Deniz Aşırı'da Deniz Pak, Bozcaada doğumlu 102 yaşındaki Melpomeni Muratoğlu'ndan Cumhuriyet öncesi Bozcaada’da gittiği ilkokulu, aşklarını, yaşamını, doktor babasını, Kaptan Panayot dedesini, neredeyse geçen tüm yüzyılı dinliyor.
Deniz Pak: 94.9 Açık Radyo’da, yeni bir Deniz Aşırı programıyla daha tekrar birlikteyiz. Bugün Açık Radyo’da 250. Deniz Aşırı programını gerçekleştiriyorum. Bugüne özel çok değerli bir program konuğumuz var. Çok enteresan bir insan. İnsanın her zaman karşısına çıkmayacak birisi program konuğumuz. Tam 102 yaşında, Bozcaada doğumlu Melpomeni Muratoğlu. Melpomeni Muratoğlu’nun evine iki sevgili dostumuzla beraber gittik. Onlar da bu söyleyişe katıldılar, onların da ismini anmadan geçmek istemem. Bozcaada Derneği başkanı Öngün Sanlı ve profesör doktor olan Neşe Bilgin’le beraber bu söyleşiyi gerçekleştirdik. Melpo adanın önemli karakterlerinden birisi, ailesi de öyle. Bayan Melpo’yla bu 102 yıllık yaşamını, Cumhuriyet dönemi öncesi okuduğu ilkokulu, aşklarını, nasıl müzik yaptıklarını konuştuk.
Melpo çok ilginç birisi. Müzik yapıyor, resim yapıyor, müthiş de yapıyor tüm bunları ve büyük bir aşkla yapıyor. Aynı zamanda Bayan Melpo, Ortodoks Kilisesi’nin şu anda yaşayan en yaşlı rahibesi. İnsanlar ondan medet umuyorlar. Çok nur yüzlü, müthiş bir insan. Tanıdığımda, tanıştığıma gerçekten çok mutlu oldum.
Bugünkü programda Madam Melpo’nun Cumhuriyet öncesi Bozcaada’da gittiği ilkokulu, aşklarını, yaşamını, doktor babasını, Kaptan Panayot dedesini, neredeyse geçen tüm yüzyılı anlatıyor Melpo. Bu, bir programa sığmayacak. Önümüzdeki hafta da bu kayıtları sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Bu programda varlık vergisini, 6-7 eylül olaylarını ve 1924’te gerçekleşen mübadeleyi anlatacağız. Hepsiyle ilgili çok ilginç anıları var. Mübadelede, Bozcaada mübadeleye tabi tutulan bir yer değil, ama babasının, doktor babasının Çanakkale nüfusuna kayıtlı olduğu için, Bozcaada’nın tek doktoruyken mübadeleye tabi tutuluşunu, mübadeleden nasıl kurtulduklarını da müthiş bir hikâyeyle programın sonunda dinleyeceğiz. Müthiş bir insandı gerçekten, çok fazla söz söylemek istemiyorum. Bunca zaman müthiş, güzel ve renkli yaşadığı için daima çok teşekkür etti, müteşekkir olduğunu söyledi. Ben de bu programa başlarken, bu kaydı dinlemeden önce, o müthiş parçayla başlayalım istedim. Bugün 250. program malum, özel kayıtlar dinleteceğim size. İlk parça, “hayat sana teşekkür ederim” anlamına gelen “gracias a la vida”. İsterseniz bu parçayı dinleyerek bu haftaki programa başlayalım. Ardından Bayan Melpo’yla yaptığımız ve bugüne sakladığım bu güzel söyleşiyi dinleyelim. Onun ardından programı tekrar beraber kapatırız. Gracias a la vida...
Madam Melpomeni: Ne konuşayım, ne söyleyeyim. Unuttum ki. Unutmam ama, unutulmaz. Unutulmaz.
D.P.: Ben öncelikle çok teşekkür ederim bizimle konuşmayı uygun gördüğünüz için.
M.M.: İnşallah bir şeye faydalı olur.
D.P.: Siz 1909’da Bozcaada’da doğdunuz.
M.M.: Evet, Bozcaada’da doğdum.
D.P.: Hayatınızı anlatır mısınız bize?
M.M.: Ne söyleyeyim, hani, çok güzeldi. Çok seviyordum, kaybettim. Kaç yaşındaydım, 13-14 yaşında.
D.P.: Annenizi kaybettiniz.
M.M.: Ama babam, böyle baba bulunmaz. Çok iyi baktı bize. Doktordu ve eczanesi vardı, Rum mahallede. Biz Türk mahallede oturuyoruz. O eczacıyı bıraktı, eve getirdi ilaçları filan. Hastalara da evde bakıyordu. Bize arkadaşlık yapsın diye. Bir ihtiyar kadın bize bakıyordu, bir gençle beraber iki kişi. Oğlan kardeşim vardı, çok sevimli, çok çok çok güzel bir insandı. Askere gitti, kara sarılık oldu.
D.P.: Askerdeyken?
M.M.: Kaybettik onu. Şimdi kız kardeşim var, o da Yunanistan’da. İşte ben müzik seviyordum.
D.P.: Babanız enstrüman çalıyordu.
M.M.: Babam keman çalıyordu, mandolin çalıyordu, gitar çalıyordu. Annem de piyano çalıyordu. Eh ben de küçükken öyle büyüdüm. Mandolin, gitar çalıyor, her şey. Annem piyano çalıyor. Ben sonra mandoline başladım, bir-iki sene sonra kemana başladım, orada biraz hayatım zorlaştı. Sevmiyordum çünkü çok zordu. Babam da... sonra derdi; her hafta bir kitap okuyacaksın. Veriyordu bana bir kitap, onu da zorla veriyordu bana. Bazen okurdum, bazen okudum derdim.
D.P.: Sandalınız vardı?
M.M.: Ah, onu seviyordum, aklım oradaydı. Oğlanlarla beraber yarış yapıyordum, oğlanlar orada, komşular. Yarış yapıyordum, geçiyordum ben. Tabii, denizden çıkmıyordum, banyo yapıyordum çok. November var, november nedir?
