Arkeolog, araştırmacı, yazar, yayıncı Nezih Başgelen ile deprem bölgesindeki tarihi miras alanlarını ve müzelerdeki yeni bilgileri konuşuyoruz.
(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)
Gürhan Ertür:Altın Saatler programı ‘Deprem Özel’ yayınındayız. Bugün konuğumuz Kültürel ve Doğal Mirası İzleme Platformu yöneticisi arkeolog, editör Nezih Başgelen. Nezih Bey hoşgeldiniz efendim programa.
Nezih Başgelen: Hoşbulduk. Tekrar sizlerle bir arada olmaktan ve bu sohbet çerçevesinde bu önemli konuyu hep birlikte irdeleyecek olmaktan dolayı mutluyum. Daha doğrusu böyle bir fırsatı el birliğiyle, toplum lehine değerlendirebileceğimiz açısından çok önem verdiğim bir çerçeve, öyle söyleyebilirim.
G.E.: Sağolunuz efendim, çok teşekkürler. Evet, sizinle deprem sonrasındaki ilk programımızı 31 Mart 2023’te yapmıştık. Yani daha ikinci ayı dolmamıştı, şimdi ise üçüncü ayı tamamladık. Bu ilk programda da deprem bölgesindeki kültürel ve doğal miras alanları, kültür varlıkları ve müzeler ne durumda, nasıl ve özellikle önümüzdeki dönemde kentlerin yeniden inşasında dikkat edilmesi gerekenler nelerdir üzerine konuşmuştuk ama siz sürekli bölgeyle ilgilisiniz, bölgeden bilgiler topluyorsunuz. Bugün bu ikinci programda da aradan geçen bir ayı aşkın zamanda gerçekleştirmiş olduğunuz araştırmaların sonuçlarını, tespitlerinizi dinlemek isteriz. Evet efendim, söz sizdedir, buyurun.
N.B.: İsterseniz kesinleşen ve artık depremle ilgili tanımlarda da oldukça net verilen sayısal verilerden gidelim. Hem bir kısmını hatırlarız hem de yeni olanları da bilgi değerlendirmelerimiz açısından gündemde tutarız.
G.E.: Evet.
N.B.: Depremler bildiğiniz gibi Anadolu, Arap ve Afrika levhaları arasında üçlü bir eklemde. Tam o eklemin olduğu yani o eklem düzleminde, Doğu Anadolu fay hattı üzerinde, burada bazı farklı değerlendirmeler var. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü (MTA), Doğu Anadolu fay hattı üzerinde değerlendiriyor. Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) ise Ölü Deniz fayı üstünde ilk hareketlenmelerin ve o yıkıcı, özellikle 6 Şubat 04:17 ve 13:24’teki Kahramanmaraş'ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde olan depremi yerleştiriyorlar. Ama görüldü ki özellikle tarihte, tarihsel planda geriye baktığımızda aynı gün içinde 7.5’in üstünde böyle iki tane deprem pek olağan bir durum değil. Yıkıcılığı arttıran faktörlerden de birinin bu olduğu anlaşılıyor. O ileride herhalde daha da değişecek gibi anlaşılıyor. Arkadan da tabii 20 Şubat 2023 akşamı 20:04’te merkez üssü Hatay, Yayladağı olan, 6.5’a yakın büyüklükteki diğer deprem ise gerçekten bölgedeki hasarı ve bölgedeki yaşanan felaketi daha da arttıran bir yıkıma yol açıyor. Şimdi buraya bakıldığı zaman yaklaşık 350 bin kilometrekare bir alanın etkilendiği ortaya çıktı. En son veri bu. Bu da yaklaşık 140 bin mil kare ediyor. Bu öyle az buz bir şey değil. Yani karşılaştırma olunca rahatlıkla Almanya'nın toplam yüz ölçümü kadar bir bölgenin etkilendiği ve çok ciddi hasar aldığı görülüyor.
G.E.: Sadece Türkiye değil bu alan değil mi ?
N.B.: Değil. Yüz ölçüm olarak 350 bin kilometrekareyi aldığınız vakit çok ciddi bir alan çıkıyor etkileşim açısından ve burada Türkiye nüfusunun %16’sının olduğu, yaklaşık 14-15 milyon kişinin etkilendiği öngörülüyor en son sayısal verilere göre. Biz ilk kez bu durumda dördüncü seviye alarm ilan ettik ve Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) de buna takiben Türkiye'yi sarsan depremler için üçüncü seviye acil durum ilan etti. Bu da gerçekten bunun hem tarihte hem de küresel ölçekte ne denli büyük, ne denli yıkıcı, sonuçları açısından sarsıcı bir deprem olduğunu sanırım az da olsa bize hatırlatıyor. Onun akabinde de Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'yle birlikte yedi gün yas ilan etti. Buna da pek çok ülke, mesela Arnavutluk, Makedonya, Bangladeş gibi, bu ulusal yas etme hassasiyetini gösterdiler.
Depremden etkilenen 11 ildeki konut sayısının 2022 yılı itibariyle 5.6 milyon düzeyinde olduğu hesaplanıyor. Bu son verilerden biri ve Türkiye'deki genel toplam konut stoku içindeki payı ise yaklaşık %14, %15 civarında. Burada çok ciddi bir rakamla karşı karşıyayız. Bunların hepsinin etkilendiğini görüyor. Hasarlı, az hasarlı ama dikkat ederseniz artık az hasarlıların da adam olmayacağı anlaşılınca yıkımına doğru giden bir programlama var.
