Sakat Muhabbet'te Alper Tolga Akkuş, yıllarca Batman'da, Kütahya'da ve Kuşadası'nda gazetecilik mesleğini sürdürmüş ancak şu anda sürgün olarak İsviçre'nin Bern şehrinde yaşayan Mehmet Murat Yıldırım ile bir araya geliyor.
Alper Tolga Akkuş: Merhaba Apaçık Radyo’ya, Sakat Muhabbet’e; sağlamcı zihniyetin kör topal muhalifine hoş geldiniz. Ben Alper Tolga Akkuş. Bugün 16 Nisan 2025 Çarşamba. Bu hafta sizlerin de yakından tanıdığı, bir dönem program ortağım da olan Elif Gamze Bozo'nun tavsiyesiyle bir konukla karşınızdayım. Konuğum Türkiye'de yaşamıyor, bu hafta İsviçre'ye bağlanıyoruz. İsviçre'ye gitmek zorunda kalan bir gazeteci aslında kendisi. Hikayesini tabii kendisi de söyleyecek. Daha önce Devrim Deniz Beyi de konuk almıştım ve Elif Gamze de, Deniz Bey de Özgür Yurttaşgazetesinde çalışıyorlardı ki bu haftaki konuğum Mehmet Murat Yıldırım da orada çalışıyor. Bu hafta konuğum Mehmet Murat Yıldırım. Mehmet Bey, bu arada hangi isminizi kullanıyorsunuz?
Mehmet Murat Yıldırım: Murat derseniz daha çok sevinirim.
A.T.A.: Murat Bey, Apaçık Radyo’ya hoşgeldiniz. Nasılsınız, iyi misiniz?
M.M.Y.: Hoşbuldum, çok teşekkür ederim. Sizler de iyisinizdir umarım.
A.T.A.: Allah'a şükür, biz de Türkiye'de yaşıyoruz. İsviçre'ye gitseniz de Türkiye'ye de bakıyorsunuzdur tabi, biliyorsunuzdur olanları, olmayanları. Benim bir ilk sorum var programda; Mehmet Murat Yıldırım kimdir, bugüne kadar neler yapmıştır ve bir sakatlığınız bulunuyor ise bunu da paylaşabilir misiniz dinleyicilerimizle?
Kifoz ya da Kamburluk
M.M.Y.: Mehmet Murat Yıldırım’a kendi halinde bir gazeteci diyelim. Uzun yıllar taşrada görev yapmış, Aydın'ın Kuşadası ilçesinde, Batman'da, Kütahya'da ve özellikle de taşrayı tercih etmiş bu meslekte. Kendi halinde bir gazeteci, bir muhabirdi ve ne zaman ki sistemi eleştirmeye başladı, o zaman başı ağrıdı ve kesin terk etmek zorunda kaldı Türkiye’yi. Şu anda da sürgünde - böyle niteleyebiliriz sanırım - yaşayan bir gazeteci.
Evet, sakatlığım var. Sakatlık durumum ise doğuştan gelen bir göz engelim var. Sağ gözümde hipermetrop, göz tembelliği var, yaklaşık %3 oranla görüyor. Hayata tek gözle bakıyorum diyebilirim. Bunun yanı sıra tıbbi adı kifoz olan kamburluk var ve bu da 15 yaşından sonra vücudumda belirmiş bir hastalık ama kurtulamadım. Şöyle ki ameliyat oldum, sırtımda 18 platin var ve bu şekilde hayatıma devam ediyorum. Sırtım eğri bir şekilde, hayat mücadelesini vermeye devam ediyorum. Sakatlığım da bu şekilde.
A.T.A.: Peki, bu sakatlık erişiminizi engelleyen bir şey mi? Kambur demek aslında dik duramıyorsunuz ama erişimi, seyahati engelliyor mu, zorluyor mu? O konuda ne söyleyebilirsiniz?
M.M.Y.: Kamburlukla beraber gelişen bazı kronik hastalıklar oluşuyor. Mesela akciğerde oluşan bir bronşit ve artık bu oturmuş bir şey benim vücudumda. Onun dışında eklem romatizması dediğimiz bir rahatsızlık var, bu çok etkiliyor aslında. Mesela şu anda bulunduğum ülke kış aylarında oldukça soğuk bir ülke ve dışarıda rahatlıkla dolaşamıyorum. Onun dışında ameliyat olduktan sonra, sırtıma platin takıldıktan sonra eğilip kalkarken, yatakta diğer tarafa dönerken çok tedbirli olmam lazım yani ayağım kaydı mı gittim, yeniden ameliyat olmam gerekecek ve ameliyat süreci de çok ciddi, ortopedi alanının en ciddi ameliyatlarından biri. Onun için evet, hayati bir engel taşısam da çok ciddi bir engel değil ama yine de hayatı kısıtlayan bir engel diyebilirim.
