"İklim değişikliği beni etkiliyor, seni etkiliyor ya da hiç doğmamış kuşakları bile etkiliyor"

-
Aa
+
a
a
a

Hikâyenin Her Hâli'nde Burcu Meltem Arık, HUDOTO Vakfı'ndan, İklim Hukuk Kliniği Koordinatörü Özlem Altıparmak ile Meclis'ten geri çekilen İklim Kanunu ele alıyor.

""
Meclis'ten geri çekilen İklim Kanunu
 

Meclis'ten geri çekilen İklim Kanunu

podcast servisi: iTunes / RSS

Burcu Meltem Arık:Merhaba, ben Burcu Meltem Arık. Apaçık Radyo'da Hikâyenin Her Hâli'nde bu hafta sizlerle yine çok özel bir konukla beraberiz. Çok hayati bir konuyu tartışacağız. Konuğum HUDOTO ve Altıparmak Hukuk'tan sevgili Özlem Altıparmak. Dinleyenlerimiz ona aşinadır diye tahmin ediyorum çünkü doğa hukuku, doğa hakları konusunda Apaçık Radyo'ya sıkça konuk oldu. Adalete erişimin mahkeme salonlarında dava ve duruşma takibiyle sınırlı olmadığının farkında olan bir ekip Altıparmak Hukuk. Çok uzun yıllardır insan hakları, çevre hukuku, ekoloji, eko-feminizm, uluslararası ceza hukuku, toplumsal cinsiyet konularında çalışıyor. Çeşitli projelerde danışmanlık, savcılık, aktivizm pratikleri içerisinde yer alıyor. Yalnız bununla sınırlı değil yaptıkları. Çünkü doğanın haklarını meslekleri gereği davalar dilekçelerle ve ayrıca toplantılar eğitimlerle de savunuyor. "Suyun, toprağın, kurdun, kuşun hakkını savunmaya hukuki bilgimizle bir nebze olsa katkı sunabiliyorsak ne mutlu bize" diye açıklıyor. Hoşgeldin Özlem.

Özlem Altıparmak:Hoşbulduk Burcucuğum. Ne güzel bir tanıtım oldu. Çok teşekkür ederim. Davetin de beni çok mutlu etti. Dediğin gibi hepimizi ilgilendiren ve çok da güncel bir konuyu konuşacağız bugün. Çok teşekkür ederim.

B.M.A.:Ben teşekkür ediyorum. Bilgi kirliliğinin çok olduğu ve çok tartışmalı bir konu. İklim Kanununun neden bu kadar yaşamsal olduğuyla başlayalım mı?

Ö.A.: Tabii, İklim Kanunu meselesi ilginç bir mesele oldu. Bugün haberlerde gazeteleri tararken Abdurrahman Dilipak'la Greenpeace'i aynı söylemde buluşturabilen bir kanun teklifi ve bir pratiği yaşadığımızı gördüm. Bizim için de ilginç bir deneyim oldu. İklim Kanunu neden önemli ya da iklim kanununa neden ihtiyacımız var dersek, Apaçık Radyo’nun dinleyicileri için bunu söylemeye çok gerek yok ama iklim değişiyor. Bilimsel kanıtlarla bu artık ortada ve iklim değişirken hem iklim değişikliğini azaltmak hem de iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlamak açısından bağlayıcı bir hukuk kuralı, kanun, yönetmelik ve mümkünse yaptırım gibi düzenlemeler yani bir kanuni düzenleme ihtiyacından doğuyor iklim kanununa yönelik ihtiyaç diyebiliriz.

İngilizce'de 'climate law' deyince ya da 'climate litigation', iklim yargılamaları deyince anlaşılmaz oluyor ama ben bir kanun yapacak olsam bunun adına iklim değişikliğiyle mücadele kanunu derdim çünkü bu kanunun amacı iklim değişikliğiyle mücadele etmek. İklim değişirken daha adil bir dünya kurgusu tüm varlıklar için nasıl tasarlanabilir? Bunun hukuki altyapısını oluşturmak olarak görüyorum.

İklim Kanunu ilk kez Türkiye'de de yapılmadı. Farklı ülkelere baktığımızda Avrupa Birliği dahil olmak üzere iklim kanunları, iklim yasal mevzuatını hatta alt mevzuatları olduğunu da görebiliriz. Alt mevzuatı derken örneğin taksonomi yönetmeliği gibi neyin yeşil olduğunun sınıflandırıldığı, temiz havaya dair yönetmelikler olduğunu görebiliriz. Zaten iklim kanunuyla da sınırlı kalmayacak bu hukuki mevzuatımız. İklim kanunu çıktıktan sonra emisyon ticaret yönetmelikleri, taksonomi yönetmelikleri ki Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı bu taslakları da duyurdu. Bizlere çok göndermedi de sivil toplum kuruluşlarına, kendisine paydaş gördüğü kurumlarla paylaştığı taslaklar da var. Sadece İklim Kanunu değil.

İklim Kanunu’nun ilk gündeme gelişi de değil. 2020'de başlamış konuşmalar. Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nın PMR projesi vardı, Partnership of Market Readiness diye. Bu karbon piyasalarına hazırlık ortaklığı. İlk kanun da 2018'lerde başladı, 2020'de ortaya çıktı. Sivil toplum kuruluşlarının görüşünün alınmadığı, bir anlamda herkesten kaçırılan bir taslak olduğunu söylemek lazım. Belki de bu tepkiler topluma, halka danışılmadan çıkan ya da gündeme gelen bir teklifin sancıları diye düşünüyorum. Yaşananı da bunun sonucu olarak görüyorum.

Türkiye biliyorsunuz Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne taraf ve sonrasında da Paris İklim Anlaşması'na taraf. Bunlar kanun olarak bizim resmi gazetemizde yayınlanıyor ve iç hukuk normu gibi uygulanabilir hale geliyor. Bu anlaşmalara taraf olduğumuz için de böyle bir mevzuat çıkarmak zorundayız. Kendi yasal yükümlülüğümüzü yerine getirmemiz gerekiyor. İklim Kanunu’nun ortaya çıkışı biraz tüm bu düzenlemelerin bir sonucu diyebilirim. Tabii karbon düzenleme mekanizmaları açısından da tartışmak önemli. Avrupa Birliği'ndeki yeşil mutabakatın ve sınırda gümrük vergisi düzenlemelerinin de etkisi var. Buna da konuşmamızın ilerleyen yerlerinde değinebiliriz.

B.M.A.:Çok önemli noktalara işaret ettin. İklim Kanunu tek başına iklim kanunu değil. Onun başka alt düzenlemeleri gerekiyor ve katılımcı bir düzenleme olmadığından bahsettin. Şeffaf bir süreç de olmadı. Peki bu kadar çok tartışılan Kanun teklifinin amacı ne? Bunu da ortaya koyalım. Bu konuda oldukça spekülasyon oldu. Herkes kendi açısından bakmaya çalıştı. Herkes soruyor.

Ö.A.:Yani bu kanun nereden çıktı? Ne oldu da bir iklim kanunu meclisin gündemine geldi diyebiliriz? O bilgi kirliliği de beni hayrete düşürdü. Ben sabah gördüm iklim aşısı diye bir şey. İnsanlar yok iklim aşısı olacağız, kapanmalar olacak, yok et yiyemeyeceğiz falan. Böyle komplo teorilerinin ucu ucağı yok. Ben de hayret ediyorum ve senin de dediğin gibi benim insan hakları alanında çalışan hukukçu arkadaşlarım bile buna benzer şeyler paylaşıyorlar. Nasıl oldu da bu söylem bu kadar bir araya geldi ve yankı buldu? Benim alanım değil ama sosyal psikologların ya da sosyologların bu iklim inkarcılarıyla hükümet politikalarına eleştiren gözle bakanların, bu kadar farklı düşünülen insanların bir kanun teklifine dair bu kadar şüpheci davranmalarının sebebinin ben tam da bu kanunun yapılış tekniğindeki o katılımcı olmama, hesap verir olmama, bu kanunu neden çıkardığını bir türlü açıklamamış olmanın da çok etkili olduğunu düşünüyorum.

Türkiye'deki iklim politikalarına baktığımızda uzun zamandır iklim değişikliğiyle mücadele, eylem planları, strateji çalışmaları ilgili düzenlemelerimiz ya da temiz hava ile ilgili düzenlemelerimiz, regulasyonlarımız var. Ama İklim Kanunu bu dönemde gündeme gelmiş. Çok inanmak istiyorum ki kanunun amacı gerçekten iklim değişikliğiyle mücadele ve biz bu topraklarda yaşayan yurttaşların iklime karşı, iklim değişikliğine karşı direncini arttırmak olsun. Böyle bir amaçla bu çıkmış olsun. Ama kanun metnine baktığınızda mesela yeşil büyüme diye bir kavram vardı kanun teklifinde önce. Yeşil büyüme çok tehlikeli bir kavram bana sorarsanız. Bundan önce yıllardır "kalkınma" diye bir kavram duyduk. Kalkınma daha çok 'development' kavramına denk gelir ve 'kalkınma hakkı' diye bir kavram da vardır. Birleşmiş Milletler çatısı altında ona gelişme hakkı denir, refah içinde yaşam hakkı gibidir. Kanun teklifi bunu kopardı. Sürdürülebilir kalkınma bile demedi. Yeşil büyüme diye bu kanun teklifi bizim önümüze geldi. Yeşil büyümenin Birleşmiş Milletler'de bile tanımı yoktur. Büyüme gibi bir şey yoktur. Bir takım OECD raporlarında geçer. Neyse ki kanun teklifi Çevre Komisyonu'ndan geçerken yeşil büyüme çizildi, kalkınmaya dönüştü. Onda da sivil toplum iklim örgütlerinin ve muhalefet partilerinin çabası oldu.

Neden bu kanun çıktı diye düşündüğümde şu diyorum: Bir Paris İklim Anlaşması sebebiyle bir ulusal katkı beyanları ve yasal düzenlemelerin yapılması gerekiyor. Böyle bir ihtiyaç var. Bir de Avrupa Birliği'nin Yeşil Mutabakatı gereği Avrupa Birliği sınırda karbon vergisi düzenlemesine geçiyor. Avrupa Birliği resmi gazetesinde bu yayınlandı. Avrupa Birliği ne diyor? Sen benim sınırlarım içerisinde karbonu yüksek, örneğin fosil yakıtlardan, kömürden ürettiğin bir çimentoyu satacaksan bunun vergisini vermek zorundasın. Türkiye'de üretilen bir çimentoyu benim topraklarımda satılacaksan bunun ek vergisini vermek zorundasın diye bir düzenleme yaptı ve bunun da yürürlüğe giriş tarihi 2026. Türkiye'nin biraz bunu panik halinde çıkartıyor olmasının sebebi 2023 tarihinde Avrupa Birliği resmi gazetesine yayınlanan ve şu anda geçiş dönemi öngörülen şu anda gönüllü olarak yapılan bir piyasanın 2026'da zorunlu hale gelecek olması. Bu tüzükte şöyle bir madde var: eğer ithalatçı üçüncü ülkelerden doğrulanmış bilgiye dayanarak ithal edilen ürünlerin üretimi esnasında bir karbon fiyatı ödediğini ispatlarsa, örneğin bu karbonun fiyatını Türkiye'de ödediğini ispatlarsa ithal eden, yani TÜSİAD ya da MÜSİAD'a bağlı ya da bir tekstilci ya da bir çimentocu bunun vergisini Türkiye'de ödediğini ispat ederse Avrupa Birliği'ne girerken bu vergi düşecek. Türkiye kendi sınırları içerisinde bir karbon vergisi ya da emisyon ticaret sistemi kurmaya çalışıyor ki karbonun fiyatı Türkiye'de kalsın bir gelir olarak.

Bunu şöyle açıklayabilirim. Bütün dünyada biliyorsunuz Avrupa Birliği'nde çocuk işçiliği yasaktır. Çok katı kurallar var, bir çocuğu istihdam edemezsiniz bir kafede ya da bir fabrikada. Ama siz eğer bir tekstil firmasıysanız çocuk işçiliğinin yasak olmadığı bir ülkede, Kamboçya'da, Vietnam'da, Bangladeş'te bir tane fabrika açarsınız. Orada bunu üretmeye devam edersiniz. Dünyada çocuk işçiliği bu durumda biter mi? Hayır bitmez. Siz kendi birliğinizin içerisinde bunu yasaklarsınız. Ama daha düşük maliyetle başka bir yerde üretip, ithal ettiğiniz noktada dünyadaki çocuk işçiliği devam eder. İşte Avrupa Birliği karbon ya da bu küresel olarak iklim değişikliği çocuk işçiliğinden farklı olarak kendisine de zarar verdiği için diyor ki sen bunu başka bir yerde çocuk işçi kullanarak ürettiysen bunu benim topraklarımda satacaksan ben sana ekstra vergi uygulayacağım diyor. Böylece oralarda üretilen mal cazip olmaktan çıkıyor fiyat olarak. Anlatabiliyor muyum? Çünkü o da bir girdi maliyeti. Emek vesaire gibi. Karbonu da maliyetlendiren bir sistem var. Siz nasıl mücadele edersiniz? İklim değişikliğiyle politik araçları oluşturursunuz. Bunlardan bir tanesi piyasa temelli araçlardır, karbonu fiyatlandırırsınız, eğer kömürden bir mal üretiyorsanız bunu fiyatlandırırsınız, emisyon ticaret sistemi gibi ya da karbon vergisi gibi bir ürüne bir etiket yapıştırırsınız, dersiniz ki kömür kullanılarak yapıldı bu bisküvi. Yeşil üretilen bisküvi 10 liraysa fosil yakıt kullanılarak üretilen bisküvi 20 lira olur ve üretici 10 liralık bisküvi almaya teşvik edilir. Bu da bir piyasa temelli araçtır.

Piyasa temelli olmayan araçlarla nasıl mücadele edersiniz? Mesela ben çok inanmıyorum ama karbon yakalama teknolojisi var. Bir takım AR-GE çalışmalarıyla farklı şeyler yaparsınız. Eğitimler düzenlersiniz. Bir takım yasaklar getirebilirsiniz vesaire. Şu anki mevcut durum bu iklim müzakerelerinde fosil yakıtlardan çıkışı ya da daha yeşil bir ekonomiye kalkınma modeline geçişi, düşük karbonlu bir piyasa ekonomisine geçişi teşvikle piyasa temelli araçları yönlendiriyor. Ben seninle bu konuşmayı 20 yaşında yapsaydım muhtemelen devrimci bir insan olarak konuşacaktım. İnsan 20 yaşında gerçekten bu kapitalist düzeninin yıkılabileceğine ve bazı şeylerin değişebileceğine daha çok inanırken bugün bu sistemde bunu nasıl düzenlemeliye odaklanıyorsun. Hem piyasa temelli araçlarla, hem de piyasa temelli olmayan araçlarla birlikte düzenlemek gereken ama bu düzenlemeleri de çok şeffaf, denetim mekanizmaları kuvvetli, halka hesap verir bir biçimde düzenlenmesi gereken araçlar olarak söyleyebilirim. Bunların literatürde bilimsel olarak çalışmaları da yapılmıştır. Hangisi daha iyidir? Vergi mi, emisyon ticareti mi, diğer teknolojik gelişmeler mi? Bizim tümüyle tartıştığımız Türkiye'nin böyle bir kanunu çıkartmasının sebebinin altında ben bu piyasa regülasyonu olarak bakıyorum ve zaten kanunu okuyanlar varsa bu kanunun bence adı emisyon ticaret sistemi kanunu olması gerekirdi, bir İklim Kanunu değil.

