Müzelerde, camekanların ardında gördüğünüz objeler bizlerle konuşmaz, hikayelerini anlatamazlar. Önlerinde yazan iki satırlık bilgi de onları diğerlerinden farklı kılmaya, aramızda bir bağ kurmaya ve hafızamızda yer etmeye genelde yetmez. Deneysel arkeoloji bu boşluğu doldurmaya taliptir.
Somut, somut olmayan, kültürel ve doğal miraslarımızı düşünelim. Destanlar, tarihi eserler, endemik türler gibi…Bu mirasları içselleştirmek, bilgi edinmek göründüğü kadar kolay olmayabilir. İşte bu noktada bir mirası bizler için yorumlayacak, anlamlandıracak, hikayesini aktaracak bir arayüze ihtiyaç duyulur. Bu yazıda özellikle de genç okurlarıma seslenmek istiyorum ki müzelerde bize ilk bakışta “sıradan” görünen nesneler ile aramızda bir köprü kurup bakışımızı genişletebilelim.
Hikayemiz Bodrum'da geçiyor. Tercihen bu yazıyı okuyup an itibari ile sualtı arkeoloji müzesi olan Bodrum Kalesini gezmenizi isteyeceğim. Konumuz bu müzede sergilenen Uluburun Batığı. Ancak öncesinde müzenin kendisi ile ilgili birkaç yorum yapmak istiyorum. St. Jean şövalyelerine ait bir kale burası. 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, Rodos Adası ile birlikte burayı da alıyor. Kaleyi gezerken göreceksiniz, taşların arasında, yapıldığı tarihten çok daha eskilere giden parçalar var. Hatırlayalım, antik dünyanın yedi harikasından iki tanesi Türkiye’de ve bunlardan biri de Bodrum'daki anıtsal mezar olan Mausoleum. Karya Kralı Mausolos’un adından dolayı böyle anılıyor ve hala kullandığımız “mozole” kelimesine evriliyor. Anıta ait bölümlerin bazılarını Londra'da, bazılarını da Bodrum kalesinin yapımında devşirme malzeme olarak kullanılmış şekilde görebilirsiniz. Birinci Dünya Savaşı'nda, Fransızlar kaleyi bombaladılar, ardından İtalyanlar burayı ele geçirdi ve cumhuriyetle birlikte kalemizi geri alabildik. 1960'lardan beri de Sualtı Arkeoloji Müzesi olarak hizmet veriyor. Onlarca batığın sergilendiği müze, bugün UNESCO dünya mirası geçici listesinde.
Bodrum Sulatı Arkeoloji Müzesi, Bodrum Kalesi
Öncelikle madem bir gemi batığından bahsedeceğiz, bir gemi inşa edip içine malları ve insanları doldurup bir yerden bir yere götürmeye neden gerek olsun bir düşünelim. Yaşadığımız coğrafyada bir eksik mi var acaba? Yoksa modayı takip etmek için uzak diyarda bulunan bir malı sipariş mi vermek istiyoruz? Sebepler çoğalır gider ama dünyanın en eski ticaret gemisinin şu an önümüzde duruyor olmasının sebebi bronz.
M.Ö. 3000’de başlayan, çağa da ismini veren bu metal, madencilikle elde edilemiyor. Bunu üretmek için %90 bakır, %10 kalayla karıştırılıyor. ve karışım, kendisini oluşturan bu iki metalden çok daha sağlam oluyor. Ancak gel gör ki bakır ve kalay yan yana çıkarılmıyor; Anadolu perspektifinden bakacak olursak kalay için uzak diyarlara gitmeniz gerek, Akdeniz havzasında pek bulunmuyor. Önceki bölümlerde konuşmuştuk, Fenikeliler Britanya'ya kadar gidiyor kalay için. Yoksa düşünsenize, 3300 yıl önce, köşe taşları olmayan Akdeniz’de fındık kabuğu kadar bir tekneye binip binlerce mil yol gitmek akıl karı mı? Tabii bu riskleri alabilen tüccarlar ve yaşadıkları bölgeler, zaman içerisinde çevrelerine göre yüksek refah seviyelerine ulaşıyor. Bronz külçeler bir tür para birimi olarak kullanılabiliyor. Doğal olarak bu gelişmeler aynı zenginliğe sahip olmayan komşularının ağzını sulandırıyor. İşte böyle zenginlik timsali bir tekne olan Uluburun da, 3300 yıl önce ya batıyor ya da batırılıyor Kaş civarında. Kim bilir, belki de Truva savaşına bakır ve kalay taşıyordu. Keza kargosunu kullanarak üretilecek bronz ile 5000 asker donatılabilirdi.