G.E.: Evet.
N.B.: Ondan sonra depremlerden etkilenen 11 il çerçevesinde kültür mirası kategorisinde 8,472 tescilli taşınmaz kültür varlığı olduğu Bakanlıkça bildirildi. Vakıflar Genel Müdürlüğü, deprem bölgesinde 678 tane vakıf eserinin çok ciddi hasar gördüğü, kiminin yıkıldığı, kiminin büyük ölçekte elden geçirilmesi gerekecek hasarları olduğu tespit edildi. Resmi kayıtlara göre bölgedeki sit alanı 3,715 ama görüldü ki kırsal kesime gidildiğinde bugüne kadar tescili alınmamış, araştırması yapılmamış binlerce eserin de etkilendiği, kalelerin yıkıldığı, pek çok kültürel varlığın da daha doğru düzgün araştırılmadığı halde bölgede adeta yeniden bir yıkım altında kaldığı anlaşıldı. Tabii burada bölge geneline bakıldığında şöyle bir durum ortaya çıkıyor; ister kale, ister vakıf eseri, ister köprü, ister farklı ölçeklerde yapılar olsun. Son 20-25 yıl hatta 30 yıl diyelim, çok ciddi şekilde bu illerdeki emlak vergilerini biliyorsunuz %10’u bir fon olarak ayrılıyor ve bu ağırlıklı olarak restorasyonlarda kullanılıyor. Bu fonun ayrılmasından itibaren hatırladığım kadarıyla Tarihi Kentler Birliği’nin Bursa'da yaptığı bir toplantı sonrası - Saadettin Tantan'ın İçişleri Bakanı olduğu dönem - dönemden itibaren bu fon alınmaya, bu fon ayrılmaya başlandı ve bu fon da o illerdeki daha çok onarıma ihtiyacı olan, tamir edilmesi gereken, restore edilmesi gereken kültür varlıklarına ayrıldı. Bu neyi getirdi? Çok yoğun bir restorasyon faaliyetine. Bu bazen çok ciddi değişimlere ve eleştirilere de neden olan bu sefer tamamen yenilenmiş eserlerle karşı karşıya kaldık. İş birazcık öngörülerinin ötesine de geçti. İllerde böyle bir büyük fonun oluşması, sürekli belirli grupların bölgelerde gerekli gereksiz demeyelim ama öncelikleri tam saptanmamış pek çok yeri de restore etmelerini getirdi. Tabi ilin çapına göre toplanan vergiyle oldu bu.
Bölgede ne kadar restore ettiğimiz eser var ise şu anda yerle bir
Şimdi bakıldı ki bölgede ne kadar restore ettiğimiz eser var ise şu anda yerle bir. Örneğin Antakya'da Habib-i Neccar Camii ya da Ukkaşe Türbesi, Külliyesi. Ya da bunlara benzer, inanılmaz bütçeler harcanarak, neredeyse tepeden tırnağa yeniden inşa edilip restore edilen eserler inanılmaz şekilde dümdüz oldular. O zaman şöyle bir soru, şöyle bir durum ortaya çıkıyor; bunların hiç mi depremselliği öngörülmedi? Bu kadar ayrıntılı, bu kadar bütçeli, bu kadar kapsamlı restorasyon projeleri yapılırken, bunların güçlendirilmeleri ya da depreme karşı testleri hiç mi yapılmadı? Çünkü sonuçta siz o eseri tümüyle ele alıyorsunuz. Deprem kuşağında olduğu belli. Bununla ilgili o kadar çok rapor var ki ve olası senaryolar var ki, o senaryoları da yapıyorsunuz. Örneğin son Pazarcık depreminden önce biliyorsunuz, bir yıl önce 7.5’luk bir senaryoya göre pek çok şey gözden geçirilmiş ama demek ki biz bu restorasyon projelerini yaparken - Muzaffer Bey belki ya da sizler, daha uzmanı olan arkadaşlar bunu daha doğru bir çerçeveye oturtur - bu ölçümlemeler, bunlara göre olan depremselliklerin verilerine göre bu projelerin ele alınması, belirli yerlerde ona göre güçlendirilmesi, belirli yerlerde ona göre bazı tedbirler neden yapılmıyor? Diğer ülkelerde, bundan daha şiddetli depremlerde bile bütün eserlerde çok ufak tefek şeylerle atlatıldığını görüyoruz. O kadar gelişti ki depreme karşı tedbirler demek ki bu kadar çok büyük bütçe ayırdığımız restorasyon projelerinde bunları ön görmemişiz ve hepsi birden bire, daha restorasyonu yeni bitip teslim edilen eserler bile yerle bir oldu, yerle yeksan oldu. Sanki hiçbir depremsellik öngörülmemiş gibi. Bu açıdan çok ciddi düşünmemiz lazım. İstanbul, İzmir ya da Adana’da beklenen olası deprem, olası deprem merkezleri açısından söylüyorum. Bu sefer bütün bu projeleri bu açıdan da değerlendirmek durumundayız ya da yapılacaklar ise oradaki deprem senaryolarının vereceği doneler çerçevesinde. Bence o projelerin en önemli noktası, ‘anıtlar olası depremlerde nasıl bir tepki gösterecek ya da nasıl ayakta kalacak’, bunları düşünmemiz lazım. Bunlar için minarelerin ayrı ayrı hesaplarının yapılması lazım çünkü eski minareler duruyor. Yeni minareler olduğu gibi yıkıldı. Geçen seferde de onu birazcık belirtmeye çalışmıştık, örneklerini sunmaya çalışmıştık. Bu bize önemli bir sorun olarak gözüküyor.
