Sessiz kalmamak, temel sorumluluğumuzdur. Aksi halde, sadece nefret çığlıkları atanların sesleri işitilecektir çünkü!
(18 Temmuz 2019 tarihinde Açık Gazete'de yayınlanmıştır.)
ÖMER MADRA: Burası Açık Radyo: 94.9. Açık Radyo’nun Açık Gazete’sinde bugün bir konuğumuz var: Nadia Bellardi.
Avrupa Topluluk Medyası Forumu (Community Media Forum Europe/CMFE) adlı kuruluşun proje yöneticisi olarak görev yapıyor. Göçmenler ve medya konusu üzerinde çalışıyor kendisi. Göçmenler sorununu ele alırken medyanın nasıl bir dil tutturması, özellikle de nefret söyleminden, ötekileştirici bir dilden nasıl uzak kalınması gerektiği konusunda çalışan bir sivil toplumcu.
Bellardi, Hrant Dink Vakfı tarafından 1 Temmuz Pazartesi günü düzenlenen “Medyada Mülteciler: Hak Odaklı Habercilik” panelinde, Wise News’dan Mike Jempson, Bianet’ten Ekin Karaca ve emekli diplomat Metin Çorabatır’ın yanı sıra katılımcı olarak yer aldı. Özellikle de Suriyeli mülteciler hakkındaki ayrımcı söylemin nasıl önlenebileceği konusunda tartışmacılardan biriydi. Panelde gazetecilik etik’i üzerinde de konuşuldu. Bu toplantıda dünyada mültecilerin durumunun medyada – yani televizyonlarda, gazetelerde, radyolarda vb – adil ve düzgün bir şekilde kapsanması ve yansıtılması, mültecilere karşı ayrımcılığı önlemek için hak temelli bir yaklaşımın nasıl benimsenebileceği konusunda tartışıldı.
Konuğumuz Nadia Bellardi’ye hem genel olarak mülteci meselelerinde basın yayında nasıl bir yaklaşım benimsenmesi gerektiğini, hem de Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği panelde kendisinin neler anlattığını soruyoruz. Belki İtalya sahillerinde Libya’dan gelen mültecilerin durumunu, burada cereyan eden ağır vicdani sorunları da sorma fırsatını buluruz.
Merhaba Nadia, hoşgeldiniz. Sizi burada ağırlamaktan mutluluk duyuyoruz.
NADİA BELLARDİ: Hoşbulduk. Çok teşekkür ederim. Bugün sizinle burada buluşmak benim için bir onur ve mutluluk kaynağı.
MADRA: Açık Radyo, burada Türkiye’de, mülteciler meselesini uzunca bir süredir ele alan, yakından takip eden ender medya kuruluşlarından biri. Ben de bu konu üzerinde onyıllar önce bir kitap yazma fırsatını bulmuştum. Ve belki de mültecilerin sorunları üzerine düzenli olarak haftalık bir programa yer veren belki de tek medya organıyız. Hamişden Sesler adlı programımız uzun zamandan beri yayınlanıyor. Şenay Özden ve Özhan Önder’in hazırlayıp sundukları bu çok-dilli program Suriye ve Suriyeliler hakkında. Adı “Sürgünden Sesler” anlamına geliyor. Siz de bu konularda uzun zamandır çalışıyorsunuz. Neler yapmakta olduğunuzu bize anlatır mısınız lûtfen?
BELLARDİ: Benim topluluk radyosu (community radio) kavramı ile ilk tanışmam, 2004 yılında İsviçre’de Zürih’e taşınmamla birlikte oldu. Ben İtalyan’ım ve 2004’ten beri, 15 yıldır Zürih’te yaşıyorum. O tarihte medya ile göç ilişkilerini araştırmaya başlamıştım ve gazetecilerin kültürlerarası konularda eğitim görmesi konusu üzerinde çalışıyordum. Bu konularda doğrudan çalışmak üzere bir fırsat bulmak için uğraşıyordum. Ki tam o sırada Radio LoRa’yı keşfettim. Avrupa’daki en eski topluluk radyolarından biridir. Göçmen işçilerin kendileri de daha en başlarda, yani bu radyonun kurulduğu tarihlerde burada program yapmaya başlamışlardı zaten. Şu anda bu radyoda 23’ten fazla dilde program bulunmakta. Bütün göçmen toplulukları bu radyo istasyonunda gayet aktif durumdalar. Hem programcı olarak, hem de radyonun yöneticileri olarak!... Benim Radio LoRa’daki görevim, kültürlerarası ve çok-dilli programların yapımı ve bunların geliştirilmesi idi. Şunu farkettik ki, çeşitli topluluklar, özellikle de mülteci toplulukları kendi dillerinde kendi topluluklarına hitap eden programlar yapıyorlardı. Ama bu, onların yerel topluluklar tarafından dinlendikleri ya da izlendikleri anlamına da gelmiyordu mutlaka. Neden? Çünkü, yaptıkları programlar Zürih’te konuşulan dil olan Almanca değildi de ondan.