D.P.: Kasım.
M.M.: Evet, o zamana kadar banyo yapıyordum, çok seviyordum. Akşam, yazın, bir bağımız vardı, derneğin arkasında, Poyraz Limanı’nda. Biliyorsunuz. Oraya giderdim her gün. Saat dört oldu mu oraya gidiyorduk. Ve de ufak bir sepet alıyordum, babam öyle alıştırıyordu. Ve hepimiz gidiyorduk orada üzüm yiyorduk. Ben topluyordum yaprak, koyuyordum sepete, yiyordum, çok yiyordum üzüm. Sepete dolduruyordum, ufak bir sepet, babam alıştırıyordu bizi ki kendimiz bir iş yapalım. Gelirken yolda o sepeti de bitiriyordum, akşam yemeyeceğim diyordum ama yiyordum, gene çok. Sonra müzik başlıyordu. Ben keman, babam da keman, mandolin, oğlan kardeşim de mandolin, kendi kendine öğrendi o. Kendi kendine, kimse göstermedi. Ama hepsinden asıl, her akşam müzik yapıyorduk. Saat dokuz-ona kadar. Saat on oldu mu...
D.P.: Hep beraber mi çalıyordunuz? Yani babanız, siz...
M.M.: Evet, kardeşlerimle bazen. Küçük de akordeon öğrendi ama sonradan. Ve çok güzel şarkı söylüyordu. Biraz büyüyünce çok tatlı oldu. Şarkı söylüyordu, kapılar açık oluyordu, herkes seyrediyordu. Eskiler gülüyorlardı. Diyorlardı, ah şimdi doktor, elektrik, lux söndü, saat on, gidelim hepimiz. Onda babam söndürüyordu ki...
D.P.: Elektrik var mıydı o zaman?
M.M.: O zaman yoktu, ama biz evlendikten sonra balkonda vardı, balkona bir değirmen koyduk, evimizde oldu elektrik.
D.P.: Değirmenle elektrik mi yaptınız o dönemde?
M.M.: Bir tane değirmen koydular balkona, bilmiyorum, hatırlamıyorum ne zaman. Evin içinde de oldu ama ne zaman, kaç sene sonra hatırlamıyorum, büyüdüğümüzde elektrik vardı. Şarkı söylüyorduk hâlâ, İtalyan vapurları geliyordu.
D.P.: Adaya geliyorlar mıydı onlar?
M.M.: Adaya. Evimizin yanında müzik dinliyorlardı, alkış yapıyorlardı, çok güzel yaşadık çok çok. Saat onda yatıyorduk, onlar geliyor, vapurdan çıkıyorlardı, sandala biniyorlardı, geliyorlardı evimize, merdiven üstüne, birkaç kişi, bilmiyorum, karanlıktı, görmüyordum. Yatıyorduk ama ben gizliden kalkıyordum, seyrediyordum. Onlar şarkı söylüyorlardı, o kadar güzel şarkı söylüyorlardı. Çok güzel, ah, ne zaman olacak yarın akşam, gene duyalım onu. Ama yüzünü bilmiyordum, gündüz hiç görmüyordum. Gündüz evin içinde çok işlerim vardı. Okuyacak şeyler vardı, keman vardı, mandolin çalıyordum, sandala gidiyorduk hep beraber, çok güzeldi. O zaman radyo yoktu bilmiyorum, gramofon vardı ama, mektepten dediler ki, benim için, gelsin İstiklal Marşı öğretsin. Çekindim, bilmiyordum. Babam diyordu hadi gidelim, çocuklara öğreteceksin, senin öğretmeni istiyor kaymakam, bana söyledi. Her gün gidiyordum mektebe, işte Türkçem bu kadardı, söylüyordum: "Ciktik acik alınla, on yilda..." Öyle söylüyorum, Türkçem iyi değildi. Giriyordu koluma, diyordu, Melpo “çıktık” de. Ben gene “ciktik acik...” Melpo, “çıktık,” e peki söylüyorum “ciktik”, sonra gene... ama gençtim çok, 14-15 yaşındaydım. Çok hoşuma gidiyordu, gidiyordum her gün mektebe. Öğretiyordum çocuklara, öğleden sonra muallimler oluyordu, iki-üç tane genç vardı, bir Macit vardı. Mahallemizde kafeler vardı ama balkon kafe, şimdi yok. Balkonlar vardı. Bizim eve de geliyorlardı balkona her akşam, ben de başlıyorum çalmaya mahsus, duysunlar gene. Ben memnun oluyordum. Sandalla gidiyordum, bazen balık tutuyordum, balık tutuyordum iki tane, gösteriyordum gelirken kafeden, gülüyorduk. Babam çok serbest bırakıyordu, çok serbest.
D.P.: Bozcaada’ya doktor olarak gelmişti.
M.M.: Doktor, hem de Almanya’dan geldi o zaman, Almanya’ya gitti geldi.
D.P.: İlk defa adaya babanız mı geldi?
M.M.: Babam Çanakkale’deydi, en büyük familyaydı orada, hepsi doktor oldu, Almanya’da okudular. Hepsi. Ama babamın annesi kaçtı evden, sevdi, kocasını sevdi, kaçtı evden. Hem de benim ismimi verdi: Melpomeni. Sevdi dedemi, kaçtı geldi, orada hocaydı, onu sevdi büyükannem. Babam doğdu sonra. Atina’da doğdu ama sonra Almanya’da mektebe gitti. Nasıl diyeyim, tahsil gördü. Almanya’dan sonra Bozcaada’ya geldi. Annem de leydiydi burada, bir İtalyan mektebi. Annemin bitti okulu. Seni doktora vereceğiz, o doktora vereceğiz, dediler. Neyse geldi Bozcaada’ya, annemle hemen nişanlandı. Ev de kendinin oldu o zaman, evimiz, dedem kendi yaptı evi, evi de verdi, çok güzeldi, çok iyi damattı. Evlendiler, sonra bu hayat başladı, annemi kaybettim, çok çok ağladık, ağladık tabii ama babam da o kadar baktı bize ki, bıraktı işini, eve geldi, taşındı.
