Mimarlar Odası İzmir Şube Başkanı İlker Kahraman ile deprem bölgesinden izlenimlerini ve hem kısa hem uzun vadede yapılması gerekenleri konuşuyoruz. Geçici barınma alanlarının düzenlenmesi, kalıcı kentlerin nasıl yaklaşımlarla planlanıp inşa edilmesi gerektiği, yapı denetimleri, İzmir depreminden öğrenilenler gibi konulara değiniyoruz.
(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)
Yağmur Yıldırım: Merhaba. Bugün Açık Mimarlık’ta Mimarlar Odası İzmir Şube Başkanı İlker Kahraman'la telefon bağlantısıyla bir söyleşi gerçekleştireceğiz. İlker Bey hoşgeldiniz.
İlker Kahraman: Hoşbulduk Yağmur Hanım, merhaba.
Y.Y.: Hoşgeldiniz ve tekrar çok teşekkürler. Çok yoğun bir gündeminiz var, ekipleriniz sahadalar. Siz de sahadaydınız deprem felaketi yaşandıktan sonra, geri döndünüz. Bu programın yayımlanması itibarıyla yeni bir ekip bir gündür sahada çalışmalara devam etmiş olacak. Sahadan izlenimlerinizi konuşalım istiyorum. Şunu da duyurmak isterim, TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği) bir ön değerlendirme raporu yayınladı. Bunun da bağlantısını paylaşalım, izleyicilerimiz görebilirler. Hem izlenimlerinizi dinlemek isteriz, bir yandan çok sıcak bir gündem var. Biliyorsunuz 6.4 şiddetinde bir deprem daha oldu. Geçici barınma alanları ne durumda, nasıl planlanmalı? Bunları ve bu deprem sonrasındaki kalıcı yerleşimler için nasıl bir planlama yaklaşımı uygulanmalı ve imar afları meselesi, kaçak yapılar meselesi… Süremiz yettiğince değerli görüşlerinizi alacağız. Tekrar çok teşekkürler. Evet, sahadan izlenimlerinizle başlayalım dilerseniz İlker Bey.
İ.K.: Teşekkür ederim ve herkese geçmiş olsun. Hatta çoğunluğa da başınız sağ olsun demek isterim öncelikle. Çok büyük bir badire atlatıldı, hâlâ da artçıları veya yeni depremler devam ediyor. Biz sahadaydık dediğiniz gibi aslında, İzmir'den gelip İskenderun ve Antakya bölgesinde yoğunlaşmış durumdayız. Hem İskenderun hem Antakya'da TMMOB'un (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği) iki tane merkezi oldu şimdi. Ve o iki merkez üzerinden de çeşitli yardımlar çeşitli yerlere ulaştırılmaya çalışıldı epeyce. Hâlâ da deneniyor. İnsanların barınma sorunu çözülmeye çalışılıyor. Geceleri çok soğuk tabii bölge, o yüzden özellikle bu ikinci depremden sonra herkesin çadıra ihtiyacı daha da fazla arttı. Çeşitli WhatsApp gruplarında en çok ihtiyaç olarak çadır konuşuluyor. Çünkü az hasarlı olduğu düşünülen binalara insanların girmesi gündemdeydi ama bu depremle beraber artık kimse evinde kalmak istemiyor. Hatta dün ben oradaki arkadaşlarla, farklı arama kurtarma ekipleriyle konuştuğumda şöyle bilgiler de aldım. Arama kurtarma ekiplerinin dışarıda buluştuğu, dinlenmeye çalıştığı alanlarda ikinci depremden kaynaklı enkazdan fırlayan maddeler sebebiyle pek çok arkadaşımız ufak hasarlar almış. Yani pek çok kanamalar olmuş, dikişler gerekmiş. Enkaz yakınında kurulmuş çadırların üstüne de enkazın gelmesiyle çeşitli handikapların yaşandığından bahsettiler. Yani biraz hazırlıksız yakalandık galiba ama hazırlıksız yakalanmaya hakkımız var mı derseniz aslında bence yok. Çünkü İzmir'den örnek vereyim. İzmir'de Smyrna kazımız var, bizim çok değerli bir hocamız kazıyor, Akın Hoca. Onunla sohbetimizde ben şunu öğrendim kendisinden. 2500 yıl önce İzmir'deki depremlerde “İzmir'in Güneşi Solmasın” isimli şiirler bulmuşlar kazılarda. Yani en azından 2500 yıl önce İzmir'in yerle bir olduğunu ve bunun için de “İzmir'in Güneşi Solmasın” diye şiirler yazıldığını biliyoruz. Demek ki bu topraklarda deprem bizim için çok uzak değil. Ve bu topraklar aslında depremle yaşamayı öğrenmesi gereken topraklar. Benim alandan çektiğim fotoğraflar var. Bir tanesi de eski tarihi yıkıntılar ve arkada yeni oluşmuş yıkıntılar. O fotoğraf benim için değerli. Şöyle ki, biz yıllar içinde hâlâ birlikte yaşamayı becerememiş olmaktan bahsediyoruz ve bunu aslında becerememiş olmamızın sebebini hem TMMOB raporunda, hem farklı inşaat mühendisleri odalarının raporlarında, hem İTÜ'nün raporunda görüyoruz ki aslında biz bilimden uzaklaştıkça başımıza bu tür şeyler geliyor. Çünkü sahada çıplak gözle yaptığımız tespitlerimizde de bazı binaların ayakta kaldığını, bazı binaların tuzla buz olduğunu görüyoruz. Yani bunun pek çok girdisi var. Şimdi vaktimiz kısıtlı. Bundan bahsetmek için çok vakit yok ama işte yumuşak kat, kısa kolon gibi yaklaşımların hepsi sahada var. Donatıların yetersiz olması, içinde kullanılan malzemelerin yetersiz olması, beton malzemelerin yetersiz olması gibi konular da var. Bunlar da denetimsizlikten kaynaklanan unsurlar olarak göze çarpıyor. Bunlar artık asla ve asla başımıza gelmemesi gereken şeyler ama ne yazık ki şu anda başımıza geliyor. Peki şu anda daha acil ne var? Geçici barınma konusu, geçici barınma ünitelerinin yapılması konusu. Ben bir uluslararası dernek üyesiyim, iiSBE (The International Initiative for a Sustainable Built Environment)adlı. Dernekteki arkadaşlarımızla da Ukrayna'nın sürdürülebilir olarak yeniden yapılanması konulu bir proje yürütüyoruz aynı zamanda. Tabii halihazırda elimizde yeniden yapılanmayla ilgili bir yaklaşım var. Kanada'da İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yapılan geçici barınma konutlarının 1996’da yıkıldığını öğrendim onlardan. Yani bu geçici barınma olarak isimlendirdiğimiz şeye sadece üç ay, beş ay, altı ay, bir sene olarak bakmamak lazım. Kanada'daki örnek İkinci Dünya Savaşı’ndan ama 1996’da yıkılmış. Biz de iki buçuk sene önce İzmir'de deprem yaşadık. Ama iki buçuk senedir devam eden konteyner kentlerimiz, çadır kentlerimiz var. Yani buraya yapacağımız geçici barınmaların daha uzun süre duracağını öngörmek lazım. O hâlde burada kendi içinde bir mahalle kültürü yaratmak lazım. Tektipleşmeyi burada da yapmamak lazım. Daha kolay malzemelerle yapmak lazım ve kendisinin genişlemesine izin vermek lazım. Sadece geçici barınmadan bahsediyorum bakın ama bunun malzemesine karar vermek lazım. Hızlı uygun çözümler olması lazım. Ama uzun yıllar içinde de kendisinin büyümesine izin vermek lazım. Şimdi bu bile bir tasarım problemidir ve oldukça detaylıdır. Bunu bile hayata geçirmek ciddi vakit alırken “Biz bir sene içinde yapacağız!” deniyor. Bunun örneklerini biz İzmir'de yaşadık. 6306 sayılı kanunun 6-A diye bir maddesi var ki şubemiz buna dava açmıştır zaten. 6-A maddesinin anayasaya aykırı olduğunu düşünüyoruz. Ama davamız hâlâ sonuçlanmadı. Burada mülkiyet hazineye geçmek kaydıyla ama kamulaştırma yapmadan uygulama yapabiliyor. Bu uygulama üzerinden de bir kurgunun devam ettiğini öngörüyorum açıkçası şu anda farklı deprem bölgelerinde. Ama bunun bir çare olmayacağını da düşünüyorum. Çünkü işte bu bahsettiğim raporlara baktığınızda mesela Antakya, Adıyaman, Gölbaşı'nda zemin sıvılaşması olduğu İTÜ raporunda yazıyor. Şimdi biz 1999’dan önce yapılmış binalarımızda zeminle ilgili bir çalışma yapmadığımız için bu zeminle ilgili sonuçları tam olarak bilmiyoruz. O halde bunları yapmalıyız, elde etmeliyiz, veriler almalıyız. Onun üstünden bir çaba sarf etmeliyiz. Bunlar olmadığı anda bir anda “Hızlıca girdik yaptık ve oldu,” bu aslında çok zor. Çünkü ben yine İTÜ raporundan size aktarayım, 13,5 milyon kişinin etkilendiğinden bahsediliyor. Şimdi 13,5 milyon kişinin etkilendiği bir alanda bir sene içinde yapacağımız çözümler ne kadar gerçekçi olabilir? Biz zaten 50-60 yıllık hızlı şehirleşme sürecinin sonuçlarını yaşıyoruz. Aslında “Afet Sonrası İyileşerek Kalkınma Planı” diye bir plan hazırlayıp bunu yıllara yayarak nasıl hareket edeceğimizi biçimlendirmeliyiz. Çünkü çok büyük bir alanın yeniden hayata geçirilmesini konuşuyoruz. Altyapı da şu anda çok eksik durumda. Bölgedeki en büyük problem su ve kanalizasyonun olmaması. Hâlâ olmayan bölge çok. Hele 21 Şubat’taki depremden sonra artık sorunlar daha da fazlalaştı. Elektriğin bir anda kesildikten sonra yeniden verilmesi, bu altyapının tekrar oluşturulması oldukça problemli hâle geldi. Bundan kaynaklı hastalıklar da var. Burada Tabip Odası’ndaki arkadaşlarımızla konuştuğumuzda kolera gelebilir diyorlar. Gayet normal olarak adlandırılıyor. Uyuz vakalarının bit vakalarının çokça görüldüğünü biliyoruz. Su olmayan yerde bunun olması da gayet doğal geliyor bana. O zaman bu altyapı problemlerini hızlıca çözmeliyiz. Önce şehri yaşanılır hale getirmeliyiz. Sahada bizim ilk günlerde yaşadığımız en büyük problem telefonların çekmemesiydi, hâlâ daha çok benzer sorunlar yaşanıyor. Biz daha iletişim problemini çözemedik. Yardım etmeye gitmiş insanlar birbirlerine ulaşamadılar veya enkaz altında kalmış insanlar telefonla yakınlarına ulaşmaya çalıştığında ulaşamadılar. Bizim en azından bunları çok hızlı çözmemiz gerekirdi. Çünkü bu tüm yardım ekiplerinin iletişiminin kopması ve bir anda sistemin çökmesi anlamına geliyordu ve bu oldu. Yaşandı bu sahada ne yazık ki. Bunların olmaması gerekirdi ama işte afetin büyüklüğü, bizim hazırlıksız yakalanmamız gibi sebeplerle bu ortaya çıktı şeklinde yorumluyorum. Ama düşünün şimdi biz sahada bakıyoruz, çeşitli denetimlerden geçmiş imarlı binalarda çok ciddi hasarlar oluştu ve yıkıma sebep oldu. Ama biz bugün imar affından konuşabiliyoruz hâlâ. Süreçleri araştırırken bir kendimize dönüp bakmamız lazım herhâlde. Yani bunlar niye oldu, nasıl oldu, neden bu iş başımıza geldi? Bu yüzyılda hâlâ imar affından bahsedebiliyor olmak bana çok çok çok acayip geliyor. Hatta bir gazeteci arkadaşımız benden bir demeç istemişti. Ben de “Demece gerek yok, ‘imar affı cinayettir,’ yazın” dedim. Tamamen de böyle düşünüyorum. Hiçbir denetimden geçmemiş yapılara, sadece yapı sahibinin fikri ve onayıyla, onları resmi rakamlara döküp yapı kayıt belgeleriyle kullanım hakkı verdik. Biz hazırlıyoruz aslında bu süreci. Her ne kadar bu toprak, bu coğrafya deprem coğrafyası olsa da ve depremde yaşamayı bilse de bu tür yaklaşımlar elbette hiçbir şekilde çözüm değil. Ama bu depremden sonra çok şey öğrendiğimizi düşünüyorum. Mesela aktif fay haritasıyla yüzey kırığı arasında çok ciddi farklar olmuş, 120 metreyle 3 kilometre kadar farklar bulunmuş. Demek ki biz yüzey kırığı üzerinden de aktif fay haritalarımızı yenilemeliyiz. Bu fay haritaları belki bu sefer şehir merkezlerinden geçecek. Onları görmeliyiz. Bu bir iş, çokça çalışmak lazım, çok sayıda uzmanın bu alanda çalışması lazım. Alanda şu anda 10 milyon tonla 110 milyon ton aralığında bir deprem atığının olduğundan bahsediliyor.
Y.Y.: Evet bu atıkların da nereye, nasıl konacağı belli değil. Sahadan aldığımız haberlerde “Bize zabıta ekipleri nereyi gösterirse oraya atıyoruz” gibi demeçler verildi. Oraya giden denetim ekipleri örneğin su rezerv alanlarına bu atıkların, molozların atıldığını söyledi. Fakat bir yandan da çılgın proje önerileri dolaşıyor. Örneğin Kıbrıs Adası'na bir otoyol yapılabileceği üzerine sosyal medyada şu anlarda çokça dolaşan bir öneri var.
İ.K.: Umarım asparagastır. Vaktimizi bu tür şeylere harcamamalıyız bence ve asıl yapılması gerekene odaklanmalıyız. Bilime tutunmalıyız, bu 110 milyon tonluk atıkla biz ne yapacağız? Bunu nereye atacağız? Yapılar için tekrar bu kadarlık bir malzeme gerekecek. Doğru malzeme seçimi ne olmalı? Bizim yapılaşma şeklimiz ne olmalı? Farklılaşmalı mıyız yoksa aynı bildiğimiz şekilde mi ilerlemeliyiz? Bunların hiçbirisi tartışılmadı. Bunların hiçbirisi tartışılmadan, bildiğimiz ezberle “Bir senede hayata geçireceğiz” demek çok yanlış. Kaderi hiçbir şekilde değiştirmeyecek şeyler. Bakın örnek vereyim yine İzmir'den. Biz 2,5 sene önce 117 kişilik kayıp yaşamış bir iliz. Ve başından sonuna kadar da sahada insanlarla depremzedelerle beraber olduk süreçte. Burada yapılan binalar TOKİ tarafından hızlıca yapıldı proje alanlarında. TOKİ'nin yaptığı bu binalarda biz fark ettik ki denetim yok. Kendiniz yaparsanız bir denetim var, TOKİ yaparsa denetim yok. O da ayrı bir muamma. TOKİ çok iyi yapıyor olsa problem yok ama mülk sahiplerinden öyle bir fotoğraflar geldi ki bize. Yapılan TOKİ binalarında kolonlarda büyük boşluklar var, kalıp hataları var. Çünkü çok hızlı yapmaya çalışılıyor ve büyük hatalar ortaya çıkıyor. Bununla ilgili fotoğraflar üzerinden bir açıklama yapıldığında hemen sorunlar giderilmeye çalışıldı ama denetim olsaydı bu böyle olmayacaktı. Şimdi bunun telaşına kapılmadan, yepyeni bir yüzyıla giriyoruz değil mi, cumhuriyetin ikinci yüzyılı, bu topraklar evet deprem coğrafyası, demin söyledim. 11.500 yıl önce köy yerleşik hayatına geçmiş yerler buralar ve mekânın hafızası denen şeye çok inanırım ben, bu hafıza burada var. Şimdi yeni yüzyılda yeni şeylerle baş etmeye çalışıyoruz. Küresel iklim değişikliği ve bununla ilgili bizim en büyük sorumluluğumuz karbon ayak izi azaltımı, şehirlere çok büyük rol düşüyor. Biz bu şehirleri yeni baştan yapmaya karar veriyoruz ve aslında medeniyetin ortaya çıktığı coğrafya burası. Medeniyetin doğduğu coğrafyada cumhuriyetin ikinci yüzyılında yapacağımız konutlar, dünyadaki çözümün bir parçası olmak için ideal bir ortam hazırlamıyor mu sizce? Bunu yapacak ekipler Türkiye'de yok mu? Bence deneyim fazlasıyla var, bilgi fazlasıyla var ve buna sadece imkan verilmesi lazım. Yardımlaşmayı, dayanışmayı deprem sırasında hep beraber gördük, çok keyifliydi. Devlet yoktu ama millet oradaydı. Böyle peş peşe konuşuyorum ama bir anımı da anlatayım. Kırıkhan'dan geri döneceğiz İzmir'e, burada koordinasyona yardımcı olacağız. Bizi de oradan geçerken Antakya merkezden çıkan arkadaşlarımız alacak, otobüse bineceğiz. O ortamı görmeliydiniz, fotoğraflarını çektim ben. Birisi çay getiriyor, bir diğeri kurabiye getiriyor, birisi çorbamız var içer misiniz diyor. Ben de merak ettim sordum insanlara, “Siz hangi organizasyon adına bunları yapıyorsunuz?”. Kendi ailemiz adına dediler. Bireysel olarak yapıyorlarmış. Çok keyifli bir birliktelik ve dayanışma ruhu var orada. Bu ruhun bu yaraları sarmakta çok önemli olduğunu da belirtmeliyim. 6,4 şiddetindeki depremden sonra sahaya gitmek insanlar için daha korkutucu bir hâle geldi, ama bizim gönüllü dayanışma arkadaşlarımız hiç tereddüt etmeden orada olmayı tercih ettiler. Bu gerçekleştikten, bunu başardıktan sonra zaten altından kalkılamayacak bir şey olduğunu zannetmiyorum. Bizim sadece bu hamuru doğru şekle getirecek bir yaklaşıma ihtiyacımız var. O yaklaşımı hep beraber arıyoruz, bu tür bir yaklaşıma çok ihtiyaç duyuyoruz. Sizin merak ettiğiniz, benim atladığım başka bir konu varsa öyle devam edeyim isterseniz.
“'Biz bir sene içinde her şeyi çözüyoruz' demek, masal anlatmak gibi geliyor bana"
Y.Y.: Evet siz de nefessiz aktardınız! Pek çok gelişme, pek çok konu var, süremiz de kısıtlı, çok teşekkürler. Değindiğiniz birçok önemli konudan biri, geçici barınma ünitelerinin çok dikkatli tasarlanması ve uygulanması lazım. 6.4 şiddetindeki depremden sonra gördük, İskenderun'da denizin kenarında, etrafı çitlerle çevrili, çok sıkışık olduğunu gördüğümüz alanlar var. Toplanma alanları, yeterli yangın çıkışları olmayan yerler var. Bir yandan 22 Şubat itibarıyla yeni kentlerin ihalesinin başlayacağı söylenmişti. Bir yandan da Şehir Plancılar Odası'nın Mimarlar Odası’nın, İnşaat Mühendisleri, Elektrik Mühendisleri odalarının “Biz her türlü işbirliğine ve desteğe hazırız. Uzmanlığımızı, bilimsel bilgimizi katalım, hep birlikte yapalım kentleri.” şeklinde peş peşe açıklamaları var. Fakat iktidar cephesinden buna bir cevap göremiyoruz. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’un bir açıklaması var, yeni yapılacak kentlerde çözümün dükkan üzeri konut olan blokları tercih etmemek olacağını ifade etmiş. “Bu mu olacak acaba kentlerimizi kurtaracak çözüm?” diye insan kendine soruyor. Belki de bu, kolonların kesilmesini önleyecek bir denetim sistemidir. İhtiyacımız olan değil mi? Ne düşünüyorsunuz bu yeni planla ilgili?
İ.K.: Tabii çok yanlış. Bahsi geçen şey bizim yumuşak kat dediğimiz yaklaşım. Çünkü dükkân olduğu zaman tuğla duvar yapmıyorsunuz. Camla geçiyorsunuz ama “bunun çözümü yok mu?” derseniz elbette ki çözümü var. Bunun çözümlerini konuşmak yerine hayır biz bunu böyle yapmayacağız demek çok yanlış. Ne yapacağız? Alışveriş merkezi mi? Bunlar kendi içinde tasarlanması, konuşulması, detaylandırılması gereken şeyler. Mesela Antakya çok farklı inanç sistemlerinin bir araya geldiği bir yer. O yüzden de çok keyifli bir harmonisi ve çok keyifli bir dokusu var. Bu dokuyu tekrar canlandırırken çok dikkat etmelisiniz. Kimseyi incitmeden, o dokuyu koruyarak. Oraya keyifli oluşunu veren o dokunun ta kendisi. Şu an yıkılmış kiliseler, yıkılmış havralar var, camiler var. Bunların bir aradalıklarını çok dikkat ederek tekrar gerçekleştirmek zorundayız. Ama bu da özen ve dikkat istiyor. Vakit istiyor. Mesela Bakan Bey'in bahsettiği bu konut altında dükkân sistemi, mahalle kültürünün gelişmesini sağlar. Çünkü mahallede konut altındaki o dükkânda kasap olur, bakkal olur, manav olur. Mahalleli alışverişini oradan yapar. Bu da planlamalarda çokça kullanılan bir yöntemdir. Onu nereye koyacağız? Şimdi bunların hepsinin tasarlanması ve düşünülmesi gerek ve bizim yeni adımlara bakmamız lazım. Mesela biz İzmir'de ahşap yapılarla ilgili bir yol alabilir miyiz diye çokça oturup konuşuyoruz. Hatta bilmeyenler için buradan aktarayım, ahşap yapılar yönetmeliği, çok katlı ahşap yapılar yönetmeliği teslim edildi bakanlığa. ODTÜ'den bir hocamız tarafından yazılıp verilmişti ve şimdi biz Türkiye'de artık çok katlı ahşap yapılar yapabiliyoruz. Peki bunu yapsak bu bir çözüm olabilir mi? Mutlaka olur çünkü deprem öldürmüyor, yapı öldürüyor. Çok ağır bir betonun metreküpü iki buçuk tondur. Bir döşeme yaptığınızda ve döşeme yıkıldığında sandviç şeklinde yıkıldığını gördük, kesme kuvvetinin yeterince alınamaması ve kolonlarla döşemenin ayrılması sebebiyle muhtemelen. Ve döşemeler üst üste yapışmış şekilde sandviç şekline gelmiş. Buradaki ağırlığı da tahayyül etmeye çalıştığınızda elbette ki sağ kurtulma şansı yok kimsenin orada. Ama daha hafif bir yapım malzemesiyle yapsaydık, hafiflik sayesinde depremle daha kolay mücadele edilebilseydi; buzdolabınız, kendi yatak odanızdaki yatağınız ve dolabınız bile tavanı taşıyabilecekti. Ve sizin için çeşitli avantajlar olacaktı, 110 milyon tonluk yıkımı, hafriyatı ne yapacağız diye konuşmayacaktık. Çünkü hafriyatı, arta kalan malzemeyi hiçbir şey yapamasak bile yakacak olarak kullabilecektik. Şimdi bu çözüm önerilerinin hiçbiri tartışılmadan yine aynı ezberle yine aynı bildiklerimizle aynı hatayı tekrarlamanın bir esprisi var mı? Çünkü bizim yaklaşımımız kısa vadeli çözümler için belli ki, uzun vadeli çözümlerde bakış açımız “aman kim öle kim kala?”. 20 senede, 25 senede bir binanın hasar alması kabul edilebilir bir şey değil. Çünkü tasarım kriteri ona göre değil. Siz onların hepsini düzgün, bilimsel yaklaşımlarla yapıp kontrolleri iyi sağladığınızda aslında her şey yolunda. Örneğin 1975 yönetmeliği İzmir depreminden sonra çok sorgulandı denildi ki acaba yönetmelikteki eksiklik sebebiyle mi yapılıyor? Hem ulusal hem uluslararası araştırmacılar buna baktılar. Ama anlaşıldı ki 1975 yönetmeliği İzmir'de yaşanan depremi karşılamaya yeterli bir yönetmelikti. Şimdi 1999 önceki tüm binalar hakkında bir şüphe var ya, işte onlar 1998 yönetmeliğine göre. Ondan önce de 1975’te bir yönetmelik var. 1975 yönetmeliğiyle bile yapılmış olsa binalar, bu binaların bile o yönetmeliğin hakkı verildiği takdirde sapasağlam ayakta kalabildiği İzmir depreminde ortaya çıktı. Bu depremde de bunun sorgulanması mutlaka yapılacaktır. Henüz yapılamadı ve biz bunu hem yabancı hem ulusal hem uluslararası araştırma kurumlarıyla çeşitli toplantılarda öğrendik, konuştuk, tartıştık. O zaman ne oluyor? Sahada uygulamada bir problemimiz olduğu ortaya çıkıyor, bu insanların eğitilmesinde. Hangi insanların? Türkiye'de 400 binden fazla müteahhit var. Aynı sayı Almanya'da 3500. Yaklaşık aynı nüfusa sahibiz. Ama bizde herkes müteahhit. İşin erbabı olmayan insanların eline bırakılmış bir yaklaşımla bizim hayatlarımızı kaybetmemiz anormal mi? Bence hiç değil. Çözülmesi gereken çok şey varken “Biz bir sene içinde her şeyi çözüyoruz” demek hiç fark etmez, sadece masal anlatmak gibi geliyor bana. Aslında çözülmesi gereken konuların uzağında, bu 13,5 milyon kişinin rahat nefes almasına destek verecek bir yaklaşımdan uzak. Ayrıca bilimi de pek ciddiye almayan bir yaklaşım olarak görüyorum bunu. Bizim hızdan çok artık dirençli kentlere ihtiyacımız var.
Y.Y.: Evet çok önemli söylediğiniz, bizim hızdan çok dirençli kentlere ihtiyacımız var. Bunun için gerekli uzmanlık bilgisi, paydaşlar, toplumdaki işbirliğine hazırlık, o dayanışma duygusu aslında hepsi mevcut. İlker Kahraman ile söyleşimize devam ediyoruz. Son birkaç dakika olduğu için belki şunları sorarak da programı kapatabiliriz. Siz İzmir deneyiminizden dolayı da pek çok katkı veriyorsunuz, sahayı takip ediyorsunuz. Ekipleriniz şu an orada. Yeni bir ekip gitti dün itibarıyla. Şu an neler yapıyorsunuz ya da yakın gelecekte ne yapacaksınız? Çünkü oda olarak da bir hazırlık içinde olduğunuzu biliyorum.