Bir tarafta yıkıntıları duran bir kent dokusu var
İkincisi, şimdi çok hızlı bir şekilde yeniden kentlerin kurma sürecine girildi, artçı depremlerin bu denli yoğun olduğu bir süreçte. Artçı depremlerin sayısı on binlerin üstüne çıktı. Kandilli'nin verdiği veriler ortada ve bunlar da ilginçtir, dördün üstüne çıkan pek çok deprem var. Tam bunlar yaşanırken, bu yeni yapılaşmaların bu kadar hızlı devreye alınmasını da riskli görenler var. Yer seçimi olsun, süreç açısından olsun acaba doğru mu yapılıyor? Dikkat ederseniz tamam geçici barınmaların bir noktadan sonra kalıcı barınmalara dönüşmesi lazım. Bu, süreçlerin doğru ele alınıp alınmadığı şu anda irdeleniyor. Buradaki öncelikler ve kentlerin yeni yerlerini nasıl seçmesi konusunun yeterince irdelenmediği konusunda görüşler var. Buradaki eleştiriler tabii yapıcı. Deprem gibi büyük bir felakette, bölge acılarını çekerken ve çok acil gereksinimleri varken bunların daha iyi ele alınmasına yönelik görüşler. Çünkü ilgili bürokrasi hemen kendini farklı bir açıdan savunmaya alıyor. Ona hiç gerek olmadığını görüyoruz. Ortak akılla bu bölgeleri geleceğe nasıl taşıyabiliriz? Oradaki insanı nasıl var edebiliriz? Çünkü boşalan nüfusun geriye dönmesi için ekonomik şartların da dönmesi lazım görünüyor. Bazıları dükkanlarını açıyor. Devletle ilgili yerel makamlar, gerçekten onlar ellerinden gelen kolaylığı göstermeye çalışıyorlar ama hala daha bir tarafta yıkıntıları duran bir kent dokusu var.
Antakya'da özellikle tarihi kent, çok büyük bir problem olarak karşımızda. Oraya nasıl bir stratejiyle girilecek? Bu konuda aktörlerin belirlendiği ama çalışma programının hala üzerinde çalışıldığını görüyoruz. Bölgeye çok sık gidip gelenler ve aktarılan deneyimler var. Bizlerin gidiş gelişinde belirli yerlere girilememe probleminin hala var olduğunu, AFAD'ın bu konuda hassasiyeti sürdürdüğünü de görüyoruz. Haklı da olabilirler çünkü gerçekten enkazların durumu hiç iç açıcı değil. Oraya iyi niyetli gidenler de var, farklı gerekçelerle bölgede olmak isteyenler de var.
Her şey ortada. Çünkü bütün değerler yani maddi manevi pek çok değer, bugün korumasız bir şekilde. Genel bir koruma var, haliyle alan korunuyor. Ama münferit yerlerin, belirli alanların hala sıkıntılı olduğunu görüyoruz. O açıdan, ulusal bir seferberliği - seçim gündemi birazcık farklı konulara, farklı önceliklere taşısa da bir an evvel seçimden sonra - ülke gündemini tekrar deprem bölgesine fokuslamakta yarar olduğu ve de elzem olduğu görülüyor. Benim aradan önce söyleyeceklerimin ilk bölümü böyle.
G.E.: Elvan’ın hemen bir sorusu var.
Elvan Cantekin: Nezih Bey, esasında belki de reklama gideceğiz, bir ara vereceğiz. Ondan sonra cevap verirsiniz ama benim sizin anlattıklarınızdan bir kere hakikaten bu son dönemlerde restorasyona uğramış binaların bu şekilde hasar görmüş olması, son derece rahatsız edici diye tanımlayayım.
N.B.: Hem rahatsız edici, hem de çok üzücü.
E.C.: Yani her bakımdan doğru kelimeyi bulmakta zorluk çektim. Çünkü bu kadar emek sarf ediyorsun, bu kadar kaynak sarf ediyorsun ve sonuçta bu çağda, hakikaten bu deprem risklerinin göze alınmadan, dikkate alınmadan yapılmış olmaları kabul edilebilir gibi değil. Benim sormak istediğim şu öncelikle; Türkiye'de bu eski eserlerin restorasyonu konusunda deprem risklerinin nasıl ele alınacağı bağlamında bir kaynak, bir doküman yok mu? Benim bildiğim, mesela İstanbul'da sismik risklerin azaltılması ve depreme hazırlık programı çerçevesinde bu konuda bir takım çalışmalar da yapılmıştı.
N.B.: Yapıldı. Hatta yayın bile yapıldı.
E.C.: Evet.
Önümüzdeki İstanbul depremi çok önemli bir hayati sorun
N.B.: Ama ne yazık ki o yayının hiç bir zaman bir bilimsel veri, bir yol haritası olarak devreye alınmadığı görülüyor. İstanbul'daki toplantılarda da bu çokça dile getirildi. Böyle bir yönetmelik var. Çok hassas, çok doğru hazırlanmış bir yol haritası niteliğinde pek çok birikim var, hepsinin göz ardı edildiğini görüyoruz. Onun için bu depremi, bu büyük felaketi çok iyi irdelememiz lazım.
Önümüzdeki İstanbul depremi çok önemli bir hayati sorun. Yani gerçekten ülkenin varlığıyla çok ilintili, 16 milyonluk, Türkiye'nin ekonomisinin en önemli kalbi sayılabilecek bir metropolün, bir dünya kentinin 7.5’in üstündeki bir depremde yaşayabileceklerini ben hayal bile etmek istemiyorum. Yani şu haliyle yollarımız, düşünün orada yaşananları, bire bir yaşananları, tabii kültürel mirasımızı da.
El sürmediğimiz yapı duvarlarıyla ayakta durabiliyor
İstanbul'un bu konuda hazırlıklarının olduğunu duyuyoruz ama açıkçası ben deprem alanındaki verileri irdeledikçe çok hicap duydum. Yani el sürmediğimiz yapı duvarlarıyla ayakta durabiliyor. Demek ki o yapıyı 16., 17., 18. yüzyılda yapanlar, geçmiş depremleri, olası öngörüleriyle, öyle kunt duvarlarla... Tabii ki hasarlar oluyor ama böylesine bir yıkım... Çünkü biz ne yaptık? O duvarları adeta temel ölçeğinden itibaren yukarı aldık. Buna da yenileme diyoruz. Yepyeni bir eser çıkıyor. Orada duvar var zannediyoruz ama içinin moloz dolu olduğu anlaşıldı. Orada tam kemer yaptığını düşünüyoruz ama gerekli kenetlemelerin olmadığını görüyoruz. Yıkılan gösteriyor şu anda, aynen ortada. Yani Ulu Camii'ye gidin bir bakın Antakya'da. O caminin yapıldığından bugüne kadar eski hallerine bir bakın. Restorasyon projesinin her noktasına biz el atmışız, kapısından, minaresine kadar, iç mekanlarına kadar. Şu anda hepsi dümdüz vaziyette. Hepimizin gördüğü yerde biliyorsunuz, havra, kilise ve cami aynı yapı adasındaydı, böyle çok hoş bir tabloydu. Antakya'ya gidenlerin olmazsa olmaz ziyaret ettiği bir yerdi, diğerleri de öyle. Ama bakıyorsunuz, öyle yapılar da var ki; tamam, belirli bir hasar görmüş ama böylesine her şeylerinin düşünülmesi gereken kapsamlı bir restorasyon projesinden sonra yerle bir olanların yanında böyle bir depremde gene iyi ayakta kalmış diyebileceğimiz bir sürü yapıyla da karşı karşıyayız.
G.E.: Elvan hemen sana söz veriyorum.
E.C.: Ben deminki soruya ilave olarak şeyi sormak istiyorum; bu tür restorasyonların kimin tarafından yapıldığı önemli değil, belediye olabilir, Vakıflar Genel Müdürlüğü olabilir, başkaları olabilir. Bu konuda belli bir otorite bunların restorasyonu nasıl yapılacağı konusunda bir yön, bir uygulama şekli gösteriyor diye biliyorum ben. Burada niye işlemedi bu? Onu anlamakta zorluk çektim. İkinci soruyu hemen sorayım, araya girmeyeyim. Şimdi siz dediniz ki bu tarihi eserlerin bir kısmı yıkılmış vaziyette ve duruyor. Her ne kadar belli bir alan koruması olsa da bir takım problemlerle karşı karşıyayız. Bunlar bir de bilinen tarihi yapılar. Fakat bölgede benim bildiğim bir şey var. Birtakım devşirme taşlarla yapılmış bazı yapılar filan da var. Bunlar da yıkıldı ve bu molozlar olduğu gibi toplandı gitti.
N.B.: Yok toplanmadı. Sadece bilgi vermek için söylüyorum, molozlar şu anda yerinde tutuluyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ilgili birimleri o konuda gerçekten sahada çok zor ve ivedi bir iş yaptılar. Canla, başla bütün hepsini, uyarıları, uyarı levhalarını koydular. Allahtan o molozlara şu anda dokunulmuyor. Ama ne kadar dokunulmayacak?
E.C.: Sizin söylediğiniz tescilli yapılar anladığım kadarıyla.
N.B.: Evet, tescilli yapılar.
E.C.: Tescilli olmayan ama bu devşirme taşları kullanmış olan binalar da var mı?
N.B.: Var, var. Eğer müze, sahada tarihi bir niteliği korunması gerektiğini öngördüyse ya da tespit ettiyse onlara da levha çaktığını görüyoruz, hatta köylerde bile. Ama tabii her yere yetişme imkanları sınırlı. Onu da izliyoruz gördüğümüz kadarıyla. Ama dediğim gibi çok büyük bir alanla karşı karşıya Türkiye. Yani burada bir taraftan alanın büyüklüğü, bu alan içindeki fay kırıklarının, bu depremlerin yol açtığı topografyayı tümüyle değiştiren şiddetin izleri bile daha hala insanı ürpertiyor. O açıdan yani yapılabilirlikler açısından daha rasyonel bakacağımız bir noktadayız.