Dolayısıyla, biz de bir takım projeler yaptık ve eğitim modülleri yaratıp bunları geliştirmeye giriştik. Çok dilli programlar yapılması teşvik edip geliştirmek için uğraştık. Yani, bir program içinde birden fazla dil kullanılmasını kastediyorum. Bunun için çeşitli teknikler mevcut. Ayrıca, farklı toplulukları da birlikte çalışmaya teşvik etmeyi amaçlıyoruz. Birlikte program yapmaya, birlikte farklı konular üzerinde sohbet edip tartışmaya teşvik etmek...
İşte bu radyo çalışmalarından başladım, oradan işler gelişti: Avrupa Topluluk Medyası Forumu (Community Media Forum Europe) adlı kuruluşla (CMFE) birlikte çalışmaya başladım. Birkaç yıldır Avrupa seviyesinde aktif çalışmalar yürütmekteyiz. Bunlar hem medyada çeşitliliği ve kapsayıcılığı (diversity and inclusion) teşvik eden, hem de medyada mültecilerin ve göçmenlerin doğrudan katılımını sağlamaya yönelik olan projeler.
"Radio LoRa Avrupa’daki en eski topluluk radyolarından biri. Göçmen işçiler radyonun kurulduğu tarihlerden beri burada program yapıyor. Şu anda 23’ten fazla dilde program var. Tüm göçmen toplulukları bu radyoda gayet aktif durumdalar."
MADRA: Bu konularla ilgili çalışmalara ne zaman başlamıştınız? 2004’te mi demiştiniz?
BELLARDİ: Evet 2004’te. Radio LoRa’da 2010’a kadar çalıştım. Yani bir düşünün: Bu radyo istasyonunda 300’ün üzerinde gönüllü insan program yapmaktaydı. Biz ise her şeyden sorumlu olan 7 kişilik bir ekiptik sadece... Benim görevim halkla ilişkiler ve bağış toplamaktı. Ama, aynı zamanda, bir başka meslekdaşımla birlikte, biraz önce sözünü ettiğim çokkültürlülük program ve projelerinin de koordinasyonu ile görevliydim.
2010’da radyodan ayrıldım ama kuruluşun aktif bir üyesi olarak çalışmaya devam ettim, çeşitli kurullarda, komisyonlarda görev yapmayı sürdürdüm. Şimdilerde ise sadece bir üye ve dinleyici olarak devam etmeye çalışıyorum – eskisi kadar aktif değilim yani...
MADRA: Ya Avrupa Topluluk Medyası Forumu? Orada çalışmaya ne zaman başladınız? 2010’dan itibaren mi?
BELLARDİ: Yok, daha önce. Aslında Radio Lora vasıtası ile kuruldu o bağ da. AMARC (Association Mondiale Des Radiodiffuseurs Communautaires/ Dünya Topluluk Radyoları Birliği) kuruluşunu biliyorsunuzdur eminim. 2006’da bu kuruluşun bir uluslararası toplantısına katıldım. Tam o sıralarda CMFE (Avrupa Medya Forumu), bir grup AMARC aktivisti tarafından kurulmuştu zaten. AMARC o tarihte Avrupa’da bir varlık göstermiyordu; bu aktivistler de Avrupa’da kurumlar seviyesinde topluluk medyası adına bir hak savunma faaliyeti yürütülmediğinin farkındalardı. Dolayısıyla, CMFE zaten bir hak savunma ve lobicilik platformu olarak kurulmuştu. Ayrıca, uzmanlara ve ortak arkadaşımız ve meslekdaşımız Tiziano Bonini gibi, radyoculuk ve topluluk radyoculuğu konuları üzerinde akademik araştırmalar yapan kişilere de yardımcı olmak amacını taşıyordu. CMFE’de biz Avrupa Konseyi adına gözlemci olarak çalışma fırsatını da bulduk; bu da Avrupa Konseyi’nden bir dizi tavsiye ve spesifik siyasa belgeleri çıkmasına yardımcı oldu. Bu belgeler de konumuz açısından gayet anlamlı: çünkü Avrupa Konseyi’nin 47 üyesi var. Türkiye de, o üye ülkelerden biri tabii. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) bu tavsiye kararlarını ve ilgili metinleri rehber ilkeler olarak kabul ettiği için bunların halk kitleleri tabanında bilinmesi ve paylaşılması önemli bir hizmet oluyor.