D.P.: Hem muayenehanesini kapattı hem eczaneyi kapattı, her şeyi eve topladı, sizle beraber olmak için.
M.M.: Evet, evet. Ama eve getirdi. Eczane filan evde. Çünkü başka çare yoktu, mecburiydi.
D.P.: Doktorluk, eczacılık bırakılacak meslekler değiller elbette, insanların ihtiyaçları var doktorlara ve eczacılara.
M.M.: Evet, başka doktor yoktu.
D.P.: Kaç yaşına kadar Bozcaada’da kaldınız?
M.M.: 22 yaşına kadar işte, tam hatırlamıyorum, 22 gibi. Hesap bilmiyordum, çünkü istemiyordum yaşımı sayayım. Düşünemiyordum. Sonra nasıl oldu bilmiyorum, bana avukat geldi, gönderdiler; kısmet mi diyeyim, evlendim. Anlamadım, kaybettim o huzurumu. Çünkü çok seviyordum adayı. Buraya geldim, çok üzüldüm, sıkıldım. Havayı beğenmedim.
D.P.: İstanbul’a geldikten sonra.
M.M.: Adetleri beğenmedim. Zor geldi bana, çok zor. Çok zengin bir yere geldim, çok zengin, Fener’de. Muratoğlu çok zengin ama Fener’den buraya kadar her gün yol yapıyorlardı, her gün arabayla gelmeliydin buraya, Beyoğlu’na. Diyordum, istemiyorum gideyim, yani, ayakla gideyim daha iyi, bana benzin dokunuyordu, adada araba benzini, gaz kokusu almadık kaç sene.
D.P.: Adada tertemiz bir deniz havası.
M.M.: Çok temizdi hava, çok temizdi. Geldik burada otomobil bana dokunuyordu, fakat en güzel otomobildi, zenginlerdi çok. Sonra yaz geldi, denize girmem. Neden girmiyorsun? Beğenmiyorum, denizi de beğenmiyorum.
D.P.: O zaman İstanbul’un denizi de tertemizdi ama.
M.M.: Hayır, hayır, hiç temiz değildi. Havası bile temiz değildi...
D.P.: Gene öyleydi...
M.M.: Yok, gene öyleydi. Yok, istemiyordum girmek, utanıyordum da evlendikten sonra Murat geliyordu adaya, her sene gidiyorduk, e tabii gördü orada fark var. Çok farklı. O da sevdi, görümceler sevdi, zenginlerdi görümceler, saray gibi yaşıyorlardı, ben de dedim buyurun adaya gidelim...
D.P.: Eşiniz ne iş yapıyordu?
M.M.: Keresteciydi. Her şey, parke, kereste, ev nasıl yapılır. Sonra ne oldu söyleyeyim mi?
D.P.: Tabii, lütfen, hepsini anlatın.
M.M.: Ama kızım istemiyor söyleyeyim, bilmiyorum neden. Kızım üzülüyor, istemiyor duyulsun. Kızım ufaktı. Biliyorsunuz, bilmiyorsunuz belki ama okudunuz, duyuyorsunuz annenizden babanızdan. Kalktılar, eşime borcun var dediler, Murat beyin borcu var hükümete, herkese. Rumlar, Yahudiler, Ermeniler. İsmet bey bize dedi, borcun var. Murat bana diyor, biliyorsun bize o kadar vergi koydular, zannediyorum bizden daha yüksek. Ah dedi, inşallah olmaz! Neyse. Getiriyor beyfendi, 50 bin lira getiriyor kasadan. Bir kasamız vardı ki en büyük hırsız bulamıyordu, o kadar dolap dolap içinde, çok güzeldi. Koruduk orada. Dedi ki ben Aşkale’ye gideceğim çünkü imkân yok, verilir mi o kadar para? 1 milyon 600. Milyar milyar eder bayağı. Kimse veremez. Tabii biliyorsun, geldiler memurlar, dediler "Murat, hükümet bunu alacak, nasıl olsa alacak, kurtuluş yok." "Biliyorum" dedi Murat. "Ver şimdiden, bir miktar ver, sonra yavaş yavaş satacağız, alacağız." Hükümet alacak bunu. İki memur geldi, çok kibar ama Murat diyor "yok, vermem". Ama gideceksiniz diyor, kardeşiniz gitti. Kardeşini de gönderdiler bir iki gün evvel. Onlara 600 koydular, bize bir milyon 600. Kimse veremez. Biz satacağız işte, hükümet alacak bu parayı. Yok diyor, vermem, gideceğim. Ben de başladım, "Murat nereye gideceksiniz, bizi nereye bırakacaksın?" Aşkale’ye gidecek, kâr toplayacak. Alışık değil, zengin oğlan. Gideceğim diyor. Bizim hepimiz söylüyorduk, oğlan bile çıktı, 15-16 yaşında bir şey, gitme Murat bey, gitme, ağladı böyle, bizi bırakma. Hatırlıyorum onu da. Kızım da bir köşede böyle kaldı, hiç konuşmadı, kaçıyor. Daha şimdi çıkmıyor bu evden, istemiyor çıksın. Ertesi gün oldu, "gideceğim Aşkale’ye," diyor; hepimiz ağlıyorduk. Gene geldiler başka memurlar, Murat bey bir şey ver ki rahatını bozma. Ver Murat ver, hepimiz, ver ver ver. Açıyoruz kasayı ki hırsızdan sakladık, açmaz hırsız, bulamaz katiyen, açtık kendimiz. Açıyoruz, veriyoruz 50 bin. 50 bin verme de 40 bin ver, o istemiyordu versin. İstemiyor, kolay mı? O kadar hazır para ver, kolay mı? Verdik, 50 bin verdik. Ertesi gün erkenden geldiler, aldılar Murat’ı.
D.P.: Aşkale’ye mi?
M.M.: Aşkale’ye. Onları ben yaşadım, kızım ne lüzum var diyordu, sıkılıyordu, duymak istemiyordu ama ben yaşadım. Daha dün zannediyorum. Gitti Aşkale’ye, kaldık beş parasız. O kadar olur, ertesi gün kalk, beş parasız. Aldılar, gitti. İki çocuk da bağırıp çağrıyordu, kendine vuruyordu rahmetli. Kaldık birkaç gün, matmazel gitti, herkes gitti, hepsi gitti. Kim verecek para? Bir tabak ekmek veren yok. Öyle kaldık, çıplak. Ama aşçı kaldı, kadın aşçı kaldı. Bırakmadı bizi, nasıl bırakacak, kendi adamımız gibi. O kaldı, biraz yaşadık işte. Ama neden yaşadık? Kaynatama [vergi] koymadılar. Kaynatam çalışmazdı. Çalışanlara [vergi] koydular. Bunlar çalışıyordu. Kardeşi ticaret yapıyordu. Kaynatam hep oturuyordu evde, ondan kurtardı. Ondan yaşadık. Sonra gitti Aşkale’ye. Çok perişan olduk çok, hepimiz hastalandık. Neyse. O geçti, gittik Fener’e.
D.P.: Ne kadar kaldı Aşkale’de?
M.M.: Bilmiyorum, bilmiyorum ne kadar kaldı. Hem de kimden öğreneceğim? İstiyorum, çünkü soruyorlar. Kimse yok. Kimse kalmadı ki sorayım. Bizden kimse kalmadı ki sorayım. Ne kadar? Ne kadar kaldı yani? Sattılar, tuttular o şeyi, bir buçuk milyon tuttular. Gazeteler yazdı, Murat geliyor, borcunu verdi. Hangi borç? Borcunu verdi, geliyor. Geldi. Neden bıraktım gittim kaynatama? E ne yapayım? Beş param yoktu. Geldiğinde o kadar sevinecektim ki bana küstü. "Neden bıraktın?" dedi. Ben dedi, aylık verdim kaç sene için. Kim düşünür? Dedi ben kira verdim, kira vermeyeceksin, kaynatan da gönderecek. Dünya yıkıldı zannettim. Sonra geldi, artık iş kalmadı. Birkaç ay sonra hastalandı. Şeker hastası oldu ama ağır oldu. Zaten hasta gibi gelmişti. Ne kadar kaldı Aşkale’de, onu hatırlamıyorum. Onu bilmiyorum. Hasta gibi geldi, kaç sene burada yaşadı, yazık.
D.P.: Eşiniz Aşkale’ye gittiği zaman siz Aşkale’ye gitmediniz.
M.M.: Onu da hatırlamıyorum pek, galiba gittik. Birkaç sene sonra. Galiba gittik, onu hatırlamıyorum. O fena seneler oldu sonra, fena şeyler oldu, evlenene kadar çok güzel yaşadım. Ferah yaşadım, oğlanlarla biraz serbesttim, çok ferah yaşadık. Sonra başladı ağlamak, sızlamak. Eh sonra çocuklar mektebe gidiyordu, oğlum mektebi bitirdi, çocuklarla uğraştım.
D.P.: Çocuklarınız nerede okudular? Hangi okullarda okudular?
M.M.: Atina’da bir güzel mektep vardı adada... Oğlum da işte orada okudu. Ben de giderdim. Yortular olurdu, kocam gönderiyordu, gidiyordum, geliyordum. Kızım sonra birisini sevdi, Fransa’ya gittiler. Fransa’da, çok çalışkandı kocası, makinistti, makinist mühendisi mi, nedir? Geldik, mektepliler, Fransızlar orada. Çok hamarat. O gün onlar aldı onu. Gel Atina’da daha güzel yaşayacaksın. İsviçre sıkıcıydı, eğlence yoktu, tanıdık yoktu, her şey zor. Kocası sevdi gitti ama beğenmedi o. Atina’ya gittiler. İki üç sene sonra eğlenmeye gittiler başka yere. Trafik kazasında gitti kocası. Kızım da üç ay hastanedeydi. Kocasını görmedi. Kalktı sonra böyle biraz. Çıkmıyor. Çıkıyor iş varsa, bir kitap almak isterse, bir iş varsa öyle çıkıyor, yoksa istemiyor çıksın. Ben üzülüyorum daima. Dünyaya küstü. Ben de küsecektim ama ben dayandım. Biraz ben alışıktım, Bozcaadalıyım ya. Gidiyorum, bir sene yaşadım orada. Bunlar hiç yaşamadı. Onlar padişah gibi yaşadı, kızım, oğlum. Ama biz, ben gene Bozcaadalıyım. Onlar dayanamadı. İsmet Paşa yaptı bunu.
D.P.: Çok zor gerçekten. 6-7 Eylül’de burada mıydınız?
M.M.: Buradaydım. Haber almadık birinci gün. Sonra ikinci gün, evet evet onu da hatırladım, kırdılar taşla, büyük pencereler vardı, boyumdan büyük, parkeler filan... Bir akşam geldiler, ben titriyordum, dişlerim öyle vuruyordu, taşla kırdılar. Taşları atarken alt üst oldum. Çok güzel evimiz vardı, çok güzel. Akşama şoförler geldiler, yukarıda, bizi koruyacaklar ama onlar da korktular. Hepsi geldiler, "aman Madam korkmayın", nasıl korkmayayım? Sonra neyse, balkona çıktım. Polis at üstünde. Polis Bey bunlar vuruyorlar, Polis Bey koşun! Kocam bana kızdı. Ben çıktım balkona bağırıyorum, polis bizi kurtar. Ben bilmiyorum bunlar diyor polis, ne yapacak polis. Çok çektik çok. Ama gitmedik. Neden gitmedik?
D.P.: Neden gitmediniz?
M.M.: Evet, neden gitmedik? Babası anası Kayseriliydi. Onları bırakmak istemiyordu, iyi oğlandı. Onlar gitmiyordu. Babası annesi Türkçe konuşuyorlardı. Rumca hiç bilmezlerdi. Anadolululardı, istemiyorlardı gitsin. Biz diyor burada yaşayacağız. Onun için kocam da gitmedi. Bizi de bırakmadı.
D.P.: Ama üzülmediniz siz de gitmediğinize.
M.M.: Yok, korkmadık çünkü ne kadar olsa memleketimizdir, evlerimizdir. Ama o varlık vergisi. Nasıl buluyorsunuz? Yani bir gün aç kalacaksın, beş parasız. Nasıl dayandım? Dayandım, çünkü çocuklarımı seviyordum, onları korumak istiyordum, onun için yaşıyordum. Şimdi 100 yaşına ulaştım. Ben de bilmiyorum nasıl. Bir de sıhhatliyim, çok şükür çok sıhhatliyim, ama işte çok iyi görmüyorum, kulağım çok iyi duymuyor, bu kadar.
D.P.: Ama yüz sene nefis bir hayat yaşamışsınız bir taraftan da. Her şeyi görmüşsünüz, koskoca bir yüz yıl görmüşsünüz.
M.M.: Her şeyi gördüm, her şeyi! Ne yapayım, işte fena bir şey söylemedim gördünüz. İsterseniz silin. Ne yapayım, ben fena şeyler söylemiyorum, soruyorsunuz onun için söyledim.
D.P.: Anlattığınız şeyler bizim için son derece değerli.
M.M.: Evet. Sonra babama da ceza verdiler.
D.P.: Varlık vergisi zamanında mı?
M.M.: Yok, o zaman da babam geldi yanıma biraz, ona da vergi koydular. 100 bin koydular. Babama da 100 bin koydular. Güzel şeyler satıldı, aldılar. Sonra şey oldu, İstanbul’da bir şey oldu, gönderiyorlardı Yunanistan’a.
D.P.: Mübadeleyi söylüyorsunuz.
M.M.: Evet. Babam da Çanakkaleliydi ya, babama da işte bir gün, yazdı, hatırlıyorum; sandalı babam çektiydi, fırtına geliyor dedi bana. Bir hafta sonra hava çok güzel oldu, çok güzel. Sakin bir havaydı, bir kayık geldi. Kayık o zaman büyüktü. Liman o zaman boştu, şimdi kim bilir dolu, şimdi dolu, değişti her şey. Bir güzel kayık geldi, yeni boyanmış, deniz süt gibi. Geldi babam, baba hadi sandala atla, gezdirin, gezmek istiyor. Babam kırmızıydı. Şey vardı... kütüphane, iki dolap kütüphane. Geldi, orada bir şey arıyordu, bilmiyorum ne arıyordu, bilmiyorum. Dedi sandal hepimizi alıyor mu? Ne diyorsun baba, ne diyorsun? Hepimizi alıyor sandal, bizi gönderiyorlar. Öyle durup dururken, bizi gönderiyorlar. Nereye gönderiyorlar? Yunanistan’a. Geliyor kadın, ihtiyar kadın vardı, inanma, inanma, inanma bana diyor, ah işte cahil bir şey. Babam diyor ne inanma, hadi komşuları topla, Türk hepsi komşuların, Rum yoktu. Komşuları topla, hepsini toplayın, gidiyoruz. Nereye gidiyoruz? Midilli’ye. Bu kadar söylüyorum dedi, kadına diyor topla, çağır gelsinler, toplayın, ne alıyorsanız alın. Kadın ağlıyordu. Ben ağlamıyordum, inanmıyordum. Ben ne yapacağım şimdi? Kaç yaşındaydım onu da bilmiyorum. Komşular geldi, kapılar açıldı, jandarma da geldi. Komşular başladı, kahrolsunlar, bilmem ne, çok beddua ediyorlar. Dedim jandarma var burada. Dediler gözleri çıksın, jandarma kimdir, kaymakamdır, bağırıyorlar. Komşular. Ben bağırmam. Ben şaşırdım, ağlamadım. Topladılar hepsini. Hepsini, hepsini... hatırlıyorsunuz? Görüyorsunuz, ne insan çıktı Türkiye’den. Atatürk fenalığı bize yaptı ama iftiharla geziyor. Ama sizin ne kabahatiniz var, size sormadılar ki. Ee tabii, sorsaydı bırakmazdınız. Tabii bir iki kişi çıkıyor, fenalık yapıyor.
D.P.: Babanız Midilli’ye gitti, değil mi?
M.M.: Yok gitmedi, dur, daha var. Daha var, unuttum. Girdik şeye, çok fena. Girdik vapura, vapur değil, kayık. Bir dayım da bakıyorum eve gidiyor, alıyor bir iki tane ip, banyoya bağlıyor, banyo indirecek balkondan. Banyo da gitti düştü, hatırlıyorum sonra demişim düştü banyo kırıldı. Tabii ne olacaktı. O zaman babama, dedi güzel banyodur, onu da alın. Nereye kayıkta? Onu da alın diyor. Onu da alıyorduk, banyo kırıldı. Düştü. Allah öyle rast getirsin.
Bir fırtına oldu bir kaç gün sonra, bir fırtına, inanılmaz. İhtiyarlara sorun Bozcaada’da, belki hatırlıyorlar. Büyük balıkçılar geliyor, büyük fırtına, imkân yoktu gidecek. Onlar da kabul etti ki gidemiyorsunuz. Biz saklandık, bir hafta böyle, kayık içinde. Babam şişman adamdı, fotoğrafı var orada. Sonra ben indim kayıktan, kız kardeşim indi. Babama acıyordum, babam için ağladım. Nasıl çekiyor, nasıl babam burada bulunuyor? Kendimi saymazdım, kendimi biraz... sandala alıyordum, dışarı götürüyordum, getiriyordum, hizmet yapıyordum orada. Gençlik. Ama babama çok acıyordum. Sonra, bir hafta sonra, bir Laz kayığı geldi, çok büyük, iki misli büyük, ben götürürüm diyor. Ben götürebilirim diyor, fakat o da bir kayaya çıktı, çarptı kayaya, o kadar fırtına vardı.