G.E.: Aslında önemli bir noktadayız. Çünkü 8,472 kültür varlığından söz ettik.
N.B.: Onu rahatlıkla ikiye katlayabiliriz. Hemen hemen dediğim gibi, her gün bölge verilerini işliyoruz. Geleceğe doğru bir belge çıksın hatta bu bir yayına dönüşebilsin diye. Bunların üzerinde düşünüyoruz. Ama arkadaşımızın demin belirttiği konu önemli. Ama burada şu var; kurullar ne yazık ki proje üzerinde daha çok fokuslanıyorlar. Bazen proje çok iyi ama uygulamaya geçince, ihale aşamasına geldikten sonra ihale sürecine giren kişiler, gruplar ve o işi projeye göre yürütmesi gerekenlerde sorunlar yaşandığı da görülüyor. En büyük derdimiz buydu. Çünkü ihaleyi alan birini taşerona veriyor ve bu daha çok politik bir çerçevede ya da bölgedeki güçlü lobilerin etkisiyle oluyor. O projeyi en iyi yapabilecek kadroların ne yazık ki sahada yer almadığı, sorunlu örneklerle bugüne geldik tüm Türkiye'yi düşündüğümüz takdirde.
Burada ne oldu? Örnek vereyim; Antalya Korkuteli'ndeki Alaaddin Cami’deki gibi inanılmaz facialar yaşandı. Hala daha nasıl toparlanacağı düşünülemiyor. Yani tam böyle Divriği’deki gibi olağanüstü taç kapısını söktüler, yerine ucube, hangi parçanın nerede olduğu belli değil. Yapıya el sürülmeseydi, üstüne bir koruma çatısı ile o paranın çok küçük bir miktarıyla yapılsaydı bugüne kadar ciddi bir sanat eseri olarak yaşamını sürdürebilirdi. Bugün yok bir sürü parçası. Bakabilirsiniz internetten. Antalya, Korkuteli, Alaaddin Cami diye girin bakın karşınıza çıkanlara. Eski halinin fotoğraflarına bakın. Burada ne demek istediğimizi çok daha iyi belirginleştireceğiz. Ya da mesela sırf konu yeni yapılarda da değil bölgede.
Şimdi ben size bir örnek vereceğim; bu benim yaşadığım ve kendi gözlemim. Yani size aktarmak istediğim Hatay'ın yeni müzesi, Hatay Arkeoloji Müzesi. Güzel bir projemiz. Büyük müzeler komplekslerinin bu döneme damgasını vurmuş tipik örneklerinden biri. Aynı Urfa'daki gibi, Van'daki gibi ya da şimdi Adana'da bitti, Aydın'daki. Şimdi o müzenin mimarı çok bilinen bir insan. Tecrübeli, gerçekten başarılı bir proje yapmış ve deprem sonrasında onun önemli bir bölümü, orta bölümü çöktü. Çok ciddi hasarlara yol açtı. Onları da size bildiğim, gördüğüm ölçeklerde anlatacağım. Şimdi orada önemli bir kırılma noktası var. Beyefendi mimar arkadaşımız, nur içinde yatsın, tam projesini bitiremeden vefat etti. Onun vefatına kadar olan bölümler depremde bir sıkıntı yaşamamış. Ama onun vefatından sonra projenin devamı getirilmiş. Tamam. Nerede o? O aşama olduğu gibi aşağıda bugün.
G.E.: Yarışma kazanmış bir proje değil miydi bu?
N.B.: Evet. Ama bakın, beyefendiyi ben de yakinen tanıyordum. Hatta projesini de konuşmuştuk. Onun için diyorum, işinin başındayken yaptığı bölümde bir sıkıntı yok. Ama daha sonra onun bıraktığı noktadan devam eden bölümde çatı olduğu gibi inmiş. İnerken alttaki mozaikleri böyle sıyırarak aşağı indirmiş ve üstündeki çatının da üstüne çakıl koydukları için, bütün çatı olduğu gibi çakıl örtülü olduğu için o çakıl malzemesiyle sıyırdığı mozaik malzemesinin testereleri birbirinin içine girmiş. Tekrar ayağa kalkabilir bazı şeyler. O zaman yeni projelerde de depremselliği her boyutuyla irdelememiz lazım, Batı'nın yaptığı gibi deneylerle, yani ne yapılıyor? Rüzgar tünelinde her şarta göre, her hava şartına göre o uçacak aracın rüzgar tesislerini yapıyoruz ya da bir binanın depremselliğine göre şiddetlere göre nasıl cevap verecek, nasıl hareket edecek? Ama burada, böyle kamuya açık büyük projelerde, içinde insanın olacağı mekanlarda çok daha dikkatli olmamız lazım.
G.E.: Zemin nasıl?