Ama, tabii, bu işler bazen CMFE’nin olanaklarını aşabiliyor. Daha önce de söylediğimiz gibi, CMFE tamamiyle gönüllülük temelinde çalışan bir örgüt. Yönetim kurulu üyeleri, serbest zamanlarının önemli bir kısmını bu kuruluşun çalışmalarına ayırıyorlar. Benim Hrant Dink Vakfı tarafından düzenlenen panelde anlattığım üzere Avrupa tabanlı yeni bazı projeler olduğunda, o zaman biz de bu projeleri hazırlayan insanlara emeklerinin karşılığında ödeme yapma olanağı bulabiliyoruz. Yani, bunun gibi bazı ek görevler üstlenebiliyoruz.
“Şunu biliyoruz ki, nefret yaratan konuşmalar hemen hemen daima fiziki şiddet eylemlerine yol açmaktadır. Ve her yerde bunun pek çok örneğine rastlamaktayız.”
MADRA: Şimdi biraz da Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği panelde ele alınan konular üzerinde konuşalım mı? Yani, mülteci meselesi üzerinde medyanın hak temelli yaklaşımları benimsemekteki iyi uygulamalarını, yetersizliklerini vb... Gazeteciliğin en başarılı yaklaşımlarını... Panel nasıldı?
Fotoğraf: hrantdink.org
BELLARDİ: Bence tartışmalar gayet iyiydi. İzleme (monitoring) çalışmalarının nasıl yürütüldüğünü dinlemek benim için gayet ilginç ve öğretici oldu. Vakfın yürüttüğü izleme çalışmalarını duymak benim için son derece ilginç oldu. Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin durumu hakkındaki haberlerin, özellikle de negatif haberlerin Vakıf tarafından değerlendirilmesi çok ilginçti. Şunu belirtmeliyim ki, bize gösterdikleri örnekler bizim çoğu Avrupa ülkelerinde duyduklarımızla ve gördüklerimizle iyice örtüşüyor. Bu haberlerin içerikleri ya da başlıkları kendi başlarına tam anlamıyla nefret söylemi oluşturmaktalar diyemeyiz. Fakat, yaptığım sunumda da belirtmeye çalıştığım gibi, ifade özgürlüğünü korumayı ve garanti altına almayı amaçlayan AİHS 10. Maddesine getirilebilecek herhangi bir kısıtlamanın, çıkarılacak bir kanunla yapılması gerekmekte. Ama aynı zamanda şunu biliyoruz ki, nefret yaratan konuşmalar hemen hemen daima fiziki şiddet eylemlerine yol açmaktadır. Ve bunun pek çok örneğine rastlamaktayız. Almanya’da yakın zaman önce bir politikacı öldürüldü. Benim ülkem İtalya da dahil olmak üzere birçok başka ülkede bunun pek çok örneğine rastlıyoruz.
Panelde bahsettiğim bir başka mesele de şuydu: Nefret söylemi konusunda Avrupa Konseyi’nin şimdi artık bayağı eskimiş bir tavsiye kararı var: 1997 tarihli bir tavsiye kararı bu. Nefret suçlarında birinci derecede sorumluluğun yükünü seçilmiş politikacıların ve kamuya mal olmuş kişilerin omuzlarına bırakıyor. Bu tavsiye kararında Avrupa Konseyi, medyanın büyütüp nefret suçları işlenmesine imkân verecek her türlü beyandan kaçınılması gerektiğini açıkça belirtiyor. Konsey, siyasilerden ve kamusal figürlerden tüm korunma altına alınmış kategorilere karşı nefrete ya da ayrımcılığa yol açabilecek yorumlara açık her türlü beyandan kaçınılmasını istiyor medyanın. Korunma altındaki kategorilere ise eşcinseller de, azınlıklar da, mülteciler de, göçmenler de dahil.