A.T.A.: Yani erişim rahat ama ayağım kaysa dediğiniz dikkatli olmaktan; ona odaklanmaktan aslında rahat rahat gidemiyorsun, gelemiyorsun diye anlıyorum aslında.
M.M.Y.: Tabi yani mesela Türkiye'de bende ‘ağır işte çalışamaz, yapamaz’ raporu vardı.
A.T.A.: Görünüşte ben ortopedik engelliyim ve kör, sağır, topal olmayınca sakat saymıyorlar Türkiye'de, öyle bir algı da var. Sizi aslında o sınıfa sokuyorlardır, ‘Ya sakatım diyorsun da görüyoruz işte’ denmiştir. Kekeme bir kişiyi de konuk almıştım ve ‘Kekemelik de bir sakatlık’ demişti bana, haklıydı. Türkiye'de bazı kalıplar var. Onun dışındakileri engelli saymıyorlar aslında, böyle bir şey de var.
M.M.Y.: Evet, Türkiye'de öyle bir bakış açısı var ama bu benim hayatımı engelleyen bir durum. Mesela ben Kuşadası Belediyesi'nde çalışırken de birkaç kez şeflerime de bu konuda uyarıda bulunmuştum. Bana verilen bazı yükler vardı ama ‘bunları yapamam’ demiştim. Neden? Çünkü hastalığım artacak. ‘Bir şeyin yok’ diyorlardı ama aslında bir şeyim var ve arttı da gerçekten, o iş yükü benim hastalığımı arttırdı.
A.T.A.: Evet, ben de ayağımdan sakatım ve bana ‘Sen bizden daha hızlı yürüyorsun’ derlerdi ama yürüyemiyorum kardeşim! Bana böyle diyerek mutlu etmiyorsunuz, beni o yola sokmayın. Sanıyorlar ki bizi sevindirmek için diyorlar ama değil! Ben ne yapacağımı, ne yapmayacağımı biliyorum çünkü bu hayatın içinde bu kadar sene ben bulundum, hepsini de gördüm.
Daha önce Alper Okçuoğlu'nu konuk almıştım. O da daha yeni, üniversitede okuyan bir gazeteci. Tez yazıyordu ve ağır bir engeli vardı. O da gazeteye gidince diyorlarmış ‘Şuraya git, buraya git’. Kendisi sandalye kullanan birisi aynı zamanda ve diyordu ki, ‘Alper Bey, ben oraya gidene gelene kadar haberi yaparım zaten. Beni gitmek gelmek yoruyor ve bunu görmüyorlar’. Sana, ‘Ya ne var, biraz dik duramıyorsun’ diyorlardır kafalarında muhtemelen. Onu ben de tahayyül edebiliyorum.
Taşrada gazetecilik yaptım dedin, taşrada gazeteci olmak nasıl? Bir de sakat bir gazeteci olarak İstanbul'da, Ankara'da değil de taşrada olmanın artısını ve eksisini hem sakatlık, hem de gazetecilik anlamında ne söyleyebilirsin?
Kütahya, Batman ve Kuşadası’nda Gazetecilik
M.M.Y.: Farklı şehirlerde gazetecilik yaptım ve her şehrin havası farklı. Üniversite hayatım Kütahya'da geçti ve Kütahya'da gazetecilik yaparken orada muhalif olmak ciddi anlamda zordu. Bir ara öğrenci eylemlerinde tutuklanan bir arkadaş vardı, onunla ilgili bir yazı yazmıştım ve çok üzerime gelmişti Kütahya'nın yerel halkı, “Sen nasıl bizim şehrimizde böyle bir yazı yazarsın, yayınlarsın” demişlerdi. Muhafazakâr bir şehir, o yaklaşımlar vardı.
Batman'da da çalıştım. Batman'da bir nevi özgür basın emekçisiydim diyebilirim. Oradaki sistem de farklıydı ama orada da bir kolluk tehdidiyle karşı karşıyaydım yani oradaki olayları haber yapmak istiyorsun ve en başta sen hedefe alınıyorsun. Mesela bir eylem takip ediyorsun ya da Belediye önünde bir basın açıklaması var, onu takip edeceğim ve ilk tazyikli suyu bana sıktılar. Neden? Ben orada fotoğraf çekiyorum çünkü. Batman'da öyle bir durum vardı.