D.P.: Bozcaada sizin gitmenizi istememiş yani.
M.M.: Hayır, hayır, istemiyordu. Balıkçılar bazen gizli telgraf getiriyorlar babama, yerli balıkçılar, Türk tabii, Türk gençler, çocuklar. Telgraf geldi İstanbul’dan gitmeyelim diye, telgrafçı düzgün bir adamdı, dürüst bir adamdı, telgrafçı Hüseyin efendi. O da yardım ediyordu, telgraf gönderiyordu İstanbul’a ki bizim hayatımız böyle böyle diye. Demek faydalı oldu, sonra da fırtına gitti, biraz dindi fırtına. Kaymakam Bey geliyor kayıkta.
Kaymakam da arkadaştı babamla. Arkadaştılar. Geliyor, oğlum hasta doktor, gel. Gelemem. Ölüyor oğlum, gel doktorcum, benim ne kabahatim var? Ne kabahatim var, ben yapmadım. Babam diyordu ben gelemem. Yok diyor yapamam. Yalvarıyor kaymakam, ben acıyorum, tanıyorum oğlunu, arkadaştık, o biraz ufaktı. Tanıyordum. Baba git, baba, Ahmet hastadır, ismini biliyordum unuttum şimdi. Yok yapamam diyor, yapamam. Gitmedi. Gitmedi rahmetli babam, aslında yumuşaktı, iyiydi ama gitmedi, demek çok yaralandı. Sonra kaymakamın hanımı geldi, biliyordum, oğlu arkadaşımdı. Ayakkabımı giydirin diyor babam, çünkü ayakkabı yoktu, pandufla geziyordu, hadi ayakkabıyı getirin, diyor. Anladım ki gidecek. Hanıma diyor gelme gelme, geliyorum. Neyse gitti babam, oğlu da kurtuldu, çok ateşi vardı. O zaman ilaçlar yoktu ama hatırlıyorum, kuyuda çarşafları buz gibi yapın, bana getirin. Kadınlar kuyuda buz gibi yapıyorlardı, çocuğa sarıyordu ateşliyken. O zaman öyleydi çünkü çok ilaç da yoktu, şimdiki ilaçlar yoktu. Onu da hatırlıyorum. Babam sonra binmedi vapura, dediler ki izin geldi kalıyorsunuz. Ama babam kaymakamla bir daha konuşmadı. Çünkü tabii bir kolaylık yapabilirdi.
D.P.: O zamanki günlük hayatı bize anlatır mısınız, yani bir gün nasıl geçiyordu sabah kalktıktan sonra da akşama kadar gününüz nasıl geçiyordu?
M.M.: Sabahtan okuyordum, zorla okutuyordu, bunu sevmiyordum. Bir kitap veriyordu babam daima, her hafta bir kitap, "bunu okuyacaksın," diyordu; eh okuyordum zorla morla okuyordum. Evvelden biraz yalan söylüyordum, okudum derdim ama okumazdım, anlıyordu tabii, sonra okuyordum.
Ondan sonra başlıyordum, sandala biniyordum yazın bu sandalla geziyordum, oğlanlar da gelirlerdi. Yarış yapıyorlar konuşmadan. Konuşmadan yarış yapıyorduk ama baka baka. Ben istiyorum birinci çıkayım, bazen çıkıyordum bazen ikinci çıkıyordum yarış yapıyorum öğlene kadar. Denizde oturabilirdim bütün gün çünkü yatıyordum bile öyle çok kolay geziyordum bütün gün oturabilirdim denizde, öğlene geliyorduk eve. Yemek yiyorduk ben uyuyordum çok yorgundum. Üçe dörde kadar babam mecbur ediyordu, yemekten sonra yatak. Sonra geldim, İstanbul’da zorluk çıktı. Burada yoktu öyle şey, dörtte bara gidiyorduk. Orada güzel güzel şarkıyla gidiyorduk şarkıyla geliyorduk, çok rahat çok güzeldi diyordum... Yemekten sonra müzik başlıyordu kapılar açık, babam serbestti çok... şarkı söylüyordum, çok ahali geliyor iskeleden beni dinliyordu. Vapurlar geliyor bizi dinliyordu ona kadar, on dedin mi elektrikler sönüyordu. Geziyordum o zamanlar.
D.P.: Türk mahallesi, Rum mahallesi vardı. Mesela siz Türk mahallesinde oturuyordunuz; başka Rum var mıydı ?
M.M.: Türk mahallesinde oturuyordum başka kimse yoktu. Annemin kardeşleri Rum mahallesinde oturuyordu. Bazen gidiyordum oraya, her gün değil bazen gidiyordum, işte geziyordum orada çocuklarla muhabbet ediyordum. Babam görmeden biraz oynuyordum gölde falan...
D.P.: Erkekler bağdan gelince eğlenirler miydi bir arada?
M.M.: Rumlar, Rum mahallede Rum kafeler vardı orada... sırayla kafeler vardı, kadınlar oynuyordu her akşam, her pazar ve her cumartesi akşamı kadın erkek hatırlıyorum, tek erkekler gitse kabul etmezdiler. Sen de kız kardeşini getir, sen de getir bir dam. Biraz gücenen oluyordu ama anlaşıyorlardı; getirin kardeşinizi getirin o da oynasın beraber diyorlardı.
D.P.: Nasıl dükkânlar vardı, ne dükkânları vardı adada o zaman?
M.M.: Her şey vardı, bakkal dükkânı, terzi vardı, fıçıcılar vardı...
D.P.: Hangi okullarda okudunuz Bozcaada’da?
M.M.: Bozcaada’da altı sene okudum. Eve geliyorlardı, evde okudum ben. Babam annem iyiydi ama eve getiriyorlardı.
D.P.: O zaman eski Türkçe mi okudunuz?
M.M.: Yok hayır Rumca, sonra Türkiye oldu, Türk mektebine yazıldım. Büyüyünce gitmedim, küçükler başladı, ben artık büyümüştüm. Kız kardeşim gidiyordu, biliyor çok güzel Türkçe, çünkü gitti mektebe... Fethi’yle beraberlerdi Fethi Bey'le arkadaşlardı. O bitirdi ama ben gitmedim Türk mektebine.