O zaman tekrarlayacak olursak, elimizde temel belgeler, yönlendirici esas ilkeler olmasına rağmen, maalesef seçilmiş politikacıların çoğu bunlara saygı göstermiyor – Avrupa Birliği içindekiler de, dışında kalanlar da!...
Ve bu, önemli bir sorun. Mesele sadece medyanın birtakım satılması kolay hikâyeleri seçip onları işlemesinden ibaret değil. (Çünkü, biliyoruz ki sansasyonel bulvar gezeteleri böyle çalışır: böyle hikâyeler ilgi çeker: gazetelerin satışını artırmak kolaylaşır, ya da internet medyasında en kolay bunlar tıklanır. Ama bu aynı zamanda bir ortam ya da “iklim” meselesidir: Bir siyasi iklim, bir kültürel iklim meselesidir de aynı zamanda!
Hrant Dink Vakfı’nın bu konudaki çalışmaları da işte bu yüzden çok önemli. Çünkü Vakıf, bu iklimi değiştirmek için insanları bilinçlendirmeye uğraşıyor ve bunun için hepimiz birşey yapabiliriz ve yapmalıyız diyor! İster komşularımızla sohbet ederken, isterse sosyal medyada paylaşım yaparken böyle davranalım – fark etmez. Sessiz kalmamak, bizim sorumluluğumuzdur. Aksi halde, sadece nefret çığlıkları atanların sesleri işitilecektir çünkü!
“Hrant Dink Vakfı’nın bu konudaki çalışmaları da işte bu yüzden çok önemli. Vakıf, değiştirmek için hepimiz birşey yapabiliriz/ yapmalıyız diyor! İster komşularımızla sohbette, isterse sosyal medyada paylaşım yaparken böyle davranalım – farketmez. Sessiz kalmamak, bizim sorumluluğumuzdur. Aksi halde, sadece nefret çığlıkları atanların sesleri işitilecektir çünkü!”
MADRA: Temel meselelerimizden biri bu gibi görünüyor. Yurttaş olarak Sorumluluğumuz. Peki, buradan başka bir meseleye geçelim: Sea-Watch adlı teknesiyle göçmenleri kurtaran genç kadın kaptan Carole Rackete’nin İtalya limanlarına sokulmaması, onun direnmesi ve İtalya’nın aşırı sağcı göçmen karşıtı içişleri bakanı Salvini’nin suçlamaları...
BELLARDİ: İsviçre’nin Zürih şehrinde yaşayan bir İtalyan olarak konuşacak olursam, hayli zor bir durum. Benim bir “gurbetçi” (expat) olarak hayli ayrıcalıklı bir durumum var diyebilirim. Çünkü,orada bazı İtalyanlarla tanışma fırsatım oldu: 1960’larda, 1950’lerde, hatta ondan da önceki tarihlerde birçok İtalyan, İsviçre’ye göç etmişti ve bu insanlar orada gerçekten çok çok zor şartlar altında hayatlarını kurmak ve yaşamak zorunda kaldı. Mesela, İsviçre’de yaşamaya başlayan İtalyan göçmen çocuklarının orada okula gitmelerine izin verilmedi ––
MADRA: –– Okula gitmelerine izin verilmedi mi?! Bunu bilmiyordum doğrusu, gerçekten şaşırtıcı bir bilgi!
BELLARDİ: Evet, öyleydi. Ve ta 1996 yılına kadar İsviçre’deki İtalyan göçmen çocuklarının anababalarıyla birlikte yaşamalarına dahi izin verilmedi!.. –
MADRA: – Nasıl yani?
BELLARDİ: Basbayağı. Orada mevsimlik işçi statüsünde bulunmakta olan göçmen aileler ya çocuklarını İtalya’da bırakacaklar, ya da İsviçre’de çocuk sahibi olamayacaklardı!... Sonuç olarak, birçok nesil tamamen evde kilit altında büyüdü. Birçok nesil ömrü boyunca insanlık dışı muameleye maruz kalarak yaşadı. İtalyan mevsimlik işçiler İsviçre’ye girerken İtalya-İsviçre sınırında trende dezenfekte ediliyorlardı...