Baktığınızda şu anda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde görüşülen kanun teklifi benim kişisel kanaatimce bir emisyon ticaret sistemi teklifi kanunudur. Asıl derdi de fosil yakıtlardan çıkış değil, adil geçiş değil, ya da iklim adaletini tesis etmek değil, ya da iklim değişikliğiyle mücadele etmek değil bence. Gerçekten bir emisyon ticaret sistemi kurmak, bir karbon piyasası kurmak ve bir karbon borsası kurmak, karbonu alınıp satılan ve bir zenginleşme aracı olarak da regüle eden bir sistemden bahsediyoruz. O yüzden de bu kanunun herkes tarafından tepki çekmesinin sebebi bu.

İş dünyasının tepkilerine de baktığımda iş dünyası böyle bir kanunun ya da regülasyonun çıkmasını istiyor. TÜSİAD'ın ya da sanayi odalarına baktığında. Çünkü onlar da önlerini görmek istiyorlar. Özellikle de Avrupa Birliği'ne ithalat yapıyorsunuz. Yurt içindeki regülasyonunuzun bir an önce düzenlemenizin netleşmesini beklersiniz. Ama bu netleşmiyor. Bir de tabii iş dünyasında şöyle bir korku var. Bunun denetimi nasıl olacak? Örneğin bu karbon bir bilgisayar oyunu gibi düşünün. Hepimize 10 tane can verilecekse, kirletme hakkı veriliyor aslında. Anlatabiliyor muyum? Kirletme hakkı alınıp satılır bir metaya dönüştürülüyor. Sizin bir şirketiniz olsa çimento sektöründe siz de kaygı duyabilirsiniz. Benim tahsisatım neye göre belirlenecek? Acaba benim denetimim nasıl yapılacak? Nasıl raporlama yapılacak? Bunlar nasıl olacak ki? İş dünyasının genelde kaygılarını da ben bu yönde tespit ettim. Bir insan hakları hukukçusu ya da hak temelli çalışan bir hukukçu olarak ekoloji meselesine kaygı duyuyorum. Mesela offset diye bir şeye de izin veriyor. Offset dediğimiz denkleştirme. Siz buradan kirletirken başka bir yere gidip ya da hatta uluslararası offsette de siz gidip bir Afrika ülkesinde, Malezya'da orada burada ben orman diktim deyip saldığınız karbondioksit için offset diyeceksiniz yani sıfırlayacaksınız. Oh ne güzel, bilgisayar oyununda canım bitti, gidip can da satın alacaksınız.

Hem ülke içindeki piyasadan satın alacaksınız hem de o yetmeyecek başka ülkelerdeki tutup o 'greenwashing' dediğimiz yeşil badana ya da yeşil yıkama nasıl söylerseniz söyleyin. Siz kirletme hakkını satın alacaksınız. O yüzden de özellikle bu alanda çalışan iklim örgütlerinin de kaygılarına baktığımda ciddi anlamda fosil yakıttan çıkış var mı? Yok. Mutlak bir emisyonun azaltımı var mı? Yok. İklim adaletine dair bir düzenleme var mı? Yok. Çocuk mesela bir kere geçiyor, kadın bir kere geçiyor kanunda ki bunlar iklim değişikliğinden en çok etkilenecek gruplar ya da işçiler adil geçiş yani adil dönüşüm örneğin. Çok acayip bir gelir toplanacak bu piyasadan. Bu gelir yine yeşil dönüşüme gidecek deniyor. Komisyonlardaydım. Adil geçiş, sosyal politikalar. Orada acayip direttik. Bunun adil dönüşüme aktarılması, işçiler, kömür sektöründen çıkış yapılacak sektörlere aktarılması için çalıştık. Ama mevcut teklife baktığımızda hiç bunlara dair bir düzenlemenin olmadığını görüyorsunuz. Biraz uzun konuştum, hepimizi kaygılandıran ama ihtiyacını da karşılamayan bir kanundayız.

B.M.A.:Çok iyi açıkladın, çok da önemli noktalara değindin. Burada bir konunun altını çizmek isterim. Bu beni uzun süredir düşündüren konulardan bir tanesi, iklim bilimi, iklim iletişimi çalıştığım için. Türkiye için çeşitli araştırmalara baktığımız zaman iklim inkarcılığının az olduğu bulguları çıkıyordu sürekli ama şu sıralar bunun tam tersini gözlemliyorum. İklim inkarcılığının arttığını ve demin de senin söylediğin diğer bütün meselelerle bir arada bir potada eritildiğini, hiçbir şekilde tartışma zemininin bütün canlılar için, bütün insanlar için hak-hukuk çerçevesinde olmadığını görüyorum. Bu da ayrıca bana endişe veriyor. Dediğim gibi bir yandan yok ediyorsun, bir yandan yeşil dönüşüm diye iddia ediyorsun. Sen de bunu çok güzel anlattın. Çok teşekkür ediyorum. Şimdi bir küçük parça arası vereceğim. "All The Good Girls Go To The Hell" diye bir Billie Eilish'in iklim değişikliğiyle ilgili bir parçası var. Onu dinleyeceğiz ve az sonra yeniden Özlem'le sohbete devam edeceğiz.

B.M.A.:Merhaba. Apaçık Radyo'da Hikâyenin Her Hâli’nde. Ben Burcu Meltem Arık, bugün çok özel bir konukla beraberim. Özlem Altıparmak. Doğa hukuku, doğa hakları konusunda çalışan Altıparmak Hukuk'tan ve HUDOTO'dan çok kıymetli bir dost. İklim Kanunu'nu tartışıyoruz birlikte. Şarkıdan önce biz bu kanunun neden yaşamsal olduğunu ve nereden çıktığını, neyi kapsadığını ifade etmeye çalıştık. Eksikleri paylaştı Özlem. Bu kanun teklifi geçerse toplumun, doğanın korunması bağlamında ne söylenebilir? Nasıl olması gerekir aslında böyle bir kanun?

Ö.A.:Tabii, aradan önce iklim inkarcıları meselesine değindik. Bir kere böyle bir kanunun nasıl olması gerekir? Toplum kuruluşlarına danışarak, iklim örgütlerine danışarak bu konuda çalışan bilim insanlarına danışarak bu kanunun hazırlanması gerekir. Ama kanun teklifine baktığınızda sadece bir karbon düzenleme kurulu gibi bir kurulun olduğunu, karbon piyasası düzenleme kurulu gibi bir kurulun olduğunu ve bilim insanlarından oluşan ya da bu alanda çalışan sivil toplum kuruluşlarının katıldığı bir danışma kurulunun olmadığını görürüz. Geri çekilmesini bir fırsat olarak görüyorum. Hazır bu kanun geri çekilmişken belki bunları tartışmaya, bu tip katkıları almaya uygun bir ortam yaratılmış oluyor diye düşünüyorum. Belki bir fırsat olacak. Nasıl bir kanun olmalı? Gerçekten bu kanunda bir mutlak emisyon azaltım hedefi bağlayıcı bir şekilde yer almalı ve tarihi de yer almalı. Ben bir hukukçu olarak bu kanuna dayanarak davalar açabilmeliyim diye düşünüyorum. Neden bunu söylüyorum? Siz eğer bir kanun yapıyorsanız iklim değişikliğiyle ben bu şekilde mücadele edeceğim diyorsunuz ve yurttaşlarınıza bir şeyleri taahhüt ediyorsunuz. Şunları şunları yapacağım, emisyonlarımı azaltacağım ya da sizi şu şekilde uyumlu hale getireceğim diyorsunuzdur. Kanunun tam da bu bağlayıcı şeyleri içermesi gerekiyor. Sadece piyasa düzenlemesi yapmıyor olması gerekiyor - öncelikle bunu söylemem lazım.

Bir diğer nokta iletişim açısından iklim inkarcılığının bu kadar güç kazanması. Mesela şöyle şeyler gördüm. İşte ne bileyim bahçemi sulayamayacak mıyım? Özellikle su ve tarım konusunda çok ciddi problemli çıkışlar oldu. Ben bir hukukçu olarak bunu da şuradan açıklamak istiyorum. Bunların iklim kanunuyla hiçbir ilgisi yok. Ürünlere verilecek destek, örneğin pancar ekimine verilecek desteğin ya da teşvik paketlerinin iklim kanunuyla ne yazık ki bir ilgisi yok. Bunu üzüntü olarak söylüyorum. İlgili kanun Temmuz 2024 yılında Türkiye'de geçti. Bitkisel üretime yönelik destekleme paketi diye bir şey resmi gazetede Cumhurbaşkanlığı kararı olarak yayınlandı bile çoktan. Ya da su verimliliği yönetmeliği Aralık 2024 tarihinde çoktan geçti, suyun nasıl kullanılacağına dair kanun. Örneğin, mısıra yönelik bir damla sulama şartıyla teşviklerin verileceği, ya da çeltik konusunda izin almadan ekim yapıldığında destek alınamayacağı, ya da tarımsal üretimin hangi planlarda destekleneceği ya da organik tarımın destek alamayacağı gibi şeyler çoktan bu ülkede geçti gitti ve bunlarla biz sesimizi yükseltemedik. Şimdi bu durum kuraklıkla vesaireyle birleştiğinde ziraatçıların sesi arttı. İklim kanunu teklifinin geri almasının sebebini tarımdan yani çiftçiden yükselen tedirginlik olduğunu da gözlemledim. Ama çiftçi kayıt sisteminde bu desteklerin kesilmiş olması iklim kanunuyla özdeşleştirildi. Halbuki bu mazot, gübre gibi destekler planlı üretime geçildiği için azalmıştı. Hangi ürünlere planlı olarak 3 yıl boyunca destek verileceği söylediğim gibi Ağustos aylarında Cumhurbaşkanlığı kararı olarak çoktan yayınlandı bile. Bu iklim kanunu geri çekildiğinde bile çiftçi ne yazık ki o destekten fayda alamayacak. Çünkü mevcut bir kararname var ortada ama hukukçular dahil ne yazık ki çok fazla bilinmeyen bir konu.

