleri ayrı bir yoğunlukta, ayrı problematik bir çerçeve sunuyor. Ama en önemlisi Türkiye'nin bu bölgede çok ciddi bir kırsal kültür envanteri vardı. Sivil mimari ki mesela örnek vereyim, Balaban. Balaban konu uzmanlarının gayet iyi bildiği ve bu arada sevgili Cengiz Bektaş'ı da anmak isterim, onunla biz özellikle Balaban kerpiç mimarisi konusunda çok ciddi irdelemelerde bulunmuştuk. Balaban, Malatya yakınlarında, Malatya vilayeti içindeki kerpiç dokunun en iyi izlendiği merkezlerden biriydi. Orada çok ciddi yıkımlar var. Belirli prosedürlere göre incelenmiş envanterli yapılar var. Ama baktığınız vakit Balaban örneği yüzlerce, binlerce yerleşim, Adana'dan Fırat kıyısına, Diyarbakır'a kadar etkilenmiş görünüyor. Tabii bu incelemeleri yapmak zaman alacak. Hepsine yetişmeye hiçbir kadro gücü yetecek gibi durmuyor. Üniversitelerin devreye girmesi lazım. Mimarlık bölümlerinin, sanat tarihi bölümlerinin, arkeoloji bölümlerinin ve özellikle restorasyonla ilgili bölümlerin sahada ciddi bir programlamayla yer almasında yarar var. Şimdi gördüğüm kadarıyla onu yapmaya çalışıyorlar ama oluşturulan kurullar, oluşturulan ekipler ne kadar sahada deneyimlidir ya da istenen bu çerçevede birbiriyle koordineli nasıl bir yapı sağlayıp hepsinde doğru bir projeyi doğru bir deprem sonrası bilgi, belge ve yöntemi uygulayacaklar. O önemli bir sorun olarak önümüzde gözlemliyorum. Çok önemli girişimler var ama Malatya'daki yapılanla Hatay'da yapılanların birbiriyle de örtüşmesinde yarar var, yöntem açısından ve izleyecekleri yol, yordam açısından. Bu açıdan Antakya açık ara içlerinde en fazla etkilenen tarihi merkez olarak duruyor. Kurulduğu, daha doğrusu klasik bildiğimiz Asi Nehri yani Orontes Nehri kıyısında, Helenistik Çağ'da kurulduğundan bu yana ki bir başkent olarak kuruluyor, 2300 yıllık tarihinde bunun gibi pek çok depreme maruz kaldığını biliyoruz. Ve bunların sonunda bugünkü kentle kurulduğu dönem arasında 11-12 metrelik bir dolgu oluşmuş. Bunu nereden biliyoruz? Burada 1920-30’larda Amerikalıların çok ayrıntılı kazı çalışmaları var. Hem kentin içinde, hem yakın çevrede, hem Defne’de yani Harbiye'de, hem Samandağ'da o dünya çapında ünlü mozaikleri çıkardıkları, o mozaik müzesini kurdukları ve o dönemdeki mevzuat gereği bir bölümünün Fransa'ya, bir bölümünün de Amerika'ya götürüldüğü çok ciddi bir envanterle karşı karşıyayız. Şimdi aynı şekilde Antakya'nın kent dokusu inanılmaz boyutlarda etkilenmiş vaziyette. Bir kere yeni eklemlenmiş beton yapıların hepsi yerle bir oldu. Restore edilenlerin çoğu yerle bir oldu. Bunlar vakıf eserler ki Habib-i Neccar olsun, diğer Ulu Cami olsun, kiliseler olsun, tek başına olan Havra olsun, hepsi ummadığımız ölçülerde bugüne kadar düşünmediğimiz şiddette şeye maruz kaldı, yıkıma maruz kaldı. Şimdi bunun altından nasıl kalkacağız? Her biri için ayrı uzmanlık, her biri için ayrı bir yol haritası, her biri için doğru projelendirilmesi gereken süreçlere ihtiyaç var. Bu konuda şeffaflık ve bu konuda gerçekten gerçek anlamda liyakatlı, ehil kişileri devreye alma konusunda bu sefer en ufak bir negatifliğe şansımız yok diye düşünüyorum ya da bahanemiz olamaz diye düşünüyorum. Uluslararası çapta da, ulusal çapta da ciddi bir seferberliğin devrede olması lazım. Çünkü çok ciddi bir envanterle karşı karşıyayız. Özellikle Hatay'da olsun diğer merkezlerde olsun, bunların tekrar oranın yerel kimliğinin bir unsuru olarak eski değerleriyle o coğrafyada yer alması, belki üzerimizdeki en önemli görevlerden, en önemli misyonlardan bir tanesi.