Ve, bütün bunlara rağmen şimdi İtalya’da tamamen ırkçı, insan haklarına tamamen aykırı bir siyasi söyleme sahibiz. Bu da beni bazen, geçmişten ders çıkarma ve aynı hataları tekrarlamama konusundaki yeteneğimiz konusunda çok da iyimser olmaktan alıkoyuyor doğrusu.
“1950’lerden bile önce birçok İtalyan, İsviçre’ye göç etti ve orada gerçekten çok zor şartlar altında yaşadı. Çocuklarının orada okula gitmelerine izin verilmedi. 1996’ya kadar çocuklarının anababalarıyla birlikte yaşamalarına dahi izin verilmedi!.. Birçok nesil evde tamamen kilit altında büyüdü. ...Ve şimdi biz İtalya’da tamamen ırkçı, insan haklarına aykırı bir siyasi söyleme sahibiz.”
Yani, şu sıralarda Lampedusa’da olanlara baktığımızda bunların trajik olaylar olduğunu görüyoruz. Ama, aynı zamanda şu da oluyor: Carola Rackete’nin mahkeme masraflarının karşılanması amacıyla kitlesel fonlama (crowdfunding) yoluyla daha şimdiden yaklaşık 1 milyon avro toplanmış olduğunu okudum gazetelerde. Aynı zamanda Almanya İçişleri Bakanı da Rackete’nin yargılama sürecinin daha ileri götürülmemesi yolunda sert bir demeç verdi. Bunlar iyi gelişmeler. Ama İtalya’da kamuoyunun gerçekten ikiye bölünmüş olduğu gerçeğini de unutmamalıyız. Ne gariptir ki –belki de anlaşılır şekilde demeliydim– gündelik hayatta çok kültürlülüğün ve kültür geçişkenliğinin çok yaygın olduğu büyük şehirlerde gerçekten bu bir mevzu bile değil: insanlar göçmenlerden korkmuyorlar, mültecilerden korkmuyorlar, kahvelerini ikinci kuşak Çinlilerin sahip olduğu barlarda, içmeye alışıklar... Ya da saçlarını ikinci kuşak Faslı kıza kestiriyorlar. Bunlar büyük, uluslararası şehirlerin hepsinde gündelik hayatın bir parçası...
Gelgelelim, daha küçük şehirlere, kasabalara gittiğinizde işin rengi değişiyor, mesele daha karmaşık bir hal alıyor.
MADRA: Tabii Salvini gibi sağcı-popülist siyasetçiler, geçmişi yok sayıyorlar: İtalyan göçmen işçilerin vakt-i zamanında yalnız İsviçre’de değil, dünyanın birçok bölgesinde ömürlerini kayıp kuşaklar olarak geçirdiklerini unutuveriyorlar. Ama öte yandan Rackete gibi bu tehditlere kulak asmayarak vicdanlarının sesini dinleyenler ve –sizin de biraz önce hatırlattığınız gibi onun mahkeme masraflarını karşılamak, gemideki göçmenlere destek olmak için kısa sürede 1 milyon avrodan fazla para toplayanlar da insana umut veriyorlar. Siz bu açılardan geleceği nasıl görüyorsunuz?
BELLARDİ: Ben her zaman iyimser biri olduğumu söylemişimdir. Şuna inanıyorum ki, kitle tabanında, yerel toplumlar seviyesinde çalışmak, yapıcı bir diyalog kurabilmek için yegâne çözümdür. O seviyede çalışmaya başlamak lazım. “Dedikodulara ve safsatalara karşı çıkalım” projeleriyle, insancıl kütüphane kurma projeleriyle başlamamız lazım, kampanyaları yürüterek, STK’larda, topluluk radyolarında, yerel toplum merkezlerinde buluşup muhabbet etmek gibi şeylerle başlamak şart. Normalde gündelik yaşamda bir araya gelmeyecek, birbiriyle konuşmayacak insanların bir araya geleceği, tanışıp buluşup konuşacağı, muhabbet edeceği yerleri oluşturmak çok önemli. Radio LoRa’da bizim yapmayı başardığımız en önemli çalışmanın bu olduğu kanısındayım. Şu anda orada hâlâ başarıyla yürütülüyor zaten. Radyo, çok farklı sosyo ekonomik geçmişleri olan insanları da bir araya getirmekte.