N.B.: Orada problemli. Neden? Şunu yapmak lazım; zemin etütlerinin verileri şeffaf olmalı. Yani karşılaştırılabilir olmalı. Şimdi hassas bir değerlendirmeyi doğru kelimelerle yapmak istiyorum. Mesela öyle bir yerde Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) gerekli değildir raporu veren kişilere bir bakıyorsunuz. Antakya'da, ÇED gerekli değildir dediğin yerde, koskoca inanılmaz bir Justinianus dönemi kompleksi var. Bir bakıyorsun, ‘bu rapor nasıl çıkmış?’ diyorsunuz. Aynı şey zemin etütlerinde de öyle. Bakıyorsunuz, yapılabilirlik raporu verilen yerin hemen yakınında insanlar, işi sağlam tuttukları zaman hiçbir şeyin olmadığını görüyorsunuz. Bu tarafta ise yapılanın yerle yeksan olduğu görülüyor. Bunu mesela çok iyi bir örnekle irdeleyelim; Antakya'da Müze Otel var. Muzaffer Bey de yakinen bilir. Ne oldu depremde? Gayet iyi. Bütün her şey altında, inanılmaz derecede mozaiklerin olduğu orada da deprem görünüyor. Depremde, yaşadığı depremlerle mozaikler nasıl ondüle olmuş Müze Otel depremsellik açısından sınavı geçti. Ama aynı süreçte Antakya'da yapılan farklı yapılar, buna Rönesans dönemi de dahil, yerle bir oldu.
Konuyla ilgili çok disiplinli çalışmalarının bir araya gelmesi lazım
Bunların çok iyi irdelenmesi lazım ve yerinde karşılaştırmalı. 12. yüzyıl yapılarında ne oldu? Roma dönemi yapılarında ne oldu? Osmanlı dönemindeki yapılarda ne oldu? Geç, erken Cumhuriyet yapılarını hep birlikte alarak, bizim Adana'ya, İzmir'e ve İstanbul'a bakmamız lazım. Çünkü o şiddette beklenen olası depremler söz konusu. Buradaki yapılar, buradaki zeminler benzer niteliklerle bu coğrafyalarda da var. Tümünde değil, belirli bölgesinde. İstanbul'un Yeşilköy, Bakırköy, Avcılar hattı inanılmaz derecede sıvılaşmaya müsait. Ama diğer yerler sağlam, Boğaz’ın üst tarafı. Orada farklı şeyleri düşünebiliriz. İzmir de hakeza. Muzaffer Bey zaten yıllardır konunun yakinen içinde. Adana hakeza öyle. Yıllarını biliyoruz. Bizim şimdi çok önemli bir misyonumuz ortaya çıkıyor. Aklı selim kesimlerin, odaların, üniversitelerin konuyla ilgili çok disiplinli çalışmalarının bir araya gelmesi lazım. Bir araya gelemediğimizi gösterdi. Yani eskilerin deyimiyle, bu deprem o kadar çok şeyi açığa çıkardı ki ‘mış’ gibi yaptığımız ortaya çıktı. Yani gerçekten bu etütleri yapmış olsaydık, bu sonuçlar karşımızda olmayacaktı. Ya da gerçekten depremsellikleri ciddiye alıp onlara göre sağlamlaştırma, güçlendirme ve gerekenleri, gereken izolasyonları, gereken şeyleri bu anıtlara, bu yerlere, bu komplekslere, bu sitelere uygulamış olsaydık, ne bu kadar büyük bir can kaybı canımızı gerçekten yakacaktı ne de bu kadar inanılmaz bir hasar tablosuyla karşı karşıya olmayacaktık.
E.C.: Bir şey sorabilir miyim Nezih Bey? Türkiye'nin bu konuda bir stratejisi var mı? Yani tarihi eserlerin afetlere ve özellikle depreme karşı korunması konusunda, Türkiye'nin izleneceği yol için bir strateji geliştirilmiş vaziyette mi? Çünkü bu tartışmayı ben 99’dan beri bir şekilde duyuyorum. Yani restorasyon çok zor bir iş. Öbür taraftan bazı hocalarımızın da söylediği gibi, bu riskler zaten burada var. Bir şekilde bazı şeylerin olması bekleniyor. O noktada öncelikle biz bunların yıkılmasını engelleyecek şekilde, sonradan portatif, sonradan çıkartılabilecek bir takım yapısal tedbirlerle koruyalım, yıkılmasını engelleyelim. Ondan sonra zaman ve mali imkanlar, finansal imkanlar elimizde olduğunda, bunları aslında uygun bir şekilde, o sanat tarihinin getirdikleri doğrultusunda, ilkeler doğrultusunda restore edelim gibi bir yaklaşım da var. Burada bir karar vermek gerekiyor galiba değil mi?
Anadolu, tarihi eser vasfını kaybetmiş vaziyette
N.B.: Vallahi Türkiye'de şu anda restorasyon konusu deyince çok geniş bir kesimin tüyleri diken diken oluyor. Yani doktorun hatası gömülürmüş,mimarınki dikilirmiş. Restoratörlerin de hataları herkes tarafından görülür, gezilirmiş. Şu anda Anadolu neredeyse birbirinden önemli, klasik çağlardan günümüze, çok ciddi eski eser envanterini restorasyon projeleriyle kaybetmiş durumda. Tarihi eser vasfını kaybetmiş vaziyette. Yani burada çok ciddi tartışmalar var. Haklı olan yönler de var. Bazı yönleri de geçmişi iyi bilerek değerlendirmek lazım. Ciddi bir bütçe var. Yani bütçe sıkıntısı yok. Çünkü dediğim gibi illerin, İstanbul gibi bir yeri düşünsenize, emlak vergilerinin neredeyse %10’u bunun için. İstanbul'da bazı eserler dört - beş defa restore edildi. Örnekleri de var. Bir bakıyorsunuz bir müddet sonra, üç - dört yıl aradan sonra farklı bir restorasyon çerçevesinde tekrar ele alındıkları da görülüyor. Tabii burada doğru kriterleri, doğru programlamaları, doğru aktörleri devreye sokmak lazım. Bir örnek vereyim madem, Antalya'da yaşanan bir örnek; adamın, uzun yıllardır bölgede bu restorasyonları yapan kişinin diplomasının sahte olduğu çıktı. Restorasyon konusundaki uzmanlık sertifikalarının da hepsinin başkaları adına olduğunu ama üzerilerindeki isim değiştirilerek kendi adına alındığı ve bu sayede de bu evrakları 42 yıldır ilgili kurullara sunarak bölgede bilmem kaç yüz tane eseri restore ettiği çıktı. Yani o zaman söz bitiyor.
Dışta görüyorsunuz, adeta böyle bir atom santraline giriyormuş, nükleer santrale giriliyormuş gibi restorasyon projesinin içine alıyorlar insanları. Adeta bir dişçinin insan ağzının içinde çalışırcasına, titizlikle, her nokta, her santimetrekare üzerinde titizleniliyor, önlemler alınıyor. İklimlendirmelerle, her türlü şart sağlanarak, dediğim gibi gittiğimiz vakit hayran oluyoruz. Yani söz konusu yapı 13. yüzyıldan, 14. yüzyıldan, inanılmaz. İçinde eğer duvar freski varsa, ona göre önlemler alınarak yapılıyor. Kabartmalar varsa, o işin uzmanı yapıyor, elinde karnesi var. Sordum; adam sadece ve sadece kabartmalar ve tam plastik heykeller konusundaki restorasyon projesinde çalışabilir. Nerede çalışmış, hepsinin tarihleri var. Onu kabul eden makamın kaşesi var, diğerleri var. Size bir karne gösteriyor. Bir tecrübe, “Ben,” diyor, “Son 25 - 28 yıldır buralarda çalıştım.” Kahire'de bile bilmem ne yapısında uzman. Bakıyorsunuz, eğer duvarda duvar üstü yapılmış bir resim varsa, onun uzmanı sadece ona el sürüyor. Ona bakıyorsunuz, adam neredeyse doktorasını o konuda yapmış, bitirmiş. Karşınızda, orada, gömleği üzerinde, gözlükleri üzerinde, çok hassas bir şekilde ekibiyle birlikte işinin başında. Hakeza diğer alanlarda yani jeolojisinden tutun, zemin etütlerinden tutun, çatısına kadar, taşıyıcılarına kadar her türlü şey böyle ele alınıyor. Ondan sonra da gıpta ediyoruz gördüğümüz eserlerde. Bir o kadar başarılı örnekler ki sürekli de elleri üstlerinde. O zaman oradaki kaynak doğru ekiplerce, doğru projeler çerçevesinde hayata geçiyor.
Bizde çok ciddi bir sıkıntı. Tüm ülke çapını ele aldığımız vakit, baksanıza sahte sahte bir sürü kalelerle dolu olduk. Yani hayatlarında görmedikleri taşlarla örülmüş sur bedenleri, hepsinde böyle garip bir şekilde, düz çizgiler halinde bitiyor. Muzaffer Bey'le gezdiğimiz bir sürü Anadolu kentinde de bunları gördük. Şimdi burada şöyle bir şey oldu. Deprem tüm projeleri, 7.5’in üstündeki iki deprem ve 6 - 6.5’lik üçüncü depremle birlikte inanılmaz bir şekilde sınadı. Bir taraftan can kayıplarına çok üzülüyoruz ama onlarda da aynı durum var. Bir tarafta hiç yıkılmayan, etütleri doğru yapılmış üç katlı züccaciye dükkanında hiçbir şey, avize kırılmamış, camlara bir şey olmamış. Adam diyor ki, “Ben deprem yönetmeliğine uydum. Her şeyi fazlasıyla yerine getirdim. Depremden ne can kaybım oldu ne de mal kaybım oldu.” Bina, çatısına kadar sağlam vaziyette. O zaman eğri oturup, doğru düşünüp bizim önümüzdeki, bu büyük metropollerimiz için, deprem bekleyen, fay hattı üzerindeki yerleşimlerimiz için çok iyi düşünmemiz lazım. Canımız, ciğerimiz, dostlarımız, sevdiklerimiz bu bölgelerde. Kendimiz buralarda yaşıyoruz. En önemli, bizim karakterimizi oluşturan, ulusal kültürümüzün parçası olan anıtlarımız burada. İstanbul'u düşünsenize, İzmir'i düşünsenize, diğer bölgeleri düşünsenize. Bizim depreme çok, bundan sonra çok büyük oranda ortak akıl çerçevesinde, bölgenin yaraların sarılması için, çıkarılacak dersleri de birer yol haritası olarak önümüze koymak durumundayız.
İstanbul artık gün sayıyor deniyor. Bunun ne kadarlık bir zamanı kapsadığı konusunda tartışma var. Bir yıl mı, bir gün mü? Yoksa 2040’lara kadar uzanacak uzun bir gün mü? O konuda, zaman konusunda uzmanların çeşitli görüşleri var. Ama herkesin birleştiği ortak görüş, İstanbul'da Marmara merkezli depremin gündemde olduğu. Keza bu Ege için de geçerli, hakeza Çukurova için de geçerli olduğunu en güvenilir uzmanlar ortak görüş olarak bildiriyorlar. Bizim yapacağımız, özellikle kültür mirasımız açısından, ki ben o alanın bir uzmanıyım, insanlarımızın canını doğru zamanda, doğru mekanlar içinde tutarak bu depremi atlatmalarını nasıl sağlarız? Bu anıtları depremlere nasıl hazırlarız? Restore ettiklerimize bu gözle nasıl tekrar bakarız ve önümüze gelen projelerde neyi isteyeceğiz? Böyle bir depremde bu yapı nasıl davranır? Bu restore ettiğiniz minare dayanır mı? Çünkü minareler, dikkat edin, binaların üstüne yıkıldı olduğu gibi. Bıçak gibi, yanındaki apartman bloğunu olduğu gibi ortadan ikiye ayıran minareler söz konusu ya da Habib-i Neccar Camii'ndeki gibi, ana mekanı bu sefer tuzla buz etti. Ama orada da neyi gördük? Evvelki Sinan ekolü her şeyi düşünmüş. Bugün dikkat edin, Sinan eserleri yapıldı. 16. yüzyıldan beri kaç tane deprem oldu. Bütün ülke çapında bunun altını çiziyorum ve gene örneği bölgeden verelim; Payas'taki Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi’nde tek bir caminin yani Sinan bölümünde bir şey yok. Sadece şerefesinin üstünü tekrar ele almışız ve betondan yapmışız. Depremde o beton bölüm uçtu ama bütün o konstrüksiyon, ana bütün kompleks olduğu gibi ayakta kaldı. Hafif çatlamalar var. Ama bir can kaybına neden olmadı. Tam tersine bütün depremzedeler o Payas'taki külliyenin, menzil külliyesinin içinde ağırlandılar. Sinan'ın revaklarında gecelerini geçirdiler ya da bir diğer mekanda endişeli günlerini güven içinde tutabildiler. O zaman Sinan'ı bu açıdan irdeleyeceğiz; neyi düşünerek yaptığı minare niye yıkılmıyordu? Bizim bugün restore ettiğimiz bir minare olduğu gibi yerle bir oluyor. Bakıyorsun, kenetlerini koymuş. Bakıyorsun, kilit sistemini ona göre yapmış. Peki biz bugün bunu niye yapamıyoruz? Onları iyi sorgulamamız lazım. Bir taraftan payandalar, hala daha ihtiyacımız var. Sinan, Ayasofya'daki payandalar. Geçen sefer sanırım altını çizmiş olabiliriz, bir iki yerde de belirtiyorum. Büyük bir saygıyla tekrar nur içinde yatsın diyorum Mimar Sinan'a. Söylenebilecek her türlü şeyin üstünde. Bugün Ayasofya ayaktaysa, onun gördüğü büyük depremlere karşı ve olacak depremlere karşı Ayasofya'da yaptığı payandaların çok büyük etkisi olduğunu bütün mimarlık tarihçileri ve konum uzmanları söylüyorlar. Peki niye biz bu payandaları diğer yapılara koyamadık, yapamadık? Onu iyi sorgulamamız lazım.
G.E.: Evet. Nezih Bey, bu konu burada bitmeyecek. Bir üçüncü programda mutlaka devamını getirmeliyiz. Hem soracak sorularımız var. Bu arada siz zaten o kadar etkin çalışıyorsunuz ki bir çok bilgiye de ulaşmışsınız.
N.B.: Tabii. Bölgeden yapı ölçeğinde size çok güzel bilgilerle. Mesela Roma köprüleri dururken bizim yıkılan unsurlarımızı ya da kayda geçmemiş ama gittiğiniz vakit gerçekten hayretle bakacağınız. Hala daha 2023’te tescil etmediğimiz, ne kadar çok eserimiz var diyebileceğimiz, ne kadar zengin bir kültür coğrafyasında olduğumuzu aktarmak isterim.
G.E.: Yakın bir tarihte bir program daha yapmalıyız mutlaka. Çok çok teşekkürler. Açık Radyo’da Altın Saatler programında bu hafta konuğumuz Nezih Başgelen idi. Önümüzdeki hafta yeni bir Altın Saatler programında görüşmek dileğiyle. Hoşçakalın.
N.B.: Duyarlılığınız için ve böyle bir konudaki yürek hassasiyetiniz için ben de Açık Radyo’ya çok teşekkür ediyorum. Bu çerçevede sizlerle, bilgileri toplumla buluşturmak için bir arada olmaya hazırız. Böyle bir misyonu yürüttüğünüz için çok teşekkür ediyorum.
G.E.: Sağolunuz. Çok çok teşekkürler efendim. Hoşçakalın.