1982'de süngerci Mehmet Çakır, Kaş yakınlarındaki Uluburun mevkiinde dalarken kendi deyimiyle "kulakları olan metal bisküvilere” rastladı. Bu metal bisküvilerin aslında bakır plakalar olduğunu bölgede dalış yapan arkeologlar hemen anladılar.
Bakır ingot, "kulakları olan metal bisküviler”
Uluburun batığı, Bronz Çağında Akdeniz’de çok gelişmiş bir sevkiyat ağı olduğunu kanıtladı. INA (Institute of Nautical Archeology) tarafından 1984 ve 1994 yılları arasında on bir sezon boyunca kazıldı ve 50-60 metreyi aşan derinliklere 22.000'den fazla dalış yapıldı. Toplam dalış saati 6600’ün üzerindedir.
Uluburun gemisi, 20. yüzyılın en önemli arkeolojik keşfi olarak kabul edilmektedir. Bu kazıda Cemal Pulak ve George Bass’ı anmadan geçmemeliyiz. Teksas Üniversitesi'nde görevli bu değerli iki bilim insanının özverileri de bence batığın kendisi kadar kıymetlidir. 18.000 parça eser yüzeye çıkartılmıştır bu kazılarda ve bunların bilimsel tasnifleri, parçaların birleştirilmesi gibi konular için harcanan zaman için George Bass şöyle söylemişti:
Üç aylık bir dalış sezonunun ardından, yaklaşık iki yıl tasnif sergileme, koruma vesaire gibi işler için zaman harcıyoruz.
Bronz Çağı'nı aydınlatmak pek de kolay olmamalı. Şimdi lütfen etrafınızda sergilenen parçalara bir de o gözle bakın. Yedi ayrı medeniyete ait eserler var geminin kargosunda ve bu sayede 3300 yıl önceki ticaret ile ilgili çok şey öğrendik. Nereden biliyoruz bu kadar farklı medeniyete ait mallar olduğunu? Mesela bir anforaya bakarak onun hangi medeniyete ait olduğunu kolayca söyleyebiliriz.
Kargonun on tonu Kıbrıs bakırından oluşuyor, yani gemi kesinlikle Kıbrıs’a uğramış. Süngerci Mehmet Abi'nin gördüğü kulaklı bisküviler vardı demiştik ya, işte bu on ton bakır, üç yüz elli tane bisküvi şeklinde taşınıyormuş. 1/10 demiştik bronz yapmak için, 1 ton da kalay çıkartıldı Uluburun kargosundan. Uluburun gemisinin keşfine kadar bir ağırlık ölçü birimi olan “talent” kaç kilograma tekabül eder bilinmiyordu. Mesela Eski Ahit'le Hz. Musa portatif tapınağı (mişkan) inşa edebilmek için 29 talent altın kullanmıştı. Gemideki kulaklı bisküvi şekilli ingotların her biri 28 kilo yani 1 talent. Ağırlık birimi demişken, bir ilginç bilgi de keçiboynuzu ile ilgili. Keçiboynuzu çekirdeklerin her biri, boyutları ne ölçüde olursa olsun 0,2 gram geliyor. Günümüzde 0,2 gramın karşılığı 1 "karat" olarak kullanılıyor ve ağırlık ölçüsü birimine dönüşmüş. 16 tanesi bir dirhem ediyor. Dirhem, değişmekle birlikte 3 gram ağırlığı temsil ediyor. Kıymetli taş veya metallerin fiyatlandırılmasında kullanılan “karat” sözcüğü keçiboynuzunun (harnup) Latince adı olan “ceratonia”dan türetilmiştir. Beş tane keçiboynuzu çekirdeği 1 gram ağırlığındadır. Şimdi yazıyı okuyan genç arkadaşlarım bir keçiboynuzu ağacından bu leziz meyveyi yerken daha mutlu olacaklardır diye umuyorum.
Uluburun'un kargosuna dönelim; bu 10 ton bakır ve 1 ton kalay karışımından elde edilecek bronz kullanılarak 5000 kişilik bir ordu donatmak mümkündü. Bunun dışında 150 tane cam ingot çıkarıldı, çeşitli renklerde. Bu ingotları da ham halde, işlenmeye hazır cam külçeler olarak düşünebiliriz. Devekuşu yumurtası, fil dişi, hipopotam dişi ve büyük ihtimalle telli bir enstrüman imalatı için hazırlanmış kaplumbağa kabukları… daha neler neler; nar, zeytinyağı, hayvan şekilli tartı ağırlıkları, altın, makyaj kutuları, ok uçları, soylulara ait olduğu düşünülen iki Miken kılıcı, gemicilere ait olduğu düşünülen balık ağları, oltalar, iğneler, dört adet taş çapa ve içinde balmumu olan, üzerine yazabildiğin tarihin ilk not defterini de unutmayalım.