Gözlemlediğimiz şey şu: Bu, yalnızca bir sosyal medya sorunu değil – ben sosyal medyaya karşı olan bir insan da değilim zaten. Ama, şurası da açık ki, insanlarda kendilerini küçük adalara, konfor bölgelerine gönüllü olarak hapsetme eğilimi de var. Yalnızca sevdiğimizi düşündüğümüz kişilerle görüşmek, yalnızca beğendiğimizi varsaydığımız konularla ilgilenmek yönünde bir eğilimimiz olduğu görülüyor. Sonuç olarak, dışarı çıkıp hoşlanmadığımız insanlarla karşılaşmaktan, rahatsız olduğumuz konulara bulaşmaktan gitgide daha fazla kaçınır olduğumuz açık. Sanırım, insanları kendi rahatlık bölgelerinden, konfor bölgelerinden dışarı çıkartmaya ihtiyacımız var. Bu “ilk elden” karşılaşmaları teşvik etmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Bununla birlikte, İtalya’nın durumu konusunda o kadar da iyimser olmadığımı ilave etmem lazım. Çünkü, Salvini’nin kendine gayet sağlam bir seçmen tabanı oluşturmuş olduğu görülüyor. Siyasi söylem de aşırı derecede kutuplaşmış durumda. Biraz önce üzerinde durduğumuz olaylar, yani bu genç cesur kadın kaptanın Salvini’ye karşı çıkarak mültecilerle dolu tekneyi limana yanaştırması gibi şeyler ne yazık ki, Salvini anlatısının kendi fikirlerini değiştirmiş olduğuna inanan insanları, fikirlerini yeniden değiştirmeye ikna edemeyecektir. Çünkü, Salvini insanların bir kısmını STK’ların suçlu olduğuna gerçekten ikna etmeyi başardı. Yani göçmenleri İtalya’ya taşımak üzere bir komplo olduğuna inanıyorlar.
MADRA: Komplo teorisi yani!
“Sorun, göç ve göçmenler değil. Sorun: savaşlar, eşitsizlik, kıtlık, seller... Göç, bu sorunlara çözüm olarak üretilmiş birşey. Göç, insan ırkının bu dünya üzerinde ilk yürüdüğü andan itibaren yaptığı şeydir! Biz insanlar daimi olarak hareket halindeyiz.”
Fotoğraf: Açık Radyo
BELLARDİ: Aynen. Ve bu konuyu daha genel bir notla şöyle bitireyim isterseniz:
Göç, bu sorunlara çözüm olarak üretilmiş birşey. Göç, insan ırkının bu dünya üzerinde ilk yürüdüğü andan itibaren yaptığı şey! Biz insanlar daimi olarak hareket halindeyiz. Kurguladığımız, inşa ettiğimiz diğer herşey de yapay: Sınırlar, milletler, pasaportlar... Bunlar hayatlarımızı düzenliyor ama bir savaş patlak verdiğinde kendilerini kurtarmak istediklerinde, aç kalıp kendilerine yiyecek bulmak zorunda olduklarında, insanları hareket etmekten, bir yerlere gitmekten alıkoyamazlar. Bunu kabul etmek zorundayız, çocuklarımıza okula gittikleri ilk günden itibaren anlatmak zorundayız...
[Gülerek] Bunlar belki sadece idealist ve hümanist bir söylem olarak nitelendirilecek ama...
MADRA: Hayır, ne münasebet, hiç olur mu?
BELLARDİ: – Bunların mutlaka söylenmesi gerektiğini düşünüyorum.
MADRA: Bu gibi manzaralar dünyanın her tarafında tekrarlanıp duruyor. Sadece İtalya’da ve Avrupa’da değil, her yerde. Mesela Meksika – ABD sınırında olanlara bakın. Feci ayrıntılar geliyor oralardan: Çoluk çocuk kafeslerde tutuluyorlar... Genç Temsilciler Meclisi üyesi Alexandria Ocasio-Cortez’in ve onun gibi birçok milletvekilinin orayı ziyaret ettikten sonra anlattıkları dehşet verici detaylar var mesela. Ama öte yandan her tarafta da büyük bir direnişin belirtileri görülüyor. Ayrıca, insanları hareket etmekten alıkoymanın mümkün olmadığını söylediniz ya, bu bana geçenlerde gördüğümüz yeni bir araştırmayı hatırlattı. Afrika’da doğan insanlığın, bundan yaklaşık 50 bin sene önce oradan Avustralya’ya nasıl göç ettiğini ortaya koyan araştırmalar yayınlandı. Kendilerine göre bir dil icat ediyorlar ki kürekli tekneyi seyir haline sokabilmek için komut verilip alınabilsin ...
