Açık Gazete'nin Ekonomi Politik köşesinde Ali Bilge'yle, 40'lı yıllar, Merkez Bankası'nın pozisyonu ve Suriye konuştuk.
Ömer Madra: Günaydın Ali bey!
Ali Bilge: Günaydın Ömer bey, günaydın Can! Herkese iyi yayınlar ve iyi yıllar, yeni yılın ilk Ekonomi Politik programındayız..
Can Tonbil: Günaydın efendim.
ÖM: İyi yıllar size de. Öncelikli bir yıldönümü anmasıyla başlayalım isterseniz, yani 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti'nin kuruluşunu biraz önce söyledik. Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan tarafından kuruluş başvurusu yapılmış CHP’den ayrılan tek parti döneminin sonu.
AB: 2. Dünya Savaşı'nın bitimiyle birlikte uluslararası bir yapılanma var ve o uluslararası yapılanmada Türkiye kendini yeniden tarif ediyor, daha çok batı dünyası içerisinde yer arıyor, Yalta konferansı, San Francisco toplantısı gibi gelişmeler, sonuçta Birleşmiş Milletler kuruluyor. Türkiye’nin özellikle ikinci dünya savaşındaki izlediği rol nedeniyle bir tercihte bulunması gerekiyor, savaşta tarafsız gibi gözükse de Nazi Almanya’sına karşı vaziyet almaması Batı açısından bir negatif durum. Ancak aynı zamanda genişleyen Sovyet Sosyalist sistemi var, Avrupa’da özellikle alanı genişliyor. Sonuçta Türkiye batı dünyasında kabulde en önemli unsur olan serbest seçimler, demokrasiye geçişi uygulamak durumunda kalıyor. Zaten ciddi rahatsızlıklar var tek parti yönetimi içerisinde, 4’lü takrir denilen bir çıkışla istifa süreci başlıyor, biraz önce söylediğiniz isimler girişimlere başlıyorlar. 1946’nın 7 Ocak 1946’da Demokrat Partiyi kuruyorlar. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, 1930 ‘da Serbest Cumhuriyet Fırkası, ondan önce de 1924’de Terakkiperver Cumhuriyet fırkası, muhalefet partisi olarak karşımıza çıkıyor, ancak yeni kurulan Cumhuriyette demokrasi istenmiyor , bunlar kapatılıyorlar , tek parti diktatörlüğü içinde yaşanmaya devam ediliyor. Üçüncü dalga 1945 sonrasında başlıyor, DP dışında başka partiler de kuruluyor. Bunlardan öne çıkanlar, Nuri Demirağ’ın Milli Kalkınma Partisi, diğeri de Şefik Esat Adil Müstecaplı’nın kurduğu Sosyalist Partis'idir. Başka partiler de kurulmuştur.
Demokrat Parti uzun yıllar tek parti içerisindeki biriken rahatsızlıkları toparlamaya başlar. Ankara’da kurulur, hızlı bir şekilde örgütlenmeye başlar. CHP’nin içerisinden yeni partiye akın vardır zaten, CHP örgütlerinden, kadrolarından, toplumun her kesiminden geçiş başlar. Ancak 1946 Eylülünde yapılacak bir belediye seçimleri bulunmaktadır. DP’ye; CHP kadrolarından ve toplumdan kaymayı gören CHP erkene alır, (Nisan 1946’ya alır) yerel seçimleri. Belediye seçimlerinin erkene alınmasını protesto eder, seçime girmez Demokrat Parti. Belediye seçimlere katılım oranı çok düşüktür, Ankara’da %16 civarındadır. Vatandaşlar, Demokrat Parti'nin örgütlenmesinin tamamlanmadan seçimlerin erkene alınmasını, DP’nin engellenmesini protesto ederler, katılım oranı çok düşüktür. Belediye seçimleri sonrasında 1947 yılında yapılması gereken genel seçimleri de CHP erkene alır, 1946 Temmuz’una çeker. CHP’de telaş büyüktür. Bu arada ne tartışılır Türkiye’de? Basın kanunu, üniversiteler ve seçim kanunları vbg. kanunlarda demokratikleşme düzenlemeleri gündeme gelir. Bu sırada öyle komik olaylar var ki, mesela CHP parti kurultaylarını TBMM salonlarında yapıyormuş tek parti döneminde, ne de olsa tek adam rejimi, parti- devlet ve tek adam… Böyle bir kurultayı, o dönemde de Meclis genel kurulunda yapar, CHP kongresini yaparken Demokrat Parti'ye geçen eski üyeleri, Adnan Menderes’ler falan da salondadır! Nihayetinde 1946 seçimleri yapılır, demokrasiye başlangıç noktası olarak görülen bu seçimler, açık oy/gizli tasnif esasına göre yapılır. Demokrat Parti'yi, sonrasını anlatmak çok uzun sürer ama iki noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bunlardan birincisi, Demokrat Parti kuruluş hazırlıkları esnasında, özellikle o dönemde liberal sol çevrelerle ciddi ilişki içerisindedir. Bunun altını çizmek lazım liberal sol kişilerden muhalefet partisi ve ideolojisini oluşturmak, liberal bir parti programı hazırlamak anlamında yararlanılır. Bunların içerisinde Sabiha ve Zekeriya Sertel, Tevfik Rüştü Aras, Cami Baykurt, Behice Boran, Niyazi Berker gibi isimlere rastlamak mümkün. Ortak dergi çıkarma projeleri yaparlar. Daha sonra bu ilişki malum nedenlerle bozulur- ki Tan matbaası olayı da bunların başında gelir. Demokrat Parti kuruluşu, 1950 yılında iktidara gelmesi, 10 yıllık iktidarında otoriter rejime kayması, 1960’da askeri darbeyle sonuçlanan dönemi, çeşitli kademelere ayırarak anlatmak mümkün. Değinmek istediğim ikinci husus, özellikle Cumhurbaşkanı ve AKP genel başkanı Erdoğan tarafından dile getiriliyor. Erdoğan, tek parti rejiminin olumsuz yanlarını dile getiriyor, ortaya koyuluyor, koyulması gerekiyor ve biz de dile getiriyoruz. Bu arada şunun altını çizelim, 1945 sonrasında, ki siyasi partilerin/akımların /eğilimlerin neredeyse tamamı tek parti diktatörlüğünün CHP’si içinden çıkmıştır. Erdoğan’a baktığımız zaman Menderes’i çok önemsiyor, unutmayalım Menderes de, Bayar da, diğerleri de, tek parti rejiminin CHP’sindendir, vekilidir, yöneticisidir. Merkez sağ siyasetin, sağın dinci ve etnik milliyetçileri de CHP ‘nin içinden çıkmıştır. Ortanın solu, demokratik sol, sosyal demokratik sol gibi dönüşümlerin öncesi de CHP’dir. Erdoğan Menderes’i önemsiyor, o akımın içerisinden gelen Süleyman Demirel'i saymıyor, sonra Turgut Özal Menderes kadar olamasa da önemseniyor, sonra kendisine getiriyor süreci. Erbakan ki, kendisinin mimarıdır, o da yok gibi .. 1946 sonrasında doğan partilerin membaı tek parti CHP’sidir, dinci Şemsettin Günaltay da CHP içindedir, modernleşmeci Falih Rıfkı Atay da onun içerisindedir, ırkçı Şemsettin Sirer de onun içeresinden çıkmıştır. Tek parti döneminin bütün kusurlarını, yanlışlarını ortaya koyalım tamam da, Demokrat Parti ve diğer siyasal partiler CHP’nin içinden doğmuştur, bunun altını çizelim. Tek istisna Türkiye Komünist Partisi'dir. TKP,, CHP ‘den doğmamış, ancak TKP’den ayrılıp tek parti döneminin CHP’sine girenler çoktur. 1946 seçimleri şaibeli seçimler olarak tarihimize geçmiş seçimdir, sonuçta Demokrat Parti ‘Yeter, söz milletindir!’ sloganıyla 1950 yılında tek partili rejimine son verir. 1945-46 yıllarında demokrasiye geçilmesini gerekli bulmayanlar, bu girişimin önlenmesini düşünen isimler de vardır. İsmet İnönü’yü vazgeçirmeye, geri dönmeye ikna etme çabaları mevcuttur. CHP‘de böyle düşünenlerin içinde, önemli bir isim olan Nihat Erim gelmektedir, Nihat Erim daha sonra 12 Mart muhtırasında karşımıza çıkacak bir başbakandır. Erim’in meşhur bir şal betimlemesi vardır, Ömer Madra onu iyi hatırlar.
ÖM: Evet gayet iyi hatırlıyorum; “hürriyetlerin üzerini şalla örtmek”.
AB: Demokrasiye geçilmesinden rahatsızlık duymaya başlayan Nihat Erim, o şal kelimesini 1946 yılının 29 ve 30 Mayıs günlerinde köşe yazarı da olduğu CHP’nin Ulus gazetesinde şöyle kullanıyor: “Şu noktayı belirtmeliyiz ki, sosyal bünyedeki derin rahatsızlık belirdiğinden bunun giderilmesinin yolu bir süre için ‘özgürlük tanrısının üzerine bir şal örtmek’ ve yukarıdan aşağı otorite kurmaktır”. Ezcümle Erim, “Vazgeçelim bu işten" diyor. Şalı o zaman kullanmış kendisi, 12 Mart 1971’den çok önce.
ÖM: Kendisinin de hukuk profesörü olduğunu hatırlıyorum.
AB: Kamu hukuku profesörü.
ÖM: Yani çok uygun aslında, anayasal temel özgürlüklerin, insan haklarının üzerine bir şal örterek meseleyi otoriter bir rejimle çözme önerisi uygun düşmüş yani!
AB: Evet pek çok münevver-aydın kişiler “Vazgeçelim bu işten” diyorlar, hatta pek çok kişi o dönemde, “İnönü tecennün etmiş” diyorlar, yani demokrasiye geçmekle "delirmiş bu adam”! Bu dönemi incelerken rastlamıştım bu kelimeye, ne demek diye …
ÖM: Cinnet geçiriyor.
AB: İsterseniz bu konuyla bugün bu kadar yetinelim.
ÖM: Yetinelim daha sonra ileride daha etraflıca konuşuruz.
AB: Demokrat Parti ayrı bir serüvendir ama bazı hususların altını çizmiş olduk..
ÖM: Ekonomik duruma da bir bakalım, Merkez Bankası’nın karını seçim öncesi öne çekilmesi gibi, erkene çekilmesi gibi bir olay var. Bu ne demek sizden rica edelim.
AB: 31 Mart’ta yerel seçimler var, seçimlere göre dümen tutan bir ekonomi var. Yerel seçimlerle iktidar partisinin genel başkanı, otoriter rejimin kapısını tamamen kilitlemek istiyor, seçimlerde durumunu korumak için de, kısa dönemde - ilerde maliyeti ne olursa olsun- ekonomik ve siyasal rahatsızlıkları aşacak önlemleri alıyor, uyguluyor. Ekonominin çok ciddi kaynak ihtiyacı var, eskisi gibi etkili dış kaynak akışı yok, hem seçim yatırımlarında bulunmak, hem de kaynak ihtiyacını sağlamak için elden gelen ne varsa onlar yapılmaya çalışılıyor. Ayrıca çok durgun bir ekonomi içindesiniz, durgunluk işsizliği körüklüyor, ekonomideki durgunluk, işsizlik boyutlarının yükselmesi, içeriyi finanse edecek dış kaynağın da azalması, sözde gelir artırıcı ve daralmayı azaltıcı önlemler almaya yol açıyor. Ne yaptılar? Ekonomik aktivite artsın diye, otomobil ve dayanıklı tüketim mallarında ÖTV, KDV indirimleri vardı 31 Aralık’a kadar, bu indirimler seçim sonuna kadar uzatıldı, asgari ücret enflasyon oranında yükseltildi, iş dünyasına sağlanan teşvikler yine tekrarlandı, ki bu teşviklerle bir sonuç alınması da pek mümkün değil. Ne olursa olsun kaynak bulmak için başka neler yapıldı? Son programımızda konuşmuştuk, halka döviz ve altın tahvili satışı, bakan Albayrak’ın açıklamasıyla satışın devede kulak olduğunu görüyoruz. Bu satışların kapsamı genişletildi, vatandaş alabiliyordu, kurumlar da eklendi, hem süre uzatılıyor, hem genişletiliyor ama buna rağmen itibar etmiyor tasarruf sahipleri. İtibar etmediği gibi aynı zamanda TL’den dövize dönerek, döviz mevduatının geçen bu süre içinde arttığına tanık oluyoruz. Yabancı gelmiyor, yabancı çıkış yapıyor, dünyada son 15 gün içerisinde GOP piyasaları denilen gelişmekte olan piyasalarda kaynak girişleri oldu, Türkiye’den çıkış oldu. Dolayısıyla kaynağa en çok ihtiyacı olan bir ülke ekonomisi pozisyonunda Türkiye. Ne olursa olsun ne olursa olsun kaynak yaratalım telaşı içinde saray .. İşte imar affı süresi uzatıldı, ondan da yeterince ekmek gelmedi.
ÖM: İmar affı değil barışı!
AB: Pardon özür dilerim!
CT: En dikkat ettiğimiz konulardan bir tanesi o!
AB: Pardon benim bu aflarla ilk tanışmam çok eski, ağız alışkanlığı! Tapu tahsis belgesiyle başladık biz bu işlere Cancığım, biz de meslekte yeniydik o sırada.
CT: Öyle mi?
AB: Yani o zaman Ömer Madra ile ben o Ankara’dan tapu tahsis belgesi sahibi olsaydık, şimdi durumumuz çok iyi olurdu, tower filan sahibi olabilirdik!
CT: Kusura bakmayın, biz de RTÜK’e tabiyiz, bazı harfler kullanıyorsun mesela cinnet kullanıyorsunuz, orada da ‘3 harfliler’ demeniz lazım! Şarap da dememeniz lazım, distile olmuş üzüm suyu şeklinde lanse etmek lazım belki de.
AB: Yeni bir terminoloji. Konu konuyu açıyor, mesela Öcalan için Genelkurmay talimatları olurdu televizyonlara , gazetelere.. “bölücübaşı Öcalan” yazacaksınız diye. .
CT: Evet ona yetiştim.
AB: Ve "çocuk katili".
ÖM: Rica ederim, "bebek katili"!
AB: Evet. Siz de hep beni düzeltiyorsunuz bugün. Eski dilde musahhih denilirdi değil mi? Bu kelimeyi de katalım haznemize ama bakın musahhihler eskiden çok önemliydi, Cumhuriyet gazetesinin musahhihi kim? Ressam Elif Naci, adam dil kurultayına katılmış, aynı zamanda dilci..
CT: Musahhih ne demek?
ÖM: Musahhih, düzeltmen.
AB: Kaynak ihtiyacıyla kıvranan bir iktidar var ama bir taraftan da dış kaynakta problem yaşıyor, dolayısıyla içeriye yükleniyor, barışlar, aflar, teşvikler, indirimler , ertelemeler gırla gidiyor fakat sonuç alamıyor. En nihayetinde Merkez Bankası karına göz diktiler, Merkez Bankası kanununa göre genel kurullar Nisan ayı içerisinde yapılır. Nisan ayındaki genel kurularında söz sahibi, Merkez Bankası'nın sahibi olan Hazine’dir, yani devlettir, başka ortaklar da vardır ama ortaklar söz sahibi değillerdir, onlara kar dağıtımı çok cüzi olur, sembolik olur. 2018 yılı için Merkez Bankası’nda birikmiş bir kar var, bu karı seçim öncesi kullanmak için Merkez Bankası genel kurulunu erkene aldılar, bu ay içerisinde yapılacak, 25 milyar TL civarındaki bir kar var, bu karı da seçim süreci içerisinde Hazine kaynaklarını da ekleyerek, kaynak ihtiyacını karşılamak istiyorlar. Çünkü önümüzdeki 3 ay içerisinde Hazine’nin 36 milyar TL’lik bir itfası var, yani geri ödemesi var, gittikçe daralan bir kaynak pozisyonu tablosuyla karşı karşıyayız, dış kaynak girişi yeterince olmuyor, sadece bankalar sendikasyon kredilerini yenilemelerini yapıyor, ancak çok yüksek faiz oranlarıyla yapabiliyor. Kamu maliyesi de özellikle vergi ertelemeleri, saydığım teşvikler, yüksek borçlanma maliyetleri vbg. nedeniyle de bozulmaya başlıyor. Bu ikisi, yani iç ve dış açık problemleriyle karşı karşıya kalınca da kaynak sağlamak için her şeye el atar pozisyonda oluyorsunuz. Merkez Bankası erken karına el atılması da bu nedenle. Peki, merkez bankaları nasıl kar eder? Nelerden kar ederler? Biraz değinelim .
ÖM: Evet lütfen; bunlar bilinmeyen hususlar çünkü kamuoyu tarafından, hatta itiraf edeyim ki bizim tarafımızdan da öyle.
AB: Merkez bankaları para politikasını yürütürken bazı araçları kullanıyor, bu araçları da kullanırken kar ve zarar ilişkisi doğuyor. Mesela zorunlu rezerv oranları var, bankaların MB’da bulundurmak zorunda oldukları, reeskont işlemleri var, senetlerle ilgili Merkez Bankası işlemlerinden kar/zarar doğuyor. Açık piyasa işlemleri dediğimiz tahvil işlemleri yapıyor MB ‘sı, repo, ters repo, geri alım vaatleri gibi işlemler yapıyor.. Bunlar çok teknik hususlar, geniş açıklamalarına giremeyeceğim ama çokta duyulan kavramlar bunlar. İşte, döviz işlemleri yapıyor Merkez Bankası bankalarla, Hazine ile ilgili işlemler yapıyor, Hazine’nin mutemedidir, kasasıdır merkez bankası, altın işlemleri de yapıyor. MB’sının temel ödevi olan fiyat istikrarını sağlamak , yani enflasyonu önlemek için biraz önce saydığım para politikası araçlarıyla yaptığı işlemler üzerinden de kar ve zarar elde edebiliyor. Para politikası, maliye politikasıyla birleşerek ülkenin temel ekonomik konularına, büyüme gibi, reel ekonomi gibi konularına da intibak ediyor, etkide bulunuyor. Merkez Bankası’nın temel işlevi enflasyonla mücadele etmek, fiyat istikrarını sağlamak. Bunu sağlamak için de para politikası araçlarını kullanmak durumunda, bu işlemler nedeniyle de kar ve zarar doğuyor. Esas mesele burada şu, birincisi kaynak ihtiyaç içinde kıvranılması nedeniyle MB’sının karına aç gözlülükle erken el konması, Nisan ayının bile beklenememesi, genel kurulun erken alınması..
İkinci ve çok önemli hususta şu: merkez bankalarının kar ve zarar elde etmesinin makro ekonomik göstergelerle olan ilişkisine bakmak gerekir. Yapılan akademik çalışmalarda - 30 yıl boyunca yayımladığım aylık akademik dergi boyunca en fazla Merkez Bankası konularına eğildik diyebilirim- çıkan sonuç şudur: Ülkenin ekonomik koşulları iyiye gittiği zaman , istikralı dönemlerde Merkez Bankasının karlılık durumunda dikkat çekici bir durum olmuyor, merkez bankaları esas olarak ticari bankalar gibi kar etmek zorunda olan bankalar değil; yaptıkları para politikasını uygularken yaptıkları işlemlerden dolayı kar ve zarar doğuyor. Kriz dönemlerinde ise ekonomik durgunluğu önlemek üzere yaptıkları işlemlerden merkez bankaları kar ediyor. Dolayısıyla bir ülkede makro ekonomik göstergeler iyiye gittiği zamanlarda merkez bankaları kar etmiyor, istikrarı koruyor. Eğer merkez bankaları karlı ise bilin ki o ekonomide makro ekonomik göstergeler bozuktur, bunun altını çizmek lazım.
ÖM: Evet, çok önemli bir husus.
AB: Evet önemli, yapılan çalışmalar bunu göstermiştir, bu genel kabul görmüş bir durumdur. Yani bir merkez bankasının yüksek karlar elde etmesi o ekonomi için çok makbul bir şey değildir. Bunun detaylarına girip anlatmak, işte şu işlemlerden şöyle olursa nasıl kar/zarar ediliyor vbg detaylara girmek, merkez bankasının bilançosunu anlatmak istemiyorum, ona giremeyiz ama altının çizilmesi gereken temel husus, eğer MB’sı bilançosunda yüksek karlılık varsa, bu karlılık ekonomide durumunun vahim olduğunun göstergesidir, temel makro ekonomik göstergeler açısından işlerin iyiye gitmediğinin göstergesidir. Bu hususun altını çizmiş olalım. Yani iyi bir şey değildir merkez bankalarının kar etmeleri ama bugünkü ortamda yani ‘ne olursa olsun, her türlü kaynağa ihtiyacım var durumunda olan bir iktidar, her türlü ‘ali cengiz’ oyunlarına başvuruyor.
İktidar yerel seçimleri kendi açısından kayıpsız atlatmak , 30 büyük şehirde durumunu korumak , Ankara, İstanbul gibi şehirleri kaybetmemek istiyor , buralardaki kayıp sonucunda seçimin bir rejim referandumu olarak algılanmasına yol açabileceğinden endişe ediliyor. Demokrasimizin kapısı tamamen kapanmak üzere, açıkçası demokrasimizin kapı aralığı son derece azalmış durumda, bu aralığın genişlemesini, kapının genişleyip nefes alınmasını istemiyor iktidar partisi. Yerel seçimlerden sonra da, malum aliniz- bilindiği gibi 5 sene Türkiye’de yasal olarak seçimler yapılmayacak. Dolayısıyla iktidarın lideri kazanmak zorunda hissediyor , yerel seçimleri kazandığında ya da durumunu koruduğunda da, “İşsizim, açım” deme özgürlüğü bile kalamayacak ülkede. İşsizlik oranı gençlikte üniversite mezunlarında oranı %25’i bulmuş, yerel seçimleri kazandıktan sonra iktidar için hiç önemli değil, aç, işsiz kesimlerin durumlarını bile dile getirme imkanı, tam tekmil bir otoriter rejimde olacağını sanmıyorum. Bugün başbakanlığın önünde protesto yapmak mümkün mü? Yani 2001 krizinde bir emlakçıydı galiba bilgisayarını atmıştı..
ÖM: Yazarkasasını.
AB: Yazarkasasını attı ve ondan sonra gözaltına alındı ama o akşam bırakıldı. Yani protesto etme özgürlüğü vardı başbakanlığın önünde, bugün var mı? Mart seçimlerinden sonra olacak mı? Erdoğan iktidarı ekonomide çok zor günler yaşıyor. Senenin ilk günlerinde Erdoğan’ın damadı , ekonomi yönetimin başında bulunan kişinin açıklamalarına baktığımızda çok zor durumda olduklarını anlıyoruz. Özetle: “Con Ahmet’in” devri daim makinası dönmüyor…
ÖM: Erke dönergeçi koyalım o zaman! Bu arada 2 önerim var benim şahsen, bir tanesi Merkez Bankası’na bu durumun eğer kar yükselmezse o zaman ya Ziraat Bankası’na devredelim Merkez Bankası’nı da çünkü bizzat klüplerin tüm borçlarını üstlenecekmiş ya da Merkez Bankası’na da bir kayyum atanabilir.