D.P.: Ama okuyabiliyorsunuz yazabiliyorsunuz değil mi Türkçe?
M.M.: Eh işte konuştuğum gibi okuyorum, bu kadar.
D.P.: Yüz yıl boyunca sizi en çok etkileyen olay neydi?
M.M.: Her şey. Sevdim birisini, çok sevdim ama yaklaşamadım o zaman. Çok utanıyordum çok. Dünya öyle değildi ki o zaman, çok sevdim ama uzaktan, kaybettim, yaklaşamadım.
D.P.: Dedeniz Kaptan Panayot, biraz ondan bahsedelim isterseniz. Biz şu anda Tophane’de müthiş bir manzarada oturuyoruz ve bu binayı yapan Kaptan Panayot. Kaptan Panayot Bozcaadalı ve kaptanlık yapıyor?
M.M.: Gemi yaptı, kendisi ilerledi, galiba zengindi.
D.P.: Tophane, yani bu oturduğunuz yer, burası eskiden kaptanların oturduğu bir yer değil mi?
M.M.: Bilmiyorum burada çok Rum oturuyordu, bu Kumbaracı Yokuşu hep marangoz falan... bu mahallede çok öyle insan oturdu, marangoz hepsi, mobilyacılar bu mahallede oturdular... Benim teyzem var burada kalıyordu ben Bozcaada’daydım; bazen geliyordum, bazen keman dersi de alıyordum. Babamla geliyordum Kadıköy’den.
D.P.: Halen çalıyor musunuz?
M.M.: Maalesef yapamıyorum zaten kemanı hediye verdim. Çoktan verdim... Kocam öldükten sonra birisi geldi, tanımıyorum. Oğlum öğreniyor dedi, buyurun alın dedim verdim. İstiyordum birkaç sene sonra ama yapamıyorum çok zorluk çıkıyor.
D.P.: Ama resim yapıyorsunuz?
M.M.: Resim seve seve yapıyorum şimdi bıraktım. Yazın yaptım işte bunları. Yaparken nasıl seviniyordum nasıl, mandolin de çalıyordum şimdiye kadar. Şimdi buram ağrıyor, oram ağrıyor... ama gene çok şükür çalarsam çalarım yine.
D.P.: Eskiden vapurlar tam önümüzden kalkıp Bozcaada’ya kadar gidiyormuş galiba.
M.M.: Öyle galiba, buradan değil de Eminönü’nden galiba. Bir gün gelirken, zannediyorum son gün gelirken Bozcaada’dan bir genç vardı, genç oğlan piyano çalıyordu. Ben de yaklaştım... Hemen yaklaştım, başladım şarkı söylemeye: Altüst oldu vapur, alkış alkış alkışlar, nasıl sevindim! Gençken çok serbest yaşıyordum. Sonra o günkü genç, belki o yirmi beş yaşında, ben on sekizdim. Bir şey öğretti bana, bir şarkı söyledi “kadın nedir senin adın... neden beni yalnız bıraktın... ne olursa gel bana yakın... kıyma benim canıma...” Unuttum, unuttum. Seksen, yetmiş beş sene öncesi...yine de hatırlıyorum ama çok güzel yaşadım, çok!
D.P.: Müthiş! Bugün nasıl bakıyorsunuz dünyaya?
M.M.: Dünya, zannediyorum hepsi benim insanlarım, siz benim çocuklarımsınız, hepsi benim zannediyorum, öyle bakıyorum. Neden dünya... neden barışmıyorlar? Hepimiz Allah’ın çocuklarıyız, hepimiz bir dünyada yaşarız, neden ayrı ayrı, neden bu kötülük?...
D.P.: Hiçbirimiz anlayamıyoruz.
M.M.: Anlamıyoruz tabii, anlamıyoruz gidiyoruz öyle havada gidiyoruz ama barış... güzel yaşayın, güzel yaşayın!
D.P.: Peki, gramofon vardı eskiden, sonra pikaplar radyolar ortaya çıktı, sonra neler neler oldu... Bugün inanılmaz şeyler oldu. Bunları nasıl algılıyorsunuz, nasıl bakıyorsunuz bunlara? yani bugün o kadar çok şey var ki, cep telefonları var...
M.M.: Amerika’dan konuşuyor, görüyorsunuz. Ameri-ka’dan falan diyorum, ne lüzum var diyorum.
D.P.: Melpo Hanım'ın televizyon yok evinde. O kadar telaşa hiç gerek yok diyorsunuz değil mi?
M.M.: Lüzum yok diyorum, daha rahat yaşasak daha iyi olmaz mıydı? Hep yeni, yeni yeni insanlar daha çok yoruluyor, daha çok sinir oluyorlar. Ben sevmiyorum, sakin olmalı daha sade dünya, hep yeni yeni yeni ama yine eski hale geliyoruz, yine uyuyoruz, yine aynı tabiat, aynı yaşamak.
D.P.: Televizyon da seyretmiyorsunuz?
M.M.: Yok almadım, böyle daha rahat.
D.P.: Yazın resim yapıyordunuz, şimdi gündüz nasıl geçiyor?
M.M.: Şimdi tespih çekerek ama vakit geçiriyor hiç olmazsa.
D.P.: Ne zaman rahibe oldunuz?
M.M.: On beş sene var kilisedeydim. Bir sabah torunlarım vardı Fransa’dan, kahve içtikten sonra Patrik geldi, bana gelip şey dedi, size kutlu gün yapacağım. Yüz senedir yaşıyorsunuz, size bir tören yapacağım, dedi. Cumartesi günü akşam saat beşte gelin size bir yortu yapalım dedi. Gidiyoruz orada iki turta getirdiler, yaktık falan. Biraz ahali de geldi ama bütün Patrikhane geldi, bütün gençleri, iyi giyindiler, papaz var, Despot var en büyük Patrik... Ama güzel yortu oldu... 93’te rahibe oldum, kaç sene oluyor?