DHA

G.E.: Bu konuda elde yeterli rol ve bilgi var mı sizce?

N.B.: Şimdi şöyle ulaşılabilir; bilgi, benim gördüğüm, Türkiye'de ‘atın önünde et, itin önünde ot’ var. Yani var bir şeyler. Yani kusura bakmayın, bu babaannemden bana nakil, bu özdeyişi kullanmayı, bu tanımı getirmeye dilim yatkın. Bir şeyler var. Ama Türkiye'de genel bir ulaşılabilir bir envanterimiz hala daha yok. Ne doğal varlıklarda, ne kültürel varlıklarda. Ben hayatımı bu alana vakfetmiş bir geçmişten geliyorum. Hatta en son Türkiye Bilimler Akademisi'nin (TÜBA) bu alandaki projesinin editörlüğünü yaptım. Ama ne yazık ki daha sonraki kadro değişimleri ya da anlayış değişiminde, o kadro mevcut yapının dışında kaldı ki biz onu çok sevgili Prof. Ufuk Esin başkanlığında, Prof. Mehmet Özdoğan'ın danışmanlığında belli bir yoğunluğa getirmiştik ve ben şunu hatırlıyorum; gün yüzü görmediğimi hatırlıyorum uzun aylar boyunca ki onların bütün altyapısını hazırladık. O Türkiye envanteri nasıl hayata geçebilir? İki pilot projesini yaptık. Biri Buldan'da, diğeri Birecik'te, Suruç'ta. O sahada, dediğim gibi, geceli gündüzlü iki yılımı verdiğimi hatırlarım. Hocalarla birlikte, çok doğru bir altyapı oluşturulmuştu ama ne yazık ki Türkiye o istikrarlı, sürdürülebilir proje disiplinine ya da etiğine sahip olmadığı için o orada kaldı, yapıldığı yıllardaki gibi kaldı, 2000 yıllarının başıdır. Ama yayınları yapıldı. O yayınları da hazırlamak için geceli gündüzlü çalıştık. Sabahlara kadar uykusuz kaldığımı bilirim. Cilt cilt o yayınlar mevcuttur. Şimdi orada bir model var. Ama Türkiye'de herkes sil baştan yeniden Amerika'yı keşfetmek için yola çıkıyor. Ben bunu bir dönem için ya da bir şey için bakmıyorum. Yani hayatım benim bu, çocukluğumdan itibaren bu çerçevede geçti. Bir valinin yaptığını diğeri sil baştan, yeni baştan yapar. Onun yaptığını olduğu gibi devre dışı bırakır. Bir bakanın yaptığını diğer bakan, ne olursa olsun, aynı yapıdan da gelse, ‘takip etme, sürdürme ya da onu amaçlanan doğrultuda götürme’ konusunda aynı anlayışı ne yazık ki sürdürmüyor. Bu, bizim yüz yıllık Cumhuriyet tarihimizin en önemli sorunlarından biri olarak duruyor. Bari burada, bu büyük deprem sonrası ve olası bundan sonraki büyük depremler öncesinde, bari bunu doğru bir sistematiğe, doğru bir envantere kavuşturalım ki başımıza bir dert geldiğinde atıyorum Adana'da, atıyorum İstanbul’da bu veriler çok çabuk devreye çıkabilsin.

Dokulara saygı duyarak yeni planlamaların, yeni restorasyon projelerinin yapılması lazım

Burada yol almamız gereken ve çözmemiz gereken ciddi bir çerçeve duruyor. Şimdi baktığınız vakit var mı? Var ama kullanamadığınız bilgi hiçbir işe yaramayan bir şeye dönüşüyor. Mesela bir örnek vereyim. Antakya konusunda ki ikinci çalışmasında bizzat yanında yer aldım, çok değerli
Prof. Doktor Ataman, kendisi ne yazık ki aramızda yok. Rahmetli hoca Antakya'ya aşık bir insandı. Gerçekten bu samimiyetle dile getireceğim bir husus, hem kendisiyle sokak sokak gezme imkanım da oldu. Belirli zamanlarda o, yayını son dönemde hazırlarken, metinleri okuma konusunda ya da belirli bilgilere ulaşması konusunda hocaya yardımcı olma fırsatını bulmuştum. Çok şey öğrendiğimi hatırlarım. Kendisi, daha çok erken dönemde Antakya'yı sokak sokak incelemiş ve özellikle bugün çok ciddi, depremde zarar görmüş dokuları, orada dokular çok önemli. Yani kalkıp da şimdi münferit yapıları onarmaya kalkıp, o dokuları unutursanız ya da onların farklı şekilde biçimlenmesine izin verirseniz, o zaman Antakya'yı tekrar öldürürsünüz, tekrar depremden daha büyük bir yıkıma uğratırsınız. Böyle bir sıkıntı var. Dokuların o kendine has somut kültürel miras ve somut olmayan, kültürel miras açısından taşıdığı değerleri tekrar bir araya getirerek, onlara saygı duyarak yeni planlamaların, yeni restorasyon projelerinin yapılması lazım. Yani bir yapıyı alıyorsunuz, hemen müteahhite verdiniz, müteahhit hemen onu kendi ölçülerine göre, kendi tecrübesine göre, proje ne kadar iyi olursa olsun ayağa kaldırmaya çalışıyor ki bir an evvel hak edişini alsın, en hassas yerde gördüğümüz kadarıyla. Yani bugüne kadar ki en büyük dert şu; bu mevzuatla geldiğiniz vakit, adam en ucuz teklifi vererek, alacak. Ondan maksimize bir karı elde edecek. O arada tarihin en hassas davranılması gereken malzemesi konusunda, yöntem konusunda, usta konusunda en iyi elemanlarını bulup çalıştırma yolunda olacak ama bunu yapmıyor, eşyanın tabiatına aykırı. Onu yapacağına başka yollar deniyor. O yollar da bize tamamen kaybettiğimiz bir kültür envanteri olaraktan dönüyor, ‘yenilenmiş’. Restorasyon dediğimiz anda tüylerimiz diken diken edildi çünkü önceki örnekleri hemen anımsıyoruz, bu tablo çıkıyor. Onun için buna, bu yola girmememiz lazım. Çünkü karşımızda ayağa kaldırmamız gereken inanılmaz bir envanter var yani öyle böyle değil. Bütün yapılarda ya tümden inmiş yere ya da kısmi hasarlı ciddi bir restorasyon ihtiyacı duyulan bir sahneyle karşı karşıyayız.

G.E.: Nezih Bey, müzelerdeki duruma da biraz değinebilir miyiz acaba?

N.B.: Tabii. Çünkü şöyle diyelim, 11 il çerçevesini ele alırsak bölgede Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne bağlı 28 tane müzesi, 22 tane de ören yeri mevcut. Bu 28 müzenin önemli bir bölümü gerçekten depreme hazırlık senaryoları çerçevesinde çok ciddi bir hasar almadan depremi atlattılar. Ama tek sıkıntı, özellikle yeni Hatay Müzesi'nin belirli bölümlerinin çökmesi nedeniyle hem vitrinlerde hem de altta sergilenmekte olan eserlerde ciddi sıkıntılar yarattı. Bunun üzerine bakanlık buradaki eserleri hemen mühürlü kutulara yükleyerek Kırşehir Müzesi'nin depolarına geçici olarak nakletti. Şimdi Hatay Müzesi'nin pek çok önemli eseri ola ki bundan sonraki artçı depremlerde sıkıntılı bir durum çıkana ya da, bu ortada çöken bir blok söz konusu, o tamir edilene kadar ya da gerekli şekilde içerideki eserlere hasar verişini belli bir noktada devre dışına alana kadar böyle bir yöntem uyguladılar. Onun dışında baktığınız vakit ufak tefek hasarlar var ama bu müzelerin çoğunda durum düşünülenin ötesinde gayet iyi durumda.