BELLARDİ: Şaşırtıcı!
“Topluluk radyoları yerel toplumla mülteci/göçmen topluluğu arasında bir köprü inşa etmeye çalışıyorlar. Böyle birşey ticari radyo ve TV’lerde ya da Devlet televizyonunda yer almıyor. Bu ancak kâr amacı gütmeyen topluluk radyolarında olabiliyor. Çünkü onlar “açık”, yani açık görüşlü radyolar ve “sessizlerin sesi olmak” gibi bir “misyon”ları var.”
MADRA: Evet, şimdi bu söyleşimizi bitirirken son olarak bir de Bosna’da göçmenlerin durumu hakkında bize yayına girmeden anlattığınız bilgileri dinleyicilerimizle de paylaşabilir misiniz? Çünkü, Türkiye’de çoğumuzun bu gelişmelerden haberdar olduğunu sanmıyorum.
BELLARDİ: Şu anda bütün dikkatler, Lampedusa rotasında olup bitenlere çevrilmiş durumda. Yani Libya’dan kaçanların İtalya’da Lampedusa’ya ve Avrupa Birliğinin sınırlarındaki diğer limanlara doğru gelmesi üzerinde duruluyor. Ama aslında “Balkan Rotası” denen güzergâhta şiddetin kullanıldığı birçok “geri püskürtme” olayı yaşanmakta. (Aslında bu rota fiilen kullanıma kapatılmıştı.) Bu şiddet kullanımlı tepkiler konusunda yakın zaman önce aktivist gazetecilerin yaptığı haberleri okudum. Bosna’ya giden ve oradan bildiren gazetecilerin haberlerini. Bu olaylar yalnızca Almanca konuşan ülkelerde yayın yapan bağımsız radyolar tarafından dile getirilmekte. Sözünü ettiğim bu son olayı, Agora Radio adlı bir Avusturya toplum radyosu haber yaptı. Bu haberi de sizinle paylaşırım tabii. Ki, böylelikle, birileri dinleyip Almanca’dan çevirebilisin.
Bildiğimiz gibi, ırkçılık ve benzeri basmakalıp şablonların kullanılması durumuna Avrupa Birliği (AB) üyesi olmayan Avrupa devletlerinde de sıkça rastlanıyor. Onun için, bu konularda da hem AB içinden, hem de AB ülkeleri dışından insanları bir araya getirecek projeler geliştirmenin gerçekten önemli olduğuna inanıyorum.
Üzerinde çalıştığımız son projelerden biri – ki söyleşimizi de bununla bitirebiliriz herhalde – “Yeni Komşular” adını taşıyor. Newneighbours.eu diye bir web sitesi var. Bu projede, Avrupa Radyo Yayıncıları Birliği’nin (European Broadcasters Union) üyeleri, bir dizi Avrupa ülkesine “yeni gelenler”in ve bu ülkelerin eski sakinlerinin gündelik yaşantıları hakkında belgesel filmler hazırlayacaklar. Bu ülkeler arasında İtalya, Almanya, Hollanda, Portekiz, İspanya, Slovenya ve Hırvatistan da var.
Yani, AB’nin dışında değiliz, ama daha şimdiden AB “sınır bölgeleri”nde çalışıyoruz: Özellikle Hırvatistan’da tamamen İtalya’dakilerle aynı türden safsatalar, dedikodular dolaştığını görüyoruz. Yani göçmenlerin nasıl kolayca ev sahibi oldukları, nasıl kolayca her şeye sahip oldukları gibi lafların bini bir para...
Ve işte böylelikle, yayının en çok izlendiği saatlerde televizyon kanallarında böyle belgeselleri göstermek suretiyle, bunları seyreden insanların algılarında değişiklik yapacakları umudundayız. Çünkü bunlar uydurulmuş şeyler değil, “hayat-ı hakikiye hikâyeleri”. Televizyon habercileri, kameramanları gerçek insanların gerçek hayatlarını kayda alıyor olacaklar. Ve bu proje içinde biz topluluk radyolarıyla, topluluk televizyonlarıyla birlikte çalışacağız ki bu çok dilli prodüksiyonları yaygınlaştırabilelim.