Türkiye senin de söylediğin gibi bu iklim değişikliğinden en çok etkilenecek ülkelerin başında geliyor. Sadece insanlar olarak değil, tüm türler olarak, sulak alanlarıyla, deniziyle, bütün ekosistemleriyle, ormanlarıyla en kırılgan varlıkların, canlıların, ekosistemlerin olduğu bir coğrafyadayız. Hepimiz baktığımızda bir iklim göçmeni olmaya adayız. Yerinden yurdundan olmaya aday bir toprakta hayat bulmuş insanlarız, türleriz. O yüzden de ben kanunun tüm bu durumu dikkate alarak hazırlanması gerektiğini düşünüyorum. Ben burada bir hak sahibiyim, sen de bir hak sahibisin. Çünkü iklim değişikliği beni etkiliyor, seni etkiliyor ya da gelecek hiç doğmamış kuşakları bile etkiliyor bu topraklar üzerinde. Onların sesini sözünü dikkate alan bir şekilde bu kanunun yapılması lazım. Eğer piyasa temelli araçlar kurulacaksa ki Türkiye bunda ısrarcı gözüküyor. Çünkü Avrupa Birliği'nde bir emisyon ticaret sistemi var ve Türkiye de buna uyum sağlayacak gibi gözüküyor yakın vadede. Bu emisyon ticaret sisteminin şeffaf denetlenmesi mümkün. Hem yurttaşları hem hak sahiplerini ve doğayı koruyacak şekilde nasıl dikkate alınması gerektiğini düzenlememiz lazım. Çünkü ben mesela bu iklim kanunundan sonra gelecek bir diğer tehlikeli düzenlemenin taksonomi yönetmeliği olduğunu düşünüyorum.

B.M.A.: Biraz daha açabilir misin onu?

Ö.A.:Tabii. Taksonomi dediğimiz aslında bir sınıflandırma. Ama taksonomi yönetmeliğindeki sınıflandırma neyin yeşil olduğunun sınıflandırması. Bu tam da bizim iklim kanunuyla oldukça bağlantılı bir şey. Siz bir ürünü üretiyorsanız neyin biyoçeşitliliğin korunmasına hizmet ettiğinin de tespit edilmesi gerekiyor. İlk başta da söylediğim gibi, bu yeşile boyama ya da greenwashing gibi konularda en tehlikeli yönetmeliklerden bir tanesi olacak diye düşünüyorum. Avrupa Birliği'nde bir kurumsal özen yükümlülüğü direktifi de çıktı. Onlar Avrupa Birliği insan hakları boyutunda bu yönetmeliğin içine koydular. Aiz bir ürün üretiyorsanız value chain dediği yani tüm değer zincirinde o ürünün ham maddesinden size teslimine kadar, o kurye eğer iş güvencesinden yoksun bir şekilde o ürünü kapınıza getiriyorsa onun bile bile insan hakkı ihlali yarattığını söyleyerek bir dijital takip sistemi kurmaya çalışıyor ürünler üzerinde. Bu kurumsal özen yükümlülüğü direktifiyle Türkiye'ye bunu da şart koşacak. O yüzden de çok ciddi anlamda bir hukukçu olarak bu alt yönetmeliklerin de izlemesini yapıyorua. Bize sivil toplum kuruluşu olarak sorulmamasına rağmen Hukuk Doğa Toplum Vakfı, WWF gibi bazı örgütlenmeler görüş bildirdik çünkü örneğin nükleer enerji de yeşil sayılıyordu bizim taksonomi yönetmeliğimizde. Ya da fosil yakıtlar geçici nitelikte iyi enerji, temiz enerji sayılıyordu. Ya da yeşil boyama gibi bir şey kanunumuzda ilk kez tanımlanıyor taksonomi yönetmeliğinde. Kasıtlı olması gerektiği söyleniyordu.

Bunlar Apaçık Radyo dinleyicilerinin de gözünden kaçmış olabilir. Ama yeşile boyamanın kasıtlı yapılması gerekmez. Şu anda mesela tüketici kanununa göre kasıtlı yapılması gerekmiyorken siz bir ürünü, ben şu anda bunu dava edebiliyorken bir taksonomi yönetmeliği çıktığında bu şekilde bunu dava edemiyor duruma geleceğim. Mevcuttan daha kötü duruma bizi düşürebilecek yasa çalışmalarına karşı da uyanık olmak gerekiyor diye düşünüyorum. Bunları da bir şekilde izliyor olmak ve görüş veriyor olmak lazım. Bu açıdan hakikaten kaygı verici buluyorum ama bir yandan da iyi bir şey diye de düşünüyorum. Hakikaten bizlere danışılmadan düzenlemeler yapıldığında bunun bir tepkisini görüyor olmak güzel ama o tepkilerin aynı potada eridiğini, bir takım dezenformasyonla birlikte aynı potada eridiğini görmek de üzücü. Bizim çocukluğumuzda bilgi çok kıymetli bir şeydi. Ben böyle hayat ansiklopedileri vardı, onlardan öğrenirdim bir sürü şey, bir şeyi öğrenmek ve bir şeyin doğruluğunu bilmek çok önemliydi, bilgi çok kıymetliydi. Şimdi bir Google aramasında ya da Instagram'da önünüze düşmüş bir postu doğru sayabiliyorsunuz ve buna dayanarak söylem üretiyorsunuz. Söylem de ideolojiye çok bağlı bir şeydir. Toplulukları ciddi anlamda yönetme egemenlik aracıdır da aynı zamanda.

B.M.A.: Çok teşekkürler Özlem. O kadar iyi açıkladın ki bu tabii güvensiz ortamda, kutuplaşmanın da giderek derinleştiği bir ortamda, ne yapılabileceği, nasıl aksiyon alınabileceğine erişebilmek, nasıl dayanışabileceğine erişebilmek de gittikçe zorlaşıyor. O yüzden de senin söylediğin bilgilendirmelerin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Gördüğüm kritik konulardan bir tanesi de hukuk okuryazarlığının eksikliği. Bir çekince de oluyor aslında. Biz nasıl kandırılıyoruz, buradan ne çıkacak, ne fayda olunacak gibi çok ciddi bir güvensizlik var. Sen çok uzun süredir bu mücadelenin içerisindesin ve tek başına da çalışmıyorsun. Bunu da ortaya koymamız çok önemli. Bu konuda iklim kanunu konusunda kimler ne tür çalışmalar yapıyor şu anda? Ne tür adımlar önümüzde bizi bekliyor, geri de çekildi. Bunu biraz açabilir miyiz? Dinleyicilerimiz nasıl bu sürece dahil olabilirler? Nereyi, nereden, nasıl izleyebiliriz?