Bunlar dışında Kuşadası'nda rahattım aslında. Kuşadası, Türkiye'nin dünyaya açılan kapısı gibi bir yer, çok fazla baskı yok. Genel olarak muhalif bir şehir, bakış açıları öyle. Orada biraz ulusala açıldım yani orada yaşadığım dönemde ulusaldan haber yapmaya başlayınca bu sefer hedef haline gelmeye başladım. ‘Sistemi eleştiriyorsun, hükümeti eleştiriyorsun, haksızlıkları ön plana çıkartıyorsun’ dendi, orada da böyle bir sorun yaşadım. Zaten son dönemimde oradaydım Türkiye'de ve ardından ülkemi terk etmek zorunda kaldım.
A.T.A.: Peki, İsviçre'de şu anda hala gazetecilik yapıyor musun, o faaliyeti sürdürüyor musun? İsviçre'nin ne farkı var Batman, Kütahya ve Kuşadası’ndan? Bu arada hangi şehirdesin İsviçre'de?
M.M.Y.: Başkent Bern'deyim.
A.T.A.: Bern'de gazeteci olmak nasıl?
M.M.Y.: Ben burada İsviçre'ye yönelik gazetecilik yapmıyorum aslında. Yani bazen yer yer İsviçre'nin eleştirdiğim noktaları da oluyor, o konuda da haberler yapıyoruz ya da dünya gündemiyle çok alakalı bir konu ise haber yapıyorum ama onun dışında İsviçre gündemini takip edemiyorum. Neden derseniz, burada benim en başta yasal oturma iznim yok yani hayata tam karışmış değilim, ne olup ne bitiyor farkında değilim. İki odalı bir evde yaşamımı sürdürüyorum ama Türkiye'yi eleştirme noktasında, evet, burada bana o özgürlüğü tanıdılar. Benim kapımı polis çalmıyor burada ya da halk tepkisiyle karşılaşmıyorum. Buraya geldikten sonra daha da bir politikleştim, daha da özgürleştim. İstediğim gibi yazabiliyorum, bunun rahatlığı var. İsviçre'de Türkiyeli, Türkçe yazan, Türkiye'ye yönelik bir gazeteci olarak çok rahatım.
A.T.A.: Peki, senin kimlik bilgilerinde gazeteci olduğunu biliniyor mu? Yani muhtarlıktır, belediyedir, ‘ bu kişi gazetecidir’ diye bir bilgin var mı onlarda? Oturum alman mı gerekiyor onun için? Müzik arasından sonra konuşacağız bunun detaylarını ve ‘Sakat Sürgün’ diye bir başlık yapacağız aslında bu hafta biz. Sakat sürgün bir gazetecisin sen ve İsviçre Bern’de gazeteci olduğuna dair kimlik bilgilerinde bu bilgi var mı?
M.M.Y.:International Federation of Journalists (IFJ) dediğimiz yani Türkçe ismiyle Uluslararası Gazeteciler Cemiyeti, İsviçre'de burada kayıt oldum yani oranın basın kimlik kartını aldım. Hatta İsviçre Basın Sendikası’na da üyeyim. Evet, bu ülke benim gazeteci olduğumu biliyor ve benden sorumlu olan iki kurum var burada. Biri İsviçre Göç Sekreterliği (SEM) yani bizim sorunlarımızla ilgilenen, sürecimizle ilgilenen kurum ve diğeri de Kızılhaç adlı sosyal yardım kuruluşu. İkisinde de benim gazeteci kimliğim mevcut, benim gazeteci olduğumu biliyorlar ve ona göre biraz daha temkinli davranıyorlar diğer mültecilere davrandıklarından.
A.T.A.: Bu konulara geleceğiz. Ortalara geldik artık. Sana söylemiştim önceden ve sen de ‘Sınır var mı?’ diye sormuştun. Sınırımız yok, içinden geçen müzik hangisi ise onu söyle ve dinletelim dinleyicilere.
M.M.Y.: Ben buraya gelirken beş yaşında bir çocuk bıraktım - oğlum Civan. Şimdi yedi yaşında. Eskisi kadar hatırlamıyor beni tabii. Geçenlerde konuştuk. Bir şarkı ezberlemiş, duygulandım. Onun için o şarkıyı isteyeceğim. Biraz da bana özeniyor herhalde. Ahmet Kaya'dan “Yorgun Demokrat” istiyorum mümkünse.
A.T.A.:Sakat Muhabbet devam ediyor. Bu hafta konuğumuz Mehmet Murat Yıldırım. Sakat Sürgün, Sakat Sürgün Gazeteci gibi bir başlık olabilir bu hafta programda. Tam da müzik seçerken ‘Beş yaşında bir oğlumu bıraktım, iki sene oldu görmedim, beni unutmuş olabilir’ demişti Murat Bey. Biz öncesinde gazeteciliği konuştuk ama şimdi eşin Kuşadası'nda, oğlun Kuşadası'nda ve sen Bern'desin. Sen sürgün bir gazeteci nasıl oldun, o dönemi kısaca bize özetleyebilir misin? Neden dolayı oraya zorunda kaldın? Çünkü böyle çok insan var Türkiye'den giden ve sen de onun bir örneğisin o anlamda.