Bu malların mutlaka, aynı bugün olduğu gibi, sipariş üzerine kargodaki yerlerini aldığını düşünüyorum. Bronz Çağı krallarının Amama mektupları da var. Özetle, Akdeniz’de kıymetli ne varsa gemide varmış. Kim söylemişti hatırlamıyorum; bugüne kıyaslarsak, bu kargonun takribi değeri iki milyon dolar kadarmış. Uluburun batığının kargo ve gövde kalıntılarının yakından incelenmesi, Tunç Çağı kültürlerine, gemi inşa teknolojilerine, ekonomi modellerine ve ticaret rotalarına dair devrim niteliğinde bilgiler sağlamıştır. Genel olarak, Bronz Çağı'nda Akdeniz'in bu derece birbirine bağlı olduğunun anlaşılabilmesi ancak Uluburun mevkiinde batan geminin gün yüzüne çıkarılabilmesi ile ispat edilebilmiştir..
Uluburun'un denizlerde dolaştığı yıllarda Mısır’da meşhur Nefertiti büstü inşa edilmektedir (hatta Uluburun batığından bir mührü çıkartılmıştır), Odysseus Truva Savaşı'nın ardından on yıl süren o zorlu yolculuğuna çıkmıştır, Akheneton Mısır'da ilk tek tanrı dinini yaymak üzere çalışmaktadır, Hititler dönemin en büyük imparatorluğu olmuş Kadeş Savaşı'nda Mısırlılar ile çarpışmaktadır, Joshua İsrailoğulları vadedilmiş topraklara doğru yürütmektedir. Zor yıllar... Hemen ardından da deniz halkları gelip tüm bu gelişmiş medeniyeti, ticaret ağlarını, yazı geleneğini yerle yeksan edeceklerdir.
Bu arada, bildiğiniz, gördüğünüz en eski şey ne diye bir düşünün lütfen? Örneğin İstanbul’da yaşıyorsanız Ayasofya aklınıza gelebilir, 1500 yaşında bir mabed. Uluburun gemisi, Ayasofyanın inşasından 1800 yıl önce Akdeniz'de seferler yapıyordu.
Uluburun gemisi, kargo ve güvertesinden kesit, Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi
Uluburun’un kargosu çok iyi korunmuştu ancak gövdesinin ne yazık ki sadece %3'lük gibi bir kısmı dalışlarda yüzeye çıkartılabilmiştir. Müzede bu ahşap kısımla ilgili bir şey göremeyeceksiniz, çünkü özel bir sıvı içerisinde saklanıyor. %3’ü bilinen bir gövdenin müzedeki maketi neye göre yapılmıştı diye sorabilirsiniz; Mısır ikonografisine dayanarak Uluburun gemisinin hemen hemen aynısının duvar çizimlerini görebilirsiniz.
360Derece TAD olarak yeniden inşa ettiğimiz Uluburun II
Geminin kendisi Antik çağda değerli olan Lübnan sedirinden, kavela ve zıvana tekniğiyle inşa edilmişti. Yani parçalar birbirlerine kilitlerle geçip, ahşap çubuklarla sabitleniyordu. Su altında kalan kısımda bir salma neredeyse yoktu. Bu da yelken seyri için oldukça sorunlu bir model teşkil ediyordu. Kendi adıma, bu kadar uzun seyirler yapabilen denizcilerin salma kullanmamış olmalarına aklım ermiyor ama arkeolojik verilere riayet etmek durumundayız. Boyu 15, eni 5 metre olan geminin müzede birebir ölçülerde bir maketini göreceksiniz. Kare bir yelken kullanıyordu ve 8-9 mİl sürat yapabiliyordu. Her şey tamam da, hızını nereden mi uydurdum? 360 Derece Tarih Araştırma Derneği olarak dünyanın en eski gemisinin, Uluburun’un replikasını inşaa ederek seyirler yaptık, arkeolojik verileri deneyledik. Türkçesi; motorsuz, salmasız, elektrik aksamsız, bol miktarda su yapan bir tekne ile Ege ve Akdenizde gezdik durduk. Bir de şunu ekleyelim, o kadar farklı bir teknik ile inşa edilmiş ki, replikayı yaparken çok ama çok zorlandık. Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi'nde Uluburun'u gezdikten sonra, Urla’da gelip Uluburun’un replikasını da bizim tersanemizde ziyaret edebilirsiniz. Müzedeki tarihi eserlerden farklı olarak bizim Uluburun'umuza dokunabilirsiniz bile!