G.E.: Çok güzel bir haber tabii.

N.B.: Evet. Burada bakanlığın depreme iyi hazırlandığı anlaşılıyor bu yapılarda. Tek sıkıntı yeni müze, yeni müzenin yapıldığı yerdeki zemin problemi. Yani o vaktiyle eski Antakyalıların da uyardığı gibi. Yani bazen çok çabuk, siyasi programlar gereği bir şeyleri çok acele yaparken bazı şeyleri atlamamamız lazım. Özellikle zemin, zemin, zemin... Yani Antakya'da da, Maraş'ta da eskiler öyle deneyimler geçirerek gelmiş ki adeta DNA'larına işlemiş şekilde. “Aman oraya yapılmaz yutar,” demişler. Mesela Maraş'ın büyüklerinden, yaşlılarından hep duymuştum; “Maraş'ta ovaya yerleşilmez.” Aynı şekilde Asi Nehri’nin bu tarafında, dikkat edin uzun yıllar boyunca yapılar yapmamışlar. Hep dağa kaçmışlar, dağa doğru. Dikkat edin, Asi Nehri ile Habib-i Neccar Dağı arasına yerleşmişler. Şimdi siz tutuyorsunuz, zeytinlikleri kesiyorsunuz, o Rönesans Sitesi’ni yapıyorsunuz, zeytinlikler ya da olmadık bir yeri çok çabuk, hazır, uygun ya da başka önceliklerle, ‘rantsal’ diyeceğim izninizle. Yani o anlaşılıyor. Bazen farklı yerlere yapılması yönlendiriliyor. Bunlar büyük kamu projelerinde. Ne yazık ki tüm ülke geneline baktığımızda, karşımıza çıkan bir olgu bu, bugün için de değil. Yani 60’lardan beri hatta 50’lerden beri baktığınız vakit büyük kamu projelerinin yapılmasında ya da büyük afetlerden sonraki çok hızlı yapılması gereken yapısal faaliyetlerde bu gözlemleniyor. Bence bu süreçlerde daha titiz olmak lazım. Hem bir taraftan önceki yapımlarda yani bu bölgenin görebileceği en şiddetli depreme göre o zemin etüdünü yapıp ki yapılan etütlere ben baktım. Özellikle en son 2006’da kesinlikle bu Rönesans’ın yapıldığı yere, ne de bu müzenin yapıldığı yere yapılmaması konusunda çok ciddi bilimsel raporlar var, bunlar yayınlanmış. Bir kısmı tez halinde, bir kısmı kitap halinde, bir kısmı rapor halinde çıkmış. Demek ki biz bir bilimi kâale almıyoruz. Yani şu anda da,
bu radyoda, bir arada olduğumuz grubun diğer deneyimlerine de bakıyorum, çok önemli. Şöyle diyelim. Bir taraftan her felaket sonuçta kendi dönüşüm fırsatlarını da yaratır. Yani, ‘her şerden bir hayır doğar derler’ ya, bizim de burada bu büyük doğal felaketten sonra yapmamız gerekenler adeta yeniden kent kurma ölçeğine geldi.

Yani biz aynı Helenistik dönemdeki gibi ki o dönemde çok ciddi kurallar uygulamışlar. Bakın ne yapmışlar? Daima kesinlikle ovalara yerleşmemişler. Hiçbir Helenistik yerleşimi, Bergama dahil, ovada göremezsiniz. Hep sağlam zeminde, bütün çevreyi görecek alanlar. Bir kere tarımsal arazilere el sürülmemiş. Binlerce yıllık, belki tarıma geçtiğimiz dönemden, neolitik dönemden beri en önemli kural tarım arazilerinin, meyve, sebze yetiştirilen arazilerin adeta ‘kutsalın kutsalı’ bir ilgiyle korunmuş, el sürülmemiş. Yani insanlar arpa, buğday ektikleri yerlere dokunmamışlar, yerleşime açmamışlar. Tarih boyuncada, 1960’lara kadar da bu sürmüş, buralara büyük saygı göstermişler. Çünkü kendilerini doyuran, besleyen ve bütün nüfusun geleceğini etkileyen yerler. Meyve, sebzelerde de öyle. Meyve bahçeleri atadan oğula devredilmiş. Bu fıstıklarda da, zeytinliklerde de öyle, meyve ağaçlarında da öyle. Malatya'da ne oldu? Bakın, Malatya'nın felaketini irdelediğiniz vakit, yapısal çöküşü irdelediğiniz vakit ki ben buna çok yakinen şahidim, benim Malatya ile ilk buluşmam 1976 yılı. 1978’den itibaren ve oradaki kurtarma kazılarına önce talebe daha sonra da uzman olarak katıldım. Malatya’yla, böyle bir bütün bölgeyle yani 11 ille birlikte arkeolojik kazılar açısından çok yakın bir çalışma imkanım oldu. Hepsi cennet gibi kayısı bahçeleriydi, dut bahçeleriydi. Nasıl onları yaşken kestiler? Adeta atasözümüzü hatırlarcasına ‘yaş kesen, baş keser, o bütün bahçeler üzerilerinde meyveler varken dozerlerin altında inledi durdu ve de oralara garip bir şekilde birdenbire böyle gökdelen yavrusu büyük, çok katlı yapılar yapıldı. O kadar süratli yapıldı ki bir dönem gittik, döndük, kışı İstanbul'da geçirdik, diğer dönem bölgeye gittiğimizde aman allahım, yerden mantar fışkırır gibi yapıların bütün o ovayı, eskiden bahçelerin olduğu o gümrah doğanın içine yerleştiğini gördük. Aynısı hakeza İslahiye'de aynısı hakeza Antakya'da ve diğer bütün merkezlerde olduğunu görüyoruz. Ne yaptık? Biz buralara belirli denetimler için doğanın içine gittik. Yani dünyada herhalde ovalarını bu kadar kötü kullanan, ovalarına bu kadar beton döken başka bir ülke düşünemiyorum. Yani görüyoruz gittiğimiz vakit, İtalya'yı da görüyoruz, Balkan ülkelerini görüyoruz. Avrupa'nın her tarafını dolaşıyoruz, Orta Asya'ya gidiyoruz. Ovalar gerçekten tarım için elzem alanlar, hele böyle bir kuraklık riskinin büyük olduğu, beslenme problemlerinin olduğu bir yüzyılda ya da süreçte su ve gıda en önemli önceliğimiz olarak dururken biz bunları elde edeceğimize, bunların olduğu alanları çok hoyratça elden çıkartıyoruz, harcıyoruz. Bu depremin bize en önemli derslerinden biri de bu bence.

G.E.: Bu kapsamda Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) listesindeki alanlar için ne diyeceksiniz ?