CT: Benim de bir eklemem var, müsahhih’i cümle içinde kullanan bir şey buldum Türk Dil Kurumu’nun internet sitesinde orada da Nazım Hikmet’ten bir alıntı yapmışlar müsahhih yani düzeltici demek, Nazım Hikmet şöyle yazmış -N. Hikmet dediklerine göre Nazım Hikmet’tir başka bu soy isimde biri var mıdır bilmiyorum- “Yoksa müsahhih maaşımdan haftada 3 papel maaşa bağlayıp seni bir şamar oğlanı gibi kullanırım” demiş zamanında.
AB: Musahhihlik yapmıştır Nazım Hikmet, işsiz adam, hiçbir yerde iş verilmez, başka isimlerle tefrika roman bile yazmıştır. Devam edersek yine üzerinde durulmayan, pek bilinmeyen bir konuya değinmek istiyorum. İktidar ekonomik kaynak yaratmak için her yere el atıyor, her yerden bir şey çıkartmaya çalışıyor ama sevgili Ömer Madra ve Can, biz Türkiye’de son yıllarda bir harcama kalemini, ben bunun altını birkaç kez de çizdim, üstünde durmuyoruz: Suriye harcamalarımız, genel Suriye harcamalarımız, özel olarak ta askeri Suriye harcamalarımız. Bunlarda pek bilgimiz yok. Savaş kaynak ihtiyacını arttıran bir durumdur, kaynak sıkıntısı içindeki bir ekonomiyi daha da vahimleştirir, bir yandan harp sanayi ile ilgili harcamalar yapıyoruz, savaş var, harekatlar vs , biz 30 bin kişi olduğu iddia edilen Özgür Suriye Ordusu besliyoruz arkadaşlar! Bakın bu orduda kolordular var, ülke sınırlarında askeri yığmışız , komşu ülkelerin kilometrelerce içindeyiz , Irak’ta bizim 20 tane askeri üssümüz olduğu yazıldı, ÖSO’yu besliyoruz, donatıyoruz, eğitim yaptırıyoruz, savaş yaptırıyoruz, malzeme, bomba, yeme, içme ve bunların aileleri de var unutmayalım. Özel bir ordu, bunların harcamaları, iaşesi var, artı bunlarla birlikte bir de bölgede yaşayan gruplara, nüfusa, aşiretlere destek var. Biz Irak ve Suriye’deki harcamalarımızın enflasyona olan etkisini, kaynak ihtiyacına olan etkisini bilmiyoruz. Biz borçla yönetilen bir ülkeyiz, kaynaklarımızı borçla sağlıyoruz, bu yüzden de sağa sola saldırıyoruz. Mesela benim ahir iktisatçı ömrümde merak ettiğim hususlardan biriydi -maalesef bu konulara fazla eğilinmez Türkiye’de- Kıbrıs harekatının Türkiye’ye ekonomik etkisi neydi? 70’lerin ikinci yarısında başlan enflasyonun altında ezilirken, Ömer Madra’nın ve benim kuşağımın yüksek enflasyonlarla tanışıklığımızın arkasında Kıbrıs harekatının olup olmadığının etkisini bilmeyiz -ki o zaman da ciddi bir para harcandı. 1973 ve 78 petrol şoklarının etkisi eyvallah, ancak 1974 Kıbrıs bir savaştı ve bunun ekonomimiz enflasyonumuz üzerine etkilerine bakılmadı. İktisat dergisini 30 yıl yönetirken bu tür konulara bakmaya ya da yönlendirmeye çalıştım hep.. Örneğin hatırlayın Irak’tan bir insan akını oldu 1987’de, Saddam’ın Halepçe katliamı sonrasında , yüzbinler geldi, gitti, bunun etkileri, açık / kapalı o zamanki bürokrasi – hükümet tarafından da, akademisyenler tarafından da ölçülmeye çalışıldı. Bugün Türkiye’de Suriye meselesinin, sosyal, siyasal, iktisadi etkilerini ölçen bir enstitümüz var mı? Devlet Planlama Teşkilatı böyle işlerle uğraşırdı, o teşkilat yok ortalıkta. Dolayısıyla bugünkü kaynak ihtiyacımızın ve yüksek enflasyonun içinde genel olarak Suriye politikasının ve Suriye askeri harcamalarını payı nedir, ben merak ediyorum bir iktisatçı olarak ama akademi değil ! akademi çökmüş durumda, biz ne yapıyoruz öğretim üyelerimizi
ÖM: Öldürüyoruz!