Ö.A.:Tabii. Farklı grupların farklı tepkileri var. İklim örgütlerinin bile ya da çevre kurumlarının bile tek bir görüşte toplandığını söyleyemem. Örneğin halkın iklim kanunu yapılması gerektiğini bunun tümden çekilmesi gerektiğini söyleyenler var. Bir grup da böyle bir kanuna ihtiyaç olduğunu ve düzenlemelerle bahsettiğim gibi örneğin adil geçiş mekanizmalarının eklenmesi gerektiğini ifade ediyor. Benim görüşüm mutlaka iklim adaletine dair düzenlemelerin yapılması gerektiği, şeffaflık mekanizmalarının kurulması gerektiği ya da offsetin mutlaka çıkarılması gerektiği gibi görüşler verilmesi hala mümkün. Bakanlık nezdinde iletilebilir, çevre komisyonuna iletilebilir, oradaki politikacılara iletilebilir. Örneğin, Etki Ajanlığı düzenlemesi vardı. Belki radyo dinleyicileri bunu da takip etmiştir. Orada çok daha net bir duruş vardı. Oradaki karşı çıkış herkes açısından çok netti. Zarar görülebileceği noktasını çok daha rahat anlamıştık ve tümüyle bir karşı çıkış vardı ve bu düzenleme henüz karşımıza tekrar gelmedi. Ama iklim kanununun şu aşamada nasıl bir seyir izleyeceği konusunda bize açıkça söylenmiş bir şey yok, komisyona gelebilir ve komisyonda tartışmalar yeniden başlatılabilir. Komisyonda girdiler verilebilir. Bu şöyle olacaktı, böyle olacaktı, şu eklensin, şu çıkarılsın diye. Hiçbir şekilde gündeme gelmeyebilir. Şu anda çok öngöremiyoruz. Türkiye'nin mutlaka bir iklim değişikliğiyle mücadele ve uyum kanununa ihtiyacı var. Böyle söyleyebilirim. Bunun için de düşük karbonlu bir piyasa ekonomisine geçilecekse eğer, bunun mekanizması çok titiz ve tüm bilim insanlarıyla ve bilimsel dayanaklara dayanarak yapılması gerekiyor. Bütün tarafları bir araya getirecek şekilde yapılması gerekiyor. Sivil toplumu da katacak şekilde bu çalışmaların yapılması gerekiyor. Bence bu kampanyaya ya da bu görüş bildirmeye devam etmek lazım ama kirli bilgiyi de bir şekilde gerçek bilgiden ayırıyor olmak lazım. Dediğim gibi teklifle ilişkin iklim ağının görüşleri, iklim adaleti koalisyonunun görüşleri var, odaların görüşleri var. Bunlar üzerinden takip etmek mümkün. Örneğin siz bir sendikaysanız gerçekten bu kanunu adil geçiş boyutuyla söyleminizi kuvvetlendirebilirsiniz. Bir kadın örgütüyseniz toplumsal cinsiyet bakışıyla bu kanuna söyleyebileceğimiz çok fazla şeyler var. Ya da tarım boyutuyla afet risk azaltma konusunda söyleyebileceğiniz, direnç kazanmak anlamında ifade edebileceğiniz çok fazla şey var. Ama biraz dikkatli olmak da gerekiyor. Bu kanun geriye çekilmiş olması bir oh demeye de vesile değil. Birkaç gün sonra da biliyorsunuz meclise gelen kanun teklifleri meclisin çoğunluk sistemi gereği olduğu gibi de geçebiliyor. O yüzden de bence süreci gözlemlemekte ve mutlaka görüşleri sağlıklı bir şekilde bildirmekte ve ısrarcı olmakta fayda var diye düşünüyorum.

B.M.A.: Çok teşekkürler Özlem. Sen ifade etmedin. Ben de eğitim hakkı bağlamında da yani bilgi edinme hakkı bağlamında da çok önemli olduğunu düşünüyorum bu süreci. Şimdi bir ikinci parçamızı dinleyeceğiz. Aubrey Haddard'tan iklim ve biyolojik çeşitle ilgili "Green as Ever" adlı parçayı dinliyoruz. Az sonra yeniden görüşmek üzere.

B.M.A.: Merhaba, Apaçık Radyo'da Hikâyenin Her Hâli’nde ben Burcu Meltem Arık, bugün Özlem Altıparmak'la beraberdik ve İklim Kanunu'nu tartıştık. Çok tartışılan, geriye çekilen, bilgi kirliliğinin çok yoğun olduğu bir kanun teklifi. Neden yaşamsal olduğu, amacının nasıl olması gerektiğini, bu konuda neler yapıldığını ve bizlerin nasıl bu sürece dair neler yapabileceğinizi konuştuk. İklim kanunu çok önemli bir mesele ama doğa hukuku mücadelesi büyük bir mücadele. Biz şu anda nelerin içerisindeyiz farkında olmadığımız, nelerle uğraşıyorsunuz? Çok kısaca değinebilirsen çok sevinirim.