D.P.: On altı yıl oluyor.
M.M.: Eh işte on beş dedim yani gene unutacağım. Unutuyorum , bazen yeni şeyleri unutuyorum. Eski şeyleri unutmam, eski yaşadığım şeyleri unutmam.
D.P.: Rahibe olunca mı adınızı değiştiriyorsunuz?
M.M.: Evet değiştiriyorlar.
D.P.: Özel bir perhiz yapıyor musunuz, sağlığınıza çok dikkat ediyor musunuz?
M.M.: Evet çok çok... gençken çok süt içtim su yerine süt içiyordum, şimdi yoğurt zorla yiyorum ama yiyorum mecburen başka bir şey yemem bir yoğurt, meyve... üzüm elma ne varsa. Bu kadar yeter yemek, çok yemiyorum, et de sevmiyorum.
D.P.: Bozcaada’ya en son ne zaman gittiniz?
M.M.: Üç sene evvel, sevindim! Ben de bilmiyorum nasıl buldum. Torunlarla gittim ... arabayla aldı bizi otele götürdü, otele gidince biraz ağlamak istedim çünkü evimi sattım, kaldım evsiz. Zordu benim için, evimi çok seviyordum.
D.P.: Çok güzel günler geçirmişsiniz...
M.M.: Evet çok güzel, herkes böyle yaşamaz, güzeldi çok güzeldi. Güzel hayattı... her şey geçiyor, her şey geçiyor rüya gibi.
D.P.: Çok hızlı geçti değil mi zaman?
M.M.: Hemen geçti, hemen geçti geçti, ne anladık çocuklar, ne anladık. İyilik yapmak, sevmek herkesi, ne güzel! Bazen herkes aksilik yapıyor ama kızım o da çok çekti, dünyaya küstü ama buraya geliyor, okumayı seviyor, okuyor, okuyor. Doktora kontrole götürüyor beni.
D.P.: Bozcaada’ya tekrar gidecek misiniz?
M.M.: Fırsat olursa istiyorum ama korkuyorum ya düşersem orada, hasta olursam. Bak buraya kadar, aşağıya kadar gidebilirim, başka yerleri başka yolları şaşırıyorum. Korkuyorum ama burayı tanıdığım için bizim mahallede gidiyorum, vapurdan çıkarken arabayla giderken zor değil mi? Bir erkek tutmalı ki korkmayayım, korkuyorum.
D.P.: Yazın hep beraber adaya gideriz inşallah... Biz çok teşekkür ederiz size bütün sorduklarımızı cevapladınız.
M.M.: Ben teşekkür ederim, vakti güzel geçirdim.
D.P.: Bu yüz yıl boyunca yaşadıklarınızı bizimle paylaştınız, çok teşekkür ederiz.
M.M.: Sağ olun siz de inşallah 100 yaşında olursunuz, sağlıkla. Bazen diyorum çocuklar belki yarın da güzel resim yaparım diye umutlanıyorum bazen...
D.P.: Evet kendisine gerçekten çok teşekkür ediyoruz, bu hafta programın sonuna geldik, Melpomeni Muratoğlu gerçekten müthiş bir coşkuyla bize inanılmaz hikâyeler anlattı geçen yüzyılla ilgili; güzel ipuçları aldık kendisinden. İki haftadır kendisini dinledik belki anlatsa yıllarca dinleyeceğiz, eminim 102 yıllık yaşamında anlatacak çok müthiş hikâyeleri daha vardır. Şimdilik bu programın sonuna geldik, geçen hafta 250. programı gerçekleştirmiştik, 251. Deniz Aşırı programını da bu hafta gerçekleştirmiş olduk kendisiyle. Madam Melpo, Melpomeni Muratoğlu, sesinden de anlaşılacağı gibi müthiş bir coşkuyla, büyük bir tutkuyla hayata bağlı.
Programda da bahsettiği gibi babasının, eşinin babasının annesinin de hiçbir şekilde hiçbir zaman buradan ayrılmayı, Türkiye'den ayrılmayı düşünmediklerini öğrendik, gerçekten de burası onların vatanları ve ne kadar sıkıntılar çekmiş olsalar da asla hiçbir zaman düşünmemişler. Bu iki haftalık özel yayının sonunda çok da manidar nefis bir parça dinletmek isterim size. Sanıyorum 1921 yılı kaydı, elimizde çok değerli bir taş plak var, o taş plaktan dinleyeceğiz. Türkiye’de Kalan Müzik sanıyorum bu kaydı bastı. Yanılıyorsam lütfen düzeltin; 1921 yılı diye hatırlıyorum. Yani mübadele öncesi bir dönemde kaydedilen bir plak Ahilleas Pulos seslendiriyor "Neden Geldim Amerika’ya" isimli parçayı. Bu plakta bu parçanın çok müthiş bir önemi var, bütün yolu da anlatıyor aslında parça. Bandırma'dan gemiye binip Amerika’ya gidene kadarki serüveni anlatıyor, hatta parçayı dinlerken Pulos’un parçayı söylerkenki isyanından ne kadar sıkıntı çektiğini sonuna kadar hissedebiliyoruz. Daha sonra bu parçayı “Neden Geldim İstanbul’a” versiyonuyla 80'li-90'lı yıllarda muhtelif yorumcular seslendirdiler, parçayı çok yakından tanıyacaksınız.
Burada dinleyeceğimiz ilk halinde, orijinal halinde "Neden geldim Amerika'ya, ah keşke gelmez olaydım, ah keşke görmez olaydım!" gibi isyanları da duyabileceksiniz. Bu parçayla bu programı bitirmek istiyorum, parçanın da bu özel yayında bu programa son derece yakışacağını düşünüyorum. Evet, Ahilleas Pulos seslendiriyor, 1921 kaydı “Neden Geldim Amerika'ya” ile programı bitireceğiz. Önümüzdeki hafta salı günü saat on birde yeni bir Deniz Aşırı programında buluşuncaya dek, hoşça kalın