Bu hafta Açık Yeşil'de gazeteci Hazal Ocak ve Serkan Ozan konuğumuzdu. Sinop İnceburun’da yapılacak nükleer santral projesi konusunda halkı bilgilendirmek amacıyla düzenlenen, ama halkın içeri alınmadığı, içeri girmek isteyenlerinse polis tarafından engellendiği ÇED Halkın Katılım Toplantısı’nı konuştuk. Programın ikinci bölümünde de Hazal Ocak'ın Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazı dizisinden yola çıkarak Kanal İstanbul Projesi'ni konuştuk.
Hazal Ocak'ın Kanal İstanbul Projesi hakkında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan iki yazısı:
Jandarma eşliğinde rota gezisi. (25 Ocak 2018)
İstanbul batıyor. (26 Ocak 2018)
***
Ümit Şahin: 94.9 Açık Radyo’da Açık Yeşil başlıyor, ben Ümit Şahin.
Ömer Madra: Ben de Ömer Madra.
ÜŞ: Destekçilerimiz Ayfer ve Cihangir Yalçınkaya’ya teşekkür ediyoruz. Bugün konuklarımız var, Cumhuriyet gazetesinden Hazal Ocak ve Serkan Ozan, hoş geldiniz!
ÖM: Hoş geldiniz!
Hazal Ocak: Hoş bulduk!
Serkan Ozan: Hoş bulduk.
ÜŞ: Aslında daha çok Kanal İstanbul’la ilgili geçen haftaki yazı dizisi için davet etmiştik Hazal Ocak’ı ama dün de tesadüfen denk geldi; Sinop’da bir nükleer santralın halk katılım toplantısı vardı.
HO: Evet ÇED halk katılım toplantısı.
ÜŞ: Halk katılamamış!
HO: Evet içeri almadılar.
ÜŞ: Onunla ilgili, basında daha çok “müdahale oldu, gözaltı oldu” falan diye çıktı, onun detayını, Sinop’ta neler oldu bu ÇED toplantısında onu biraz öğrenerek başlayalım. Sonra vakit kalırsa Kanal İstanbul’a da geçeriz diye düşünüyorum.
ÖM: Evet, dehşet verici fotoğraflar da gördük, gözlerimize inanamadık, anlatın bakalım.
HO: Şöyle oldu, ben bir gün öncesinden gittim Sinop’a nükleer santral ÇED katılım toplantısını izlemek üzere. Zaten şehirde enteresan bir şekilde böyle ciddi polis grupları dolaşıyordu. Hatta Sinoplular “ilk kez böyle oluyor, bir cumhurbaşkanında bu kadar polis gelmişti, şimdi ne oluyor?” falan diye onlar da şok içerisindeydi ama nükleer santral toplantısından kaynaklandığını da biliyorlardı. Ertesi gün Sinoplular zaten Uğur Mumcu meydanında buluşup ÇED katılım toplantısını izlemek üzere otobüslere binerek birazcık şehrin dışında olan Sinop Üniversitesi Ahmet Dranas otele gitmek üzere buluştu. Önce zaten otobüse bindikten 2-3 kilometre sonra polis çevirdi “bizim GBT yapmamız lazım” diyor. GBT’yi böyle inanılmaz ilkel koşullarda telefonla tek tek TC’leri okuyarak ciddi bir zaman kaybıyla oyalayarak yaptıl
ÖM: GBT denen şey bilgi kontrolü müdür nedir?
HO: Evet kimlik kontrolü yapıyor tek tek.
ÜŞ: Aslında biraz oyalama amaçlı, geciktirme amaçlı değil mi?
HO: Evet çünkü toplantı 9:30’da insanlar 7:30’da toplanmış yani olabildiğince erken bir saatte ve bir an önce gidip yerleşmek istiyorlar. Önce ilk GBT’den geçtiler, kontrollerden geçtiler. Daha otele yaklaşık 1-1,5 km. falan var, sahilde polis kesmiş ama böyle bir barikat yok yani; toma, akrep, kamyonlar çekilmiş, polisler yığılmış. İnsanlar anlamadı tabii soruyorlar falan, onlar da “bizim içeri bir sormamız lazım, soralım, bakalım yer var mı?” falan diyorlar. Kısa bir süre sonra da “salon doldu sizi alamayız!” dediler. Saat zaten 8:45-9:00 nasıl dolar? İnsanlar anlamadı. O sırada içeriden bir gözaltı haberi geldi, 4 tane çevre aktivisti gece orada bir yerde konaklamış, saat 5’te gitmişler, yerleşmişler ve içerisinin saat 6:15 civarı hem Abalı köyünden vatandaşlar gelmiş ama çoğunlukla AKP kadın kolları ve AKP üyelerinin geldiğini söylediler. Sabahleyin erken saatlerde gelip kahvaltılarını yapıp yerleşmişler.