AB: Öldürüyoruz, tükenmiş bir Üniversiteye .
ÖM: Yargılıyoruz.
CT: Ve kaçırıyoruz.
AB: Öğretim üyesi AKP’yi eleştirdi diye bildirisi kabul edilmiyor. Yani bu noktadayız, dolayısıyla Merkez Bankası’nın karına neden el atılmasının bu kadar acil bir şekilde yapılmaya kalkışılmasının arkasında kaynak ihtiyacı var. Borçla yönetilen, borçla kaynak bulan bir ülke olarak içinde bulunduğumuz son yıllarda Suriye politikasının ve askeri harcamalarının kaynak ihtiyacını artırdığı muhakkak .. Türkiye’nin normalde işte ordusu var değil mi? Bayağı da kuvvetli bir ordu, e ona yeni bir ordu ekledik ve de bu ordu özel bir ordu. Bu ordu nerede kuruldu? Antalya’da 5 yıldızlı otellerde kuruldu. Biz Suriye politikasının ekonomik ve askeri maliyetini, kaynak ihtiyacı ve yüksek enflasyon üzerine etkilerini bilmiyoruz. Bunun bize yarattığı insan kaybı ayrı çok acı bir maliyet ve çok da önemli ama burada çok ciddi bir harcama olduğunun da altını çizelim. Burada bitirelim mi?
ÖM: Evet dış borç stokunun da 30 yıllık rekora doğru gittiğine dair de bir haber var.
AB: 467 milyar, yani milli gelirimizle borcu oranladığımızda OECD ve GOP beşlisinde en kötü durumdaki ülkeyiz biz. Özellikle özel sektör borcunu..
CT: Bir iyi haber vereyim istiyorsanız konuyla alakalı olarak, Aselsan lira bazında 2017 cirosunda %42.3 artışla dünyanın 100 havacılık ve savunma sanayi şirketleri arasında geçtiğimiz sene birinci olmuştu efendim!
AB: Evet bunlara da değiniyoruz, memlekette hızlı trenlere sinyalizasyon yapmıyoruz ama füze yapmaya filan başlamışsınız. Bunun ne kadarı yerli ve milli ya...
CT: 13 yıldır rekor kırıldığından da bahsediliyor.
ÖM: Sinyalizasyon yokmuş ve tren yanlış hattaymış, onu da hemen ekleyeyim, Alican Uludağ’ın haberi var Cumhuriyet’te; 1 saat geciken bu sayede tren kazasından kurtulan 22 yıllık makinist Ahmet Turan Demir ifadesinde DDY’nı suçlamış, yanlış hatta giden trenin fark edilip engellenmesini sağlayacak bir otomasyon sisteminin Sincan çıkışına kadar mevcut olmadığını söylemiş. Dehşet verici bir haber, bununla bitirelim isterseniz.
AB: Evet yani Türkiye ekonomisinin de o hızlı tren kazası gibi bir durumda olduğunu da ifade edelim ve kapatalım. Herkese iyi yıllar, iyi yayınlar!
ÖM: Çok teşekkür ederiz Ali bey, görüşmek üzere.
AB: Hoşça kalın!
CT: Görüşmek üzere.