Velhasıl, farklı ülkelerden insanları bir araya getiriyoruz. Viyana’da, Almanya’da gerçekten başarılı olduğu gözlenmiş formatları tekrarlıyoruz. Bu ülkelerde şimdi sürgünde yaşayan ya da mülteci statüsünde olan birçok eski gazeteciyle çalışıyoruz; onlar gazetecilik yapmaya, topluluk radyolarında gönüllü olarak çalışmaya devam ediyorlar. Programlarında bir yandan kendi başlarına neler geldiğini, ülkelerini neden terketmek zorunda olduklarını, kendi ülkelerinin kültür iklimlerini, kültürel miraslarını anlatıyorlar, bir yandan da Viyana’ya, Almanya’ya vb. yeni gelmekte olanlara bilgi aktarıyorlar. Bu programların tümü çok-dilli. Dolayısıyla, aslında yerel toplumla mülteci/göçmen topluluğu arasında bir köprü inşa etmeye çalışıyorlar. Ama böyle bir şey ticari radyo ve televizyonlarda, ya da devlet televizyonunda yer almıyor. Bu ancak kâr amacı gütmeyen topluluk radyolarında olabiliyor. Çünkü onlar “açık”, yani açık görüşlü radyolar ve “sessizlerin sesi olmak” gibi bir “misyon”ları var.
MADRA: Peki bir de, son olarak, Bosna’daki mülteci sorunundan bahsedebilir misiniz? Neler oluyor?
“Bosna’daki meslekdaşlarımız oradaki polis gaddarlığını ve zulmünü belgelediler.Yerleşik medyanın genellikle kapsamadığı haberler... Balkan güzergâhı boyunca birçok insan ölüyor! AB’nin dış sınırları boyunca bir tür kedi-fare kovalamacasına dönüyor iş. Ve trajik bir durum bu. Çünkü asla bir oyun değil!”
BELLARDİ: Bosna’da “Yeni Komşular” (New Neighbours) Kuruluşu olarak çalışamıyoruz, ama meslekdaşlarımız ve dostlarımız bizim proje çalışmalarımıza katılıyorlar. Kendi raporlarını ve orada olup bitenlerin haberlerini sunuyorlar. Bosna’da polis gaddarlığını ve zulmünü belgelediler mesela. Yerleşik medyanın genellikle kapsamadığı haberler bunlar. Maalesef Libya’da ve başka ülkelerde meydana gelen olaylarla, yani insanların şiddet ve güç kullanımıyla durdurulup engellenmesi durumlarıyla büyük benzerlik gösteriyorlar... Balkan güzergâhı boyunca birçok insan da ölüyor! Bu insanlar sadece boğulanlardan ibaret değil... Aynı zamanda trenlerin altında kalarak ve başka feci şekillerde de hayatlarını kaybediyorlar. Çünkü sınırları aşmak için uğraşıyorlar. Polisle bir kaçma-kovalamaca içine giriyorlar. AB’nin dış sınırları boyunca bir tür kedi-fare kovalamacasına dönüyor iş. Ve trajik bir durum bu. Çünkü asla bir oyun değil!..
MADRA: Evet trajik. Ayrıca her şey büyük bir sis perdesiyle kaplanmak isteniyor. Bizim radyo da bu meseleyi yıllardır yakından takip etmeye çalıştığı halde bu Balkan Güzergâhı fecaatini işitmemişti mesela...
Nadia Bellardi, bu mülakat için size çok teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istediğiniz birşey var mı?
BELLARDİ: Bir kez daha tekrar etmek isterim ki Açık Radyo’yu ziyaret etmekten dolayı büyük mutluluk duyuyorum. Ayrıca, umarım Avrupa Topluluk Medyası Forumu (Community Media Forum Europe/CMFE) üzerinden bazı ortak projeler ve değişim programları geliştirme imkânı bulabiliriz. Yakın gelecekte böyle ortak projeler ve işbirliği imkânları geliştireceğimiz umuduyla size çok teşekkür ederim.
MADRA: Biz de size çok teşekkür ederiz.