Tarihi eserlere müdahaleler adeta bir yama gibi duruyor

N.B.: Şimdi onun da bilgisini size aktarayım. Bölgede UNESCO'ya dahil dört tane alanımız mevcuttu, depremden etkilenen alanlarda. Bunlardan bir tanesi Malatya'daki, UNESCO Dünya Mirası Listesi'ndeki Arslantepe. Burada biraz hasarımız var, saray zarar görmedi. Ama diğer alandaki kerpiç duvarlarda düşme ve üstündeki üst örtüde biraz hasar var. Yalnız burada bu vesileyle aktarayım çünkü dediğim gibi Arslantepe de benim 1976’dan beri çok iyi izlediğim bir arkeolojik merkez. Hem yeni kazı ekibi, eskisi de dahil, Marcella benim çok yakın bir dostum, Marcella Frangipane. Hem ortaklaşa pek çok yayın yaptık, hem de çok değerli bir arkeolog olarak bize sıra dışı pek çok önemli bulguyu Arslantepe kazılarında sağladı. Orası bir höyük, katmanların olduğu, her dönemi ayrı önem taşıyan bir yer. Oranın üst örtüsünü de çok fonksiyonel yaptılar kazı ekibiyle danışarak. Bakanımız o bölgeye gittiğinde hemen Göbeklitepe'deki gibi bir örtünün oraya yapılmasını istemiş. Şimdi bu, bence yani, hasbelkader 45 yılını bu alana vermiş bir insan olarak da Göbeklitepe'deki üst örtünün zaten bir sürü sorunu oldu ve onun ayaklarını tutturmak için, zaten yerleşim tabakaları da öyle bulundu. 2014’te Klaus başındaydı, rahmetli Klaus Schmidt döneminde ve sonradan o üst örtünün fonksiyonel olmadığı, bir taraftan tabakaların ayaklarını yerleştirmek için bütün arkeolojik tabakalar açılmak durumunda kalındı, ana kayaya kadar. Almanya'daki proje arkadaşlarımız, onu sanki üstten yağmur sadece düz inecek gibi planlamışlar. Bütün, yandan yağmur aldı ve göl oldu. Hatta bir dönem içini, bütün her şeyi kaplayacak kadar su doldu. Onu direne etmek için bir borulu sistem kurdular. O boruları açarken yani o boruların geçeceği hattı kazarken de Göbeklitepe'de, bugüne kadar hiç rastlanmayan bir şeye rastladılar. Üç tane kafatası parçası çıktı ve o sayede de arkeogenetik araştırmalarda çok ciddi, şaşırtıcı bilgiler elde edildi. Tabii o konumuz dışı, ileride size bahsedelim. Diğer alanımız, o açıdan Arslantepe'deki eski ve yeni örtü kazı başkanlarıyla konuşulup, eskisi kaldırılabilir. Ama siz oraya ultra modern, yepyeni bir uzay çatı oturtmaya çalışır, onun ayaklarını yerleştirmeyi projelendirirseniz, ilk önce oradaki höyükü yok edersiniz yani o tabakalar ciddi zarar görür. Onun için bakana bunu birisinin söylemesi elzem diye düşünüyorum. Biz de gerekli yerden gerekli şekilde uyarılarımızı, gözlemlerimizi yapmaya, dile getirmeye çalışıyoruz. Onun için burada da belirtmek isterim açıkçası. Onun dışında, diğer merkezimiz Göbeklitepe biliyorsunuz. Şimdi Göbeklitepe, kültür olarak bölgede apayrı bir açılım gösteriyor. Orası da yeni normlara göre yapıldığı için orada bir hasar olmadığı görülüyor. Diğer merkez Hevsel Bahçeleri. Hevsel Bahçeleri'nin bir parçası olan surlarda, onu gören kısımdaki surlarda, sur bedenlerinde dökülmeler var. Orası nispeten iyi denilebilecek gibi duruyor. Yani Hevsel Bahçeleri’nde sorun yok ama Diyarbakır surlarında ve oradaki sur içindeki Saint George Kilisesi’nde bazı hasarların olduğu gözlemleniyor. Diğer en önemli merkez, 1983’ten beri bizlerle bu çerçevede, UNESCO çerçevesinde çok ciddi projelere konu olan Nemrut Dağı. Nemrut Dağı'nda korkulan olmadı. Görülen bir kısmı karlar altında da olsa bakanlık elemanları hemen çıktılar, baktılar. Nemrut Dağı geçmişteki depremlerin aksine bu depremi az hasarlı, yani çok az hasarlı. Ufak tefek şeyler Arsameia’da var. Sadece oradaki kalede ciddi hasarlar var. O da yeni restore edildi. Deprem şunu bize gösterdi; restore edilen vakıf eserlerinde ya da restore edilen bu tipteki alanlarda, aynı şey Gaziantep Kalesi için de geçerli, anıtlar için de geçerli, ne yazık ki restore edilen bölümler olduğu gibi indi aşağıya. Yani müdahaleler, tarihi eserlere müdahaleler adeta bir yama gibi duruyor. O yamaları demek ki iyi oturtamadık, tarihi yapıyı atıyorum burçlar arasını yaparken iyi dokular oluşturamadık. Orada şöyle bir şey gözüküyor, ilginçtir. Tabii konunun uzmanları bunu daha iyi bilecektir, mesela Adıyaman'daki yapıda da onu gördük. İki tane zarını sanki tarihi bir duvar gibi yapmışlar, içine ne buldularsa, moloz dökmüşler. Yani ilk başta zannediyorsunuz ki koskocaman bir metreyi bulan bir, bir buçuk metreyi bulan büyük güçlü duvarlar yani masif yapılmış duvar gibi duruyor ama öyle değil, bu deprem bunu gösterdi bize. Burada içinden eldivenler çıkıyor, işçilerin o sırada kullanıp attığı malzemeler geliyor. Molozları da o yapıların duvarlarının içine yani iki tane tarafa böyle ince tarihi zar yapmışlar ama içini molozla doldurmuşlar. Bu da restorasyonların farklı gözlerle teslim alırken, bazı açılardan da, özellikle depremsellikleri açısından sağlamlıklarını, görünür olması da değil yani görünüşünün değil gerçekten strüktür olarak depreme dayanıklı olup olmadığının da test edilerek teslim alınması gerektiğini bize gösterdi diyorum. Yani bölgede son 30 yılda yapılan restorasyonların depreme mukavemeti ya da depremselliğinin daha hassas değerlendirilmesi gerektiği ortaya kondu gibi bir durum var karşımızda. Tabii bunun uzmanları, bunu daha iyi değerlendireceklerdir belki, mesela minareler.

G.E.: Bu noktada Nezih Bey, özür dilerim, kesmek durumundayım. Çünkü programımızın sonuna geldik. Ama daha başka sorularımız var. Ayrıca iki hafta sonra yeni bir programda buluşma sözü almak isteriz sizden.

N.B.: Lütfen, memnuniyetle. Yeni gelişmeleri de eklerim o arada.

G.E.: Evet yeni gelişmeleri de alırız. Dediğim gibi, 15 gün sonra yeni bir programda görüşelim isteriz. Size çok teşekkür ediyoruz. Çok değerli bilgiler edindik. Evet, Açık Radyo’da Altın Saatler programı Deprem Özel yayınında bugün konuğumuz Nezih Başgelen idi. Kültürel ve Doğal Mirası İzleme Platformu yöneticisi arkeolog, editör. Nezih Başgelen ile deprem bölgesindeki kültürel ve doğal miras alanlarıyla ilgili durumu konuştuk. Yeni bir programda görüşmek dileğiyle. Çok teşekkürler.

N.B.: Bu büyük felakette kaybolan canları rahmetle anıyorum. Çünkü çok büyük bir can kaybımız var, 50 bini aşkın olduğu belirtiliyor şu ana kadar ki olan resmi kayıtlarda. Tabii bölgede kayıtlı sekiz bine yakın eserimiz vardır. Kayıt dışı en az bu kadar, bunu aşan miktarda da olabileceğini düşünebiliriz. Bu konuda Kültür ve Turizm Bakanlığı, canla başla, ekipleriyle şu anda sahada, bunu gözlemliyoruz ama bir seferberlik anlayışı içinde hem ulusal konuyla ilgili birimlerin hem de uluslararası kurum kuruluşların bir arada olması gerektiğinin tekrar altını çizmek istiyorum. Bizi aşan boyutta, büyük bir felaket. O açıdan bu konuda uzmanlık kimin elinde, bilgi ve belge varsa, kimin uzmanlığı varsa devrede ve sahada olması gerektiğini de belirtmek istiyorum.

G.E.: Çok teşekkürler.