ÖA: İklim değişikliğinin getirdiği aslında pek çok düzenleme oluyor. Bizim de takip ettiğimiz. Biraz onları izlemeye çalışıyoruz Hukuk, Doğa ve Toplum Vakfı olarak. Yakın bir dönemde kıyı ve denizlerin korunması konusundaki mevzuat ve paydaşların kapasitelerini güçlendirmek üzere bir eğitim çalışması yapacağız. Örneğin bu eğitim çalışmalarında benim dikkatimi çeken şu oluyor. Sivil toplum alanında örneğin deniz ve kıyı koruma konusunda çalışıyor. Ama savunuculuk ya da hukuki mekanizmaları bilmediğini söylerek bu eğitimlere başvuran arkadaşlarımız oluyor. Aslında bu ilgi beni çok da mutlu ediyor. Çünkü gerçekten senin de söylediğin gibi hukukun dili çok kötü. Hiç kullanıcı dostu değil. Hukuk dili aslında uzakta tutabiliyor. Yurttaş dostu değil hukukun dili. Çok da kötüdür aslında, zalimdir. Hukuku bilmemek mazeret de sayılmaz, hukukun en temel kuralıdır. Siz o anlamadığınız dille yazılmış kuralı bilmekle yükümlüsünüzdür. Onu bilmediğiniz takdirde yaptırımına da katlanmanız gerekir. Böyle bir zalimlik aslında. O yüzden de iklim, doğa, biyoçeşitlilik, afet gibi bütün konularda ya da medeni kanunla ilgili gelişmeleri dikkatle izlemek gerekiyor. Bunların hepsi bir arada yürüyen şeyler, bir ortak yaşarlık meselesi bu gezegenin üzerinde. Birimizin hakkı diğerini de etkiliyor. Çünkü bir ağ şeklinde yaşıyoruz. Biz birbirimizle bir ağ olarak ilişki halindeyiz. Tek başına değiliz. İklim kanunuyla ilgili bu dönemde söyleyecek tek bir şeyim olsa, bu iklim değişikliğiyle mücadelede genel ilkeler kısmına tek bir şey eklenecek olsa şunu ekletirim. İklim değişikliği mücadelesine hak temelli bir yaklaşım, toplumsal cinsiyet eşitliği temelli, bilim temelli bir yaklaşımın esas alınması gerektiğini ekletirim. Ne yazık ki bizim şu andaki kanun teklifimiz böyle değil. Çıkarılacak kanunlarda gerçekten iklim değişikliğiyle ya da biyoçeşitlilikle ya da afetlerle mücadele etmek hak bir yaklaşımla mümkün. Hak temelli yaklaşımı da sadece insanlar değil, bu ortak yaşarlık üzerinden kurduğumuz bir hak temelli yaklaşımla kurgulamamız gerekiyor. İklim değişikliğinden en çok etkilenen grupların temsilini, özellikle her yerde vurgulamak lazım ki iklim adaletine atıfı da beraberinde getirelim. İzmirliyim ama açtığımda davalarda flamingolarında yükünü omuzunda taşıyorum. Onun sesine sözüne bir şekilde dikkat etmem gerekiyor. Çünkü dünyadaki 10 flamingodan birisi İzmirli. Gediz Deltası'nda yaşıyor. Bu davaları, bu savunuculuğu kurgulamak lazım. İnsan olarak diğerlerinden daha üstün olduğumuzu düşünüyorsak bir yanılgı içindeyiz. Dilimiz, hukuk sistemimiz bizim bir şansımızsa bunu diğer canlıların sesini, sözünü metinlerde, adliyelerde, adliye koridorlarında ifade etmekte dikkate almak, söylemek lazım. Kuşun hakkını savunmalı, ağacın hakkını savunmalıyız. Öyle bir misyonla hareket ediyoruz. İdari kanunlara ve düzenlemelere de doğa toplum hakkı olarak böyle bakıyoruz. Böyle de bitirmiş olayım.

BMA:Çok nefis bitirdin. Özellikle flamingo kısmı çok kıymetli oldu ve bana şunu anımsattı. Senle sohbetimizden hemen önce yaklaşık 25 dördüncü sınıf öğrencisiyle iklim değişikliği konusunda sohbet ettim ve ısrarla çocuklar bana şu soruyu sordu. Diğer canlılar nasıl korunuyor, nasıl etkileniyor iklim değişikliğinden? Bu canlılar için neler yapılıyor? Bir de niye bu yetişkinler bir türlü bunu beceremiyor? Onlar da çözüm üretmeye çalışıyorlar kendi çabalarıyla, kendi bildikleri doğrultusunda. Bir tanesi şunu dile getirdi. Bize kimse doğru düzgün bilgi vermiyor. Biz nereden bu bilgileri bulabiliriz? Bunu anlamadan nasıl çözüm üretebilirim ki? Bunu da çok haklı bir serzeniş olarak not etmiş olayım. Çok teşekkürler Özlem. Bu karmaşık gündemimiz iyice karmaşık hale geldi. Bizler için biraz daha netleştirdin ve yapılması gerekenleri, olması gerekenleri kendi pencerenden, hukuk penceresinden paylaştın. Çok kıymetli oldu. Teşekkür ediyorum.