ÜŞ: Kaç kişi yaklaşık?
HO: Salon 200 kişilik, 240 var dediler, 240 kişi doldurmuş.
ÜŞ: 240 kişiyi önceden garanti edip içeriyi doldurmuşlar yani?
HO: Evet hatta Sinoplular diyor ki “a, bizim Nezaket abla falan da orada” diyorlar. Öyle bir ortam. Tabii ki onları çok erken saatlerde aldıkları için insanlar dışarıda kaldı ama orada çok büyük bir spor salonu var, bir çok yer var, yani halkın katılım toplantısı herkesin görüşüne açık olması ve insanların görüşünü almak üzere olduğu için daha büyük ve geniş bir alanda olması lazım. Küçücük bir alanda yapmışlar ve insanlar giremedi ama girmek istiyorlar, görüşlerini söylemek istiyorlar. Bu toplantıya aylardır hazırlanıp orada sadece görüşlerini ifade etmek istediler. Bunun üzerine polise “bir şekilde kapı açık dursun, girelim, izleyelim, orada bulunalım” dediler. Polis de “hayır, kesinlikle olmaz!” dedi. Ben de dedim ki “İstanbul’dan geldim, bakanlıkta duyuruyu gördüm, Türkiye’nin her yerinde termik santral olsun, nükleer santral projesi olsun ÇED toplantılarını izliyorum basın mensubu olarak”. Önce “giremezsiniz!” dedi, kavga dövüş “tamam buyurun girin!” dedi. Ben girdim ilk barikattan, 1 km. yürüdüm, akrepler, polisler, “siz nasıl girdiniz?” falan diye sorular. Ben ilk kez böyle bir ortamla karşılaşarak otele doğru yürüdüm. Otelde daha büyük bir barikat var, toma duruyor, polis araçları duruyor. Ben sakin sakin anlatmaya çalışıyorum, “bakanlıkta ilan var, bakın İstanbul’dan bunu görüp geldim, gizli olamaz bu toplantı, zaten halkın katılımı toplantısı, basının burada olması gerekiyor” dedim. “Bir soralım, siz de haklısınız” falan dediler. İçeriyi aradılar, “enerji bakanlığı bir liste vermiş, bu listede sizin isminiz yok”. Nasıl bir liste verilebilir? Hangi bakanlık vermiş? “Valla bana şirket yetkilileri öyle söyledi”
ÜŞ: Şimdi burada iki tane kritik nokta var, birincisi içeriye alınacak olan gazetecilerin bir listesi var ve bu listeyi enerji bakanlığı polise veriyor?
HO: Öyle söylüyor ama ben daha sonradan araştırdım ki şirket vermiş.
ÜŞ: Şimdi ikisi de tuhaf tabii, birincisi böyle bir liste olması zaten baştan tuhaf ama onun ötesinde böyle bir şey olsa bile bu şeyi enerji bakanlığının ve şirketin yani enerji bakanlığı lafı geçtiğine göre orada demek ki böyle bir şey söyleniyor ya da enerji bakanlığının yetkilileri var içeride. Şirket böyle bir liste hazırlıyor büyük ihtimalle. Aslında toplantıyı anladığımız kadarıyla şirket düzenlemiş değil mi?
HO: Evet, aslında bakanlık duyurusu görünüyor ve bakanlığın yapması gerekiyor bu toplantıyı. Yönetmeliğin 9. Maddesine göre diyor ama birden ortaya şirket çıkıyor.
ÜŞ: İşte ben de o yüzden sordum bu soruyu, çevre ve şehircilik bakanlığının ÇED sayfasını açtım şu anda ve direk ÇED halkın katılımı toplantısını kendileri şöyle tanımlamışlar: “ÇED raporunun kapsam ve raporunun formatı… halkı proje hakkında bilgilendirmek, projeye ilişkin görüş ve önerilerini almak üzere yapılan toplantıdır. En az 10 gün önceden yerel ve ulusal gazetelerde ilan edilir… Toplantı çevre ve şehircilik il müdürünün ve görevlendireceği bir yetkilinin başkanlığında yapılır” diyor. Yani çevre ve şehircilik il müdürü tarafından düzenleniyor. Siz hiç çevre bakanlığı lafını duydunuz mu orada?
HO: Hayır, direk şirket ve enerji bakanlığı, onu da polis söyledi.
ÜŞ: Şirket ve enerji bakanlığı düzenliyor nükleer santral ÇED halkın katılımı toplantısını, çevre ve şehircilik bakanlığı ise muhtemelen sadece yazıyı formalite olarak yazmış.
ÖM: Ben de o zaman tek tek sorayım, Hazal sen neden bahsediyorsun!?
HO: Sonra ben bir de şirketi aradım, dedim ki böyle böyle bir şey olmuş. Önce Anadolu Ajansı muhabiri ve birkaç kişiyle konuştum, tabii isim de vermek doğru değil ama birkaç gazeteciyle konuştum “bize 30 Ocak’ta bir mail geldi ve bu mail’de 2 Şubat’a kadar bize isimlerinizi ve TC numaralarınızı bildirin –mail’e de ulaştım- akredite uygulanacaktır” diye şirket böyle bir mail atmış.
ÜŞ: Şirket atmış!?
HO: Evet şirket atmış mail’i, zaten adıyla, sanıyla yazıyor. Ben sonra şirkete ulaştım, dedim ki “ben bu toplantıya nasıl giremedim? Kime attınız bu mail’i? Bana attınız da ulaşmadı mı? Hangi gazetecilere ve neye göre attınız?” Bana kurumsal uzmanı gayet rahat bir tavırla “evet akredite uygulandı hanımefendi, dolayısıyla sizin de isminiz yoksa giremezsiniz!” dedi.
ÜŞ: Bunun bir skandal olduğunun farkında değiller değil mi?
HO: Evet bu şekilde ve gayet rahat bir tavırla söyledi.
ÜŞ: Şirketin bu toplantıyı düzenlemesi
ÖM: Akredite? Siz neden bahsediyorsunuz hanımefendi?
ÜŞ: Kendilerinin konuyla bir ilgisi olmadığının farkında değil yani. Hangi şirket bu arada?
HO: EUAS International ICC Merkezi Jersey Adaları Türkiye Merkez Şubesi böyle uzantılı bir adı var, zaten başvuru dosyasını da şirket yapmış.
ÖM: Jersey Adaları’ndan vergi cennetlerinden birinde kurulmuş bir şirket. Geçenlerde Çiğdem Toker yazdı bunu yazdı galiba Cumhuriyet’te değil mi?
HO: Evet yazdı. Ben o mail’deki numaradan aradım şirketi, gazetecilere attıkları mail’deki numara.
ÜŞ: Jersey Adaları’na aramamışsındır umarım?
HO: Yok kurumsal iletişim uzmanıymış ve bu kadar rahat bir tavırla. “Peki bana döner misiniz, bana da attınız mı acaba, bize de ulaştı mı?” dedim. “Ben bir mail listeme bakayım masa üstümde, size dönerim” dedi ama dönmedi bütün gün. Sonra orada da polis bana böyle böyle bir isim listesi varmış diyerek beni almadı. Arabayla güzelce barikatın oraya 1 kilometre geri bıraktı “yağmurda geri yürümeyin!” dedi.
ÖM: Çok nazikmiş.
HO: Oradaki insanlar sinirlendiler tabii bu duruma, yürümeye karar verdiler. İnsanlar toplandı yürüyor, yine inanılmaz bir önlem. Sakarya caddesini geçtiler, inanılmaz bir polis önlemi, CHP’li vekiller var, Sinoplular var, Nükleer Karşıtı Platform’dan bir sürü aktivist var, polis zaten direk valiliğin önüne inanılmaz bir barikat çekmiş. O barikatı tabii insanlar yüklenince, valiliğe girmek isteyince arbede çıktı. Jop, biber gazı, ortalık kaynadı, bir anda yumruklar filan. Bu bir ÇED halkın katılımı toplantısı, bu kadar olağanüstü önlem, insanlara bu kadar eziyet anlaşılır gibi değil. Ben birçok ÇED toplantısı izledim ve ilk kez böyle bir şeyle karşılaştım.
ÖM: Evet. Bir de şunu sormak istiyorum, Sinop İnceburun’a yapılması planlanan nükleer santral projesi bu ve onun ÇED halkın katılımı toplantısı diyoruz ama Sinop’un İnceburun denen yeri de olağanüstü güzelliğiyle meşhur bir yer bildiğimiz kadarıyla değil mi?
HO: Evet.
ÖM: Belki bir Sinoplu olarak Serkan’a sormak lazım.
SO: Çok güzel ormanların içinde, her tarafı yemyeşildir, Türkiye’nin en kuzey ucu zaten, yani eşsiz bir doğadır, yaban hayatı çok gelişmiştir, karacalar var, her tür hayvan var orada, gayet güzel bir yerdir.
ÖM: Onların inşaatla beraber
SO: Büyük zarar görecek.
ÖM: Nükleer tehlikeden bahsetmiyorum sadece inşaatın vereceği zarar, o karacaların, ağaçların ve börtü-böceğin yok olacağı aşikar.
SO: Şöyle bir şey var, biz oraya gittik bir gün önce Hazal’la Nükleer Platform’dan Zeki Karataş bizi götürdü. Oradan eskiden İnceburun’a giden yoldan geçerken yolun sağ tarafı denizdir, orada deniz olduğunu bilirsiniz ama orman yüzünden göremezdiniz denizi. Şimdi gayet güzel görünüyor deniz.
ÖM: Deniz manzaralı!
SO: Zaten nükleer santralin yapılacağı yer de denize çok yakın.
ÜŞ: Zaten denizden soğutacakları için, Akkuyu da öyle denizin kenarına yapıldı.
HO: Yüzbinlerce ağaç kesmişler. Bir de ilk gün ben gittiğimde şöyle bir şeyle karşılaştım izlenim yazmak için, Hamsilos tabiat parkı çok yakınında, gerçekten dibinde 1-2 kilometredir en fazla, içeride sürekli ‘avlanmak yasaktır’, ‘çadır kurmak yasaktır’ gibi bilgilendirici tabelalar var, yürüyüş parkurları var, orada nükleer santralını da gösteren bir tabela var, eski bir tabela, o nükleer santralın içinde ayı yaşam alanları, karaca yaşam alanları görünüyor ve insanların yürüyebileceği parkurları çizmişler. Hem doğa yürüyüşü yapabilirsiniz, bisiklete binebilirsiniz böyle bir noktadan bahsediyoruz. O İnceburun tarafını şimdi komple bütün ağaçları kesmişler, ağaçlandırma sahası diyor ama ağaç falan kalmamış, hepsini götürmüşler.
ÜŞ: Toplantı yapılan yerde ya da çevresinde Japonlar var mıydı?
HO: Evet.
ÜŞ: Bunu asıl Japon şirketi yapacaktı.
HO: Fotoğraflarda zaten görünüyor Japon yetkililer gelmiş, o zaten şöyle olmuş, o 4 aktivist içeri girip orada beklerken ‘Halkın katılım toplantısına hoş geldiniz’ diye pankart açıkmış. O zaman aktivistler “halk dışarıda, halk nerede?” demişler. Oradan hemen AKP’liler “siz kim oluyorsunuz, karşı mısınız milli enerjiye?” falan demişler. Bu ikisini gözaltına almışlar ikisini de uzaklaştırmışlar oradan. Hatta “kanlı pirinç saçtık” falan dediler. Sonra haberlerde de öyle bir çıktı “provokatörler toplantıyı bastı!” filan diye, “provokatörler gözaltına alındı” dendi. O insanlar girmiş bir şekilde halkın katılım toplantısına ve Sinoplular, Sinop’un yerlisi, hatta bir tanesi Serkan’ın liseden arkadaşı. Bu insanları bile apar topar çıkartmışlar.
ÜŞ: Yani ‘ne cüretle halkın katılımı toplantısına girersiniz!’
ÖM: Halkın katılım toplantısına katılıyorsunuz!
ÜŞ: Hem de bir de “ne cüretle görüşünüzü söylüyorsunuz” halbuki bakanlık aynen şöyle diyor “halkın bilgilendirilmesi, görüş ve önerilerinin alınması amacıyla yapılır” diyor.
ÖM: Onun için akreditasyon lazım diyor. EUAS International ICC Merkezi Jersey Adaları Türkiye Merkez Şubesi’nden akredite olmanız gerekiyor. Yani yerli ve milli bir durum var!
ÜŞ: Ama yerli değil mi Sinoplular? Ben onu anlayamıyorum, yerli işte!
ÖM: Evet doğru, ben Kızılderililerden bahsediyorsun zannetmiştim yerli deyince!
ÜŞ: Netice itibariyle sonrasında dışarıda başka bir eylem, gösteri oldu mu?
HO: Evet. İnsanlar dilekçe topladı alternatif ÇED toplantısı yaptılar “halk burada, halkı almadınız, üstelik kolluk kuvvetleri tarafından engellendik, kamu yetkilileri hakkında idari soruşturma başlatılmasını istiyoruz ve bu toplantının iptal edilmesini istiyoruz” diye yüzlerce imza toplandı. Bu imzaları Nükleer Karşıtı Platform dönem sözcüsü Murat Şahin ve CHP’li milletvekilleri valiliğe ulaştırdı. Orada da hatta “vali istifa” diye bağırıldı, valiyle konuşulmuş. Vali sanırım içeride, kim vardı denildiğinde ben bakanlığı arayayım, sorayım falan demiş. Oradan çıkanlar böyle söyledi. Onlar verildi, polis orada durmaya devam etti, insanlar saatlerce soğukta, yağmurda bekledi, çıkışta tekrar açıklama yapıldı ve dağılındı. Zaten öyle bir kapatmışlar, öyle bir önlem almışlar ki polisler “biz iki gündür buradayız, biz de çok yorulduk” dediler.
ÜŞ: Hay allah!
HO: Sanki bir şeye gelinmiş gibi
ÜŞ: Bu şunu hatırlattı, sizin Kanal İstanbul yazı dizisinde var, jandarma “bu yürüyüşleri hafta içi yapsanız da biz de tatil günümüzde yorulmasak” diyorlar. Tam da ona benzemiş yani.
ÖM: Bir de orada müşfik bir tavır da sezdim, “birkaç saattir göremiyoruz sizi” diye jandarma telefon edince
HO: Hatta biz oturduk oraya piknik yapmak için tarla gibi bir alanda, o sırada da helikopter geçti, arayan arkadaşa da diyor ki çevre aktivistine “sizi göremiyoruz, neredesiniz, gittiğiniz yerler tehlikeli” falan. Arkadaşlar da “nasıl ya, biz oturuyoruz!” deyince “haa, oraya mı oturdunuz?” “siz bizi görüyor musunuz?” diyor arkadaşımız “evet görüyoruz ama bir an gözden kayboldunuz” diyor. “Helikopter siz misiniz?” deyince “yok, o orman ve su işleri bakanlığı, bizimle ilgisi yok” dedi. Bizi böyle bir takiple
ÜŞ: Robot yok değil mi?
ÖM: Nasıl yok?
ÜŞ: Bu Kanal İstanbul gezisine geçmiş olalım. Orada yani Kanal İstanbul’un rotasının bir kısmını yürüdünüz galiba siz?
HO: Evet aynen.
ÜŞ: Özellikle kuzey kısmını, Terkos gölünün batısı mı oluyor?
HO: Evet, üçüncü hava limanının tam yanı oluyor, Karaburun’dan açılacağı söylenen yeri
ÜŞ: Koridordan geçtiniz yani?
HO: Evet.
ÜŞ: Biraz onunla ilgili izlenimleri gerçi okuduk yazı dizisinden ama biraz ondan da bahsedelim mi? Oradaki köylülerin durumu, insanlar ne düşünüyor?
HO: Tabii. Ben orayı zaten üçüncü havalimanından beri takip ediyordum. Biz gene aynı GBT’den geçerek, kimlik kontrolleri yapılacak gittik. Köye vardığımızda kahvede direk “jandarma geldi zaten burada konuşuyor, sizi bekliyordu” falan dedi köylüler.
ÜŞ: Hangi köy?
HO: Yeniköy. Üçüncü havalimanından dolayı zaten çok dertlilerdi ve biraz artık ona alışmış gibilerdi, en azından üçüncü havalimanı kavramına. “Üçüncü havalimanı geldi, şimdi de Kanal İstanbul mu yani? Biz ne yapacağız, birası bitecek” diyorlar, bir grup “buradan çok ucuza bizden arsalarımızı alıp bizi gönderecekler, çok büyük paralara satacaklar”, bir grup “biz yapamayız başka yerde, burada tarımla, hayvancılıkla uğraşıyoruz, burası biter, artık yaşanmaz hale gelir” diyor. Bir grup nüfusun daha fazla artacağından dolayı üzülüyor, böyle kederliler. En çok torunlarını düşünüyorlar, zaten gençlerin çoğu herhalde bir şekilde hayatlarını çizmiş ama torunları, çocukları artık onlar da görsün, bu doğayı, bu yeşilliği ama burası artık yapılaşır.
ÜŞ: Bir de aslında onlara toprak, mal-mülk de bırakamıyor olacaklar.
HO: Evet.
ÜŞ: Diyelim ki çok iyi paralara satın aldılar, ne fark eder? Hani deniyor ya mülksüzleştirme denen şey tam olarak bu işte. Orada köyde tarlası olan, bahçesi, bostanı olan insanlardan zorla onları aslında almış olacaklar. Çünkü kanal yapılırsa oraları imara açacaklar, şehirleşecek herhalde. Kaç köy bu durumda?
HO: Tam etkilenen köy rakamını bilmiyorum.
ÜŞ: İstanbul’un şeyi boyunca Küçükçekmece, Sazlıdere
HO: Terkos barajı, gölü etkileniyor, Durusu, Yeniköy, Karaburun bölgesi etkileniyor, Küçükçekmece gölü etkileniyor ama köy olarak bir rakam hatırlamıyorum, ÇED dosyasını okudum ama rakam sanırım vermemişler. Belki ayrıntılı nihai ÇED’de çıkabilir ortaya kaç köyü etkileyebileceği. Orada da şöyle bir durum var, zaten orası tarım açısından zengin bir yer, insanlar orada şehrin, İstanbul’un tarımını, hayvancılığını karşılıyordu, şimdi üçüncü havalimanından dolayı bayağı azalan tarım ve hayvancılık Kanal İstanbul’la bitme noktasına gelecek. Oradan Kanal İstanbul geçtiği zaman, mesela bir sahilleri var Karaburun, orası kalmayacak zaten, artık kanalla tamamen birleşecek.
ÜŞ: Liman olacak aslında orası.
ÖM: Orası bir ada da olacak ayrıca değil mi? O konuşmalarda özellikle bilim insanlarıyla yapılanlarda çok sakince Marmara denizinin olmayacağı ifade ediliyor, İstanbul’da son gelen nüfus yığılmasıyla zaten mahvolmuş bir şehir, “İstanbul da bunu kaldıramaz, İstanbul da olmayacak” gibi sakin şekilde ifade edilen laflar var. Bunu uluslararası alanda da tanınmış profesörler söylüyor. Bu nasıl oluyor?
HO: Aslında hocalar o kadar sakin değildi.
ÖM: Cümle çok tuhaf: İstanbul olmayacak!
HO: İlhan hoca da artık “bu gemi bu yükü kaldırmaz, İstanbul zaten yapılaşma baskısı altında” diye konuşarak belirtmişti. Zaten burada oradaki köylerin durumu, oradaki hayvancılık, çiftçi bitme noktasında ama tabii ondan daha büyük bir mesele var, bir yarımada artık bir ada olacak ve İstanbul aslında yarılacak bir yerden. İkinci bir boğaz yapılmak isteniyor, bir yol açılmak isteniyor. Bu gerekli mi? Gerekliyse neden gerekli? Bu soruların hiçbir cevabı da yok, hocaların dediği gibi bilimsel araştırmalar yeterli değil.
ÜŞ: Küçükçekmece gölü deniz oluyor, Sazlıdere baraj gölü deniz oluyor, Sazlıdere aynı zamanda içme suyu barajı, Terkos gölünün hemen yanından geçtiği için o da tuzlanacak diyorlar.
ÖM: E Terkos da siz hatırlamazsınız, bizim nesil Terkos suyu derdi “ne içiyorsun?” “Terkos” derdik. Bizim dönemimizde bütün İstanbul’un içilen suyu Terkos’tu.
ÜŞ: İşte Terkos gölü de gidecek.
HO: Derin hoca yeraltı su kaynaklarının gerçekten bitme noktasına geleceğini söylüyor çünkü oradaki herkes yeraltı su kaynaklarını kullanıyor, “Kanal onları tuzlandıracak, o suyun verilmesini tuzlandıracak ve yok olacak. İstanbul’u daha da büyük bir su problemi bekliyor” diyor.
ÖM: Prof. Derin Orhon’dan bahsediyoruz.
ÜŞ: Kanal kaç kilometreydi?
HO: 45 kilometre.
ÜŞ: 45 kilometre bir yanı 45 kilometre öbür yanı desek 90 kilometre boyunca beton döşemeyecekler herhalde o kadar derin şeye, sonuçta toprak olacak yani. O topraktan da tuz sızacak.
ÖM: Yani Terkos gölü bitecek, yeraltı suyu bitecek, Marmara boğulacak, böyle ifadeler var yani. Distopia, Le Guin hikayelerinden birini okur gibi.
HO: En çılgın projesi İstanbul’un.
ÜŞ: Siz bunu da yaparken sadece bir doğa yürüyüşü olarak yapıldı değil mi? Yani halkın katılım toplantısı yoktu ama ona rağmen jandarma falan da vardı. Onun da biraz ayrıntısı var mı? Nasıl bir diyalog oluştu aranızda?
HO: Serkan Taycan var bu ‘İki deniz arası’ projesinin sahibi, fotoğraf sanatçısı, o İstanbul’da yürüyüş rotası olarak Kanal İstanbul’dan önce belirlemişti, yani insanlar ellerine rehberi alıp İstanbul’da bir yürüyüş rotasına çıkabilir. Hiking İstanbul diye bir grup var, onlar da aynı şeyi yapıyorlar İstanbul’da yürüyebilecekleri yerleri yürüyorlar. Hiking İstanbul grubu önderliğinde biz aslında bir doğa yürüyüşüne gittik. Yani Kanal İstanbul güzergahının bir bölümünü yürüyerek, hem işte çevreyi tahribatı göreceğiz, hem doğada yürüyeceğiz. Gittik jandarma ile karşılaştık bir anda, jandarma geldi oradaki bir çevre aktivistine “biz sizi internetten inceledik, hiç sorun çıkarmayacak bir gruba benziyorsunuz. Galiba ağaç için yürüyeceksiniz ama bu etkinliklerdi hep hafta sonu yapıyorsunuz, biz az kişiyiz, hamile olan var, vs. biz de buraya gelmek zorundayız tabii. O yüzden bunları hafta içi yaparsanız daha iyi olur” demiş. Biz şoka uğradık ve numarasını almış. Arkadaş yol boyunca yanımızda sürekli konuşuyor şuradayız filan diye.
ÜŞ: Kaç kişi nöbetçiymiş? Kaç kişi takip ediyor?
HO: Onu söylemedi ama bizi takip eden iki jandarma aracı vardı. Bir de hep kestirmeleri kullanıyorlar, yani bizimle birlikte yürümüyorlar, yolları tabii çok iyi biliyorlar, bizim çıkacağımız yere uzak bir noktaya mesela yokuşun tepesine arabayı park edip inip bizi izliyorlar nereye gidiyoruz filan diye.
ÜŞ: Sizi koruyorlar yani?
HO: Evet.
ÖM: Adamlar güvenlik zaten.
HO: Onların tahmininden başka bir yola sapınca arıyorlar “yalnız o taraf çok riskli olabilir arkadaşlarınız için!” falan diyorlar. Çocuk da yazık “yok yok biz alışığız, biz yürüyüş grubuyuz zaten, ayakkabılarımız ona göre” diyor yanımda “ama bataklık var” diyorlar “yok yok biz balçıklara da alışığız” falan diye. Oradan çıkıyoruz gene jandarma arıyor filan.
ÖM: Aslında trajikomik yani, insan gülümseyerek dinliyor ama dehşetli bir
ÜŞ: Ben bayağı şaşkın dinliyorum.
ÖM: Şoke edici. Kanal İstanbul için Prof. İlhan Avcı “şehir şu an batan bir gemi, bu yükü kaldırmaz” gibi ifadeler kullanıyor, Marmara denizi tamamen kaybedilme riskiyle karşı karşıya, yani İstanbul aslında Türkiye dünyada çok önemli bir özelliğe sahip 4 denizin birden bulunması, Karadeniz, Akdeniz, Ege, Marmara ile beraber. Aklın hayalin alamayacağı bir projeden bahsediyoruz.
ÜŞ: Karadeniz zaten ölü bir deniz oksijenin pek olmadığı, bu şimdi Marmara’ya da taşınmış olacak, bir kanal daha açıyorsunuz çünkü Karadeniz’in suyunu boşaltmak için. İlginç bir fikir tabii.
ÖM: Ben uluslararası antlaşmalardan doğacak problemlerden hiç bahsetmiyorum bile.
ÜŞ: Uluslararası antlaşma mı kaldı acaba?
ÖM: Benim eski sözümona uzmanlık alanlarımdan biriydi, yani uluslararası hukuka göre
ÜŞ: Lozan’ı da değiştireceğiz zaten şimdi Montrö’nün lafı mı olur?
ÖM: İyi ki artık ders vermiyorum yoksa şimdi anlatacak bir şey bulamayabilirdim. “Çocuklar size Montrö antlaşmasını anlatayım, taraf olan ülkeler şöyledir…” falan diye anlatılacak bir şey kalmıyor.
ÜŞ: Zaten Özgür Mumcu bu son anayasa mahkemesi kararının tanınmaması, uygulanmaması üzerine “bundan sonra herkese 100 vereceğim” diye yazdı Twitter’da çünkü bu konuda bir soru sormanın anlamı kalmadı! Çünkü bir cevap verseniz 0 almanız lazım!
ÖM: Evet evet ben de tekrar döneyim ve 100 vereyim. Sinop bir yandan elden gidiyor, biraz önce Serkan da söyledi Türkiye’nin en kuzey ucu ve kartpostal güzelliğinde bir yer, bu tahribatla ve bayağı ciddi bir polisiye tedbirlerle insanların, aktivistlerin ve yerel halkın üzerine yürünebiliyor bir takım Jersey Adaları merkezli şirketlerin şeyi. Bir yandan da İstanbul yani yeryüzünün en eski şehirlerinden biri, daha geçen gün 1000 yıl daha geriye gitti medeniyeti kazılarda, onun da ortadan kalkacağı bir durumdan bahsediyoruz.
ÜŞ: Son olarak şunu sormak istiyorum, oradaki nükleer karşıtlarının mücadele umudu, vs. ne? Ne diyorlar?
HO: Tabii onlar umutlu, kesinlikle istemiyorlar, Sinop’un %80’i bugüne kadar yapılan anketlerde istemediğini söyledi, “hayır” çıktı ve gene yapılsa gene “hayır” çıkacak diyorlar. Sadece o ağaç kesiminden dolayı biraz üzgünler ama sonuna kadar bunun için mücadele edeceklerini ve oraya nükleer santrali yaptırmayacaklarını söylüyorlar. Zaten orayı gördüğünüz zaman nasıl bir doğa harikası, ne kadar haklı olduklarını anlıyorsunuz.
ÜŞ: Zaten benim hatırladığım birkaç mitinge de katıldım nükleer karşıtı, ben Sinop’ta bunu isteyen birilerini pek hatırlamıyorum. Var mı Sinop’ta nükleer santral isteyen?
SO: Biraz esnaf istiyor gibi geldi bana çünkü o şehir gelişecek, nüfus artacak, bizim işimiz artacak gibi bir düşünce var ama bu daha önce bu tip projelerin yapıldığı her yerde böyle bir umut doğruluyor ama öyle çıkmıyor, işin sonucu öyle olmuyor.
ÜŞ: Yani halkın son derece kararlı olduğu hatırlıyorum bir şey değişmediyse eğer.
SO: Değişmedi.
HO: Aynen gibi çoğunluğu öyle ama dediği gibi esnafta bazı köylerde öyle bir şey var.
SO: Özellikle bu işin başını çeken insanların kararlılığı beni çok etkiledi, onu söylemem lazım, yani “yok yaptırmayacağız!” diyorlar.
ÖM: Bu çok önemli bir nokta aslında ve tamamen global, yani küresel bir mücadelenin bir parçası olduğunu söylemek lazım. Şu anda elimde bir haber var mesela, taa ABD’nin kuzey Dakota’daki artık efsanevi hale gelmiş yerlilerin bu Trump’ın geri aldığı doğalgaz boru hattının yapılmasını yerlilerin egemen alanı üzerinde. Bir grup aktivist vanayı kapattı, şirketi zarara sokmak suçundan mahkemede mahkum edilmişler. En az 1 yıl hapis yatacaklarmış, fotoğrafı var, “fark etmez, ben buna devam edeceğim!” diyor.
ÜŞ: Ama şirketi zarara sormak diye bir suç da var yani. Mesela bir şirketin malını boykot ederek ya da satın almayarak zarara sokabiliriz değil mi? Bunun için hapis mi yapacağız bundan sonra? Şirketlerin kar etmesini engellemek suç haline gelmeye başladı yani?
ÖM: Evet çok ilginç. Diğer insanlar eyleme geçmezse benimki o zaman fark etmez ama asıl harekete geçirecek olan şey de durdururlarsa, “halk devam ederse durdurmaya bu zehri ben yatarım” diyor. İlginç bir şey, adını da verelim Michael Foster.
ÜŞ: Sinopluların da bunu bırakmayacağına olan inancımız tam, yıllardır Mersin ve Sinop nükleer karşıtı mücadele devam ediyor. Çok teşekkür ediyoruz Hazal Ocak ve Serkan Ozan bizimle birlikteydi.
ÖM: Çok teşekkürler.
ÜŞ: Cumhuriyet gazetesindeki haberlerinizi de merakla takip ediyoruz, takip etmeye de devam edeceğiz.
ÖM: Evet devam edeceğiz.
ÜŞ: Çok teşekkürler, gelecek hafta görüşmek üzere hoşça kalın!
ÖM: Hoşça kalın!