İ.K.: Şöyle ki bu sadece tek başımıza geldiğimiz bir nokta değil. Biraz önce bahsettiğim gibi aslında Ukrayna'nın yeniden yapılanmasıyla ilgili bir çalışma yapıyoruz. Oradaki uzmanları davet ediyoruz buraya. Oradaki uzmanlarla beraber ne yapabileceğimize bakacağız. Bu geçici barınmanın nasıl yapılması gerektiğiyle ilgili çeşitli çözümleri onlarla da beraber tartışıyoruz. Çok güzel çözüm önerileri gelmeye başladı bile. Ama hep beraber bunu masaya yatıralım istiyoruz. Çünkü geleceğin kentlerinin buralarda olması lazım, sürdürülebilir, karbon ayak izi düşük, çevreci, dirençli. Bu ana gündemimiz bizim. Mimarlığın ana gündemi zaten böyle kentleri yaratabilmek. Bu ana gündem burada nasıl yapılabilir, bunlara farklı insanlar nasıl destek verebilir diye tartışıyoruz. İşte bu tartışmalara destek verecek arkadaşlar eğer isterlerse ilgili merkezi hükümete veya yerel yönetimlere de destek verebilir, çeşitli katkılar sağlayabilir. Hem maddi hem manevi hem bilgisel.
Bunların altyapılarını oluşturmaya ve bu tartışmaları açmaya hazırlanıyoruz. Şimdi şöyle düşünün. Antakya diye bir yerden bahsetmek, Elbistan diye bir yerden bahsetmek şu an maalesef mümkün değil. Bu kentleri yeniden ele almak gerek ama bir arada yaşama kültürü, o keyifli birliktelikler ve onun ortaya çıkardığı harman gibi dediğim incelikleri göz ardı etmeden. Çünkü bu kentlerdeki geçmiş deneyim aslında kentin dokusunu da oluşturuyor. Ben Antakya'ya ilk gittiğimde gece 12’de inmiştim ve çok hoş bir ortamla karşılaşmıştım. Çok keyifli bir sosyal yaşamın olduğunu gözlemiştim. Bunu da ben geçmiş deneyimlerine, bir arada olma kültürüne bağlıyorum. Şimdi o kültürü destekleyecek bir planlama çalışması yapmadan ve ortaya koymadan, bunu tartışmaya açmadan, kamuoyuyla paylaşmadan, özellikle pozitif ayrımcılık yapmadan, herkesin görüşlerini alarak bir tablo ortaya koymadan uygulamaya geçmek, “ben yaptım oldu” demekten başka bir şey olmaz. Peki biz bunun için katkı sağlayabilir miyiz? Deniyoruz. Herkesi de Nisan ayında yapacağımız toplantılara davet etmek isterim, İzmir'de yapacağız. Uluslararası ekiplerle burada neyin ne olması gerektiğini, nasıl olması gerektiğini tartışmaya açacağız. Katkıda bulunmak veya bilgilenmek isteyen herkesin gelmesinden de çok mutluluk duyarız. Umuyorum ki oradan çıkan sonuçlar bir yerlerde fayda sağlar ve yaklaşımlar ülke için, dünya için faydalı hâle gelir.
Y.Y.: Evet, umuyoruz. Tekrar duyurmuş olalım, Nisan ayında gerçekleşecek bu toplantıyı biz de sonrasında umuyorum ki bir araya gelip tekrar paylaşırız takip edemeyen dinleyicilerimiz için. Çok teşekkürler sevgili İlker Kahraman. Bu kadar geniş bir konuyu mümkün mertebe ele almaya, tartışmaya çalıştık. Çok değerli görüşlerinizi de bizlerle paylaştınız. Umuyorum ki konuşmaya devam edeceğiz. Çünkü konuşulacak çok şey var. Yapılacak çok şey var. Hep birlikte radyo dalgaları üzerinden dinleyicilerimizle de paylaşmaya devam edeceğiz. Mimarlar Odası İzmir Büyükkent Şubesi Başkanı İlker Kahraman'la birlikteydik. Açık Mimarlık programını dinlediniz. Deprem konuşmaya devam edeceğiz. Hoşça kalın.
İ.K.: Görüşmek üzere.