İsviçre’ye Zorunlu Gitme Süreci
M.M.Y.: Haziran ayında iki yıl olacak ben buraya geleli yani hemen hemen 1 yıl 10 ay oldu. Sebep ise benim yaptığım haberler, tırnak içinde yaptığım haberler ‘terör soruşturması’ sayılıyor. Size daha önce de anlatmıştım bu mevzuyu yani attığım bir tweet, depremlerde sistemi eleştirmem, deprem ölümlerinde sistemi eleştirmem örgüt propagandası sayıldı. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki... Yaşıyorsunuz ki aslında, şu an ben orada değilim.
A.T.A.: Yaşıyordun ki...
M.M.Y.: Yaşıyordum ki...
A.T.A.: Telefonda konuştuk seninle ve dedin ki, ‘Umarım Türkiye düzelir, dönerim’. Çünkü senin niyetin burada yaşamak aslında, onu da belirtelim.
M.M.Y.: Tabii ki yani ben ülkeme dönmeyi çok isterim. Gerçekten ülkem düzelsin, ülkeme barış gelsin, ülkeme demokrasi gelsin, ben de o ülkede mücadelemi vereyim.
A.T.A.: Mecburiyetler götürdü seni aslında oraya. Senin aslında olmak istediğin yer Kuşadası, kendi eşinin-oğlunun yanı.
M.M.Y.: Türkiye'de herhangi bir şehir yani ben Yozgat'ta da yaşayabilirim benim için sıkıntı değil, Bayburt'ta da yaşayabilirim, Hakkari'de de yaşayabilirim. Yeter ki ülkemde olayım.
A.T.A.: Zaten Batman’da ve Kütahya’da yaşamışsın yani Yozgat'ın ve Bayburt'un muadillerinde yaşamışsın.
Seninle telefonla konuşurken sürgünlerin durumunu da konuşmuştuk. “Gazeteci olduğum için diğer sürgünlerden, diğer mültecilerden, oturum alamayanlardan daha şanslıydım,” demiştin, bunu açar mısın? Ne oldu da sen daha ayrıcalıklı olabildin bu konuda ve diğerleri ne yaşıyorlar aslında orada?
İsviçre Bern’de Bir Sürgün
M.M.Y.: Türkiye'den gelen profiller buraya ekonomik ve sosyal sorunlardan - yani politik sorun da var elbette - buraya geliyor ve çoğu ne yapacağını bilmiyor. Herhangi bir yabancı dili yok, kültüre entegre değil. Muğla'nın köyünden çıkmış gelmiş ya da Hakkari'nin köyünden çıkmış gelmiş ve daha önce büyük şehir de görmemiş, kaçak yollarla bir şekilde buraya gelmiş. Bu insanlar kendini ifade edemiyor ve gelir gelmez bir iltica mahkemesine çıkıyor. Bir yol ifadesi alınıyor bunlardan ve ne diyecekleri bilinmiyor. Ondan sonra atılıyor bir mülteci kampına, aylarca, yıllarca o kampta kalıyor. O kamplarda da durum şu anda nasıl biliyor musunuz? Benim en son kaldığım kampta fareler dolaşıyordu, öyle söyleyeyim size. Hijyenik koşullar yok, insani koşullar yok, yaşam alanı çok kötü, dağ başlarına kuruluyor, şehre gitmek istiyorsun ve bunun için yol parası gerekiyor. Sana verilen harçlığın içerisinde yol parası bütçesi var gibi görünse de yetmiyor. İnsanlar çok büyük zorluklar yaşıyor ve kendilerini dediğim gibi ifade edebilen insanlar değiller. Türkiye'den gelen ya da başka ülkeden gelen aydın kesim de var, gerçekten sorunu yaşayıp, biraz sesini çıkartıp yükselttiğinde de bu sefer ‘sen sus’ diyorlar. Ceza sistemi de oluşuyor bir noktada. Ciddi anlamda onların yaşadığı zorluklar var.
Evet, ben biraz daha şanslıydım diğer arkadaşlara göre. Benim gibi olan arkadaşlar da var. Ama ben bastırdım, dedim ki ‘Ben gazeteciyim, ben basın emekçisiyim ve benim engel durumum var, Türkiye'de raporum var yani %50 engelliyim ben. Siz bana bu muameleyi yapamazsınız’. Psikoloğa gittim, hukuksal danışmana gittim ve yedi ayda o kamplardan kurtuldum. Ama çoğu insan bunu yapamıyor, bana verilen şans onlara verilmiyor. Bastırsalar da verilmiyor. Neden? Çünkü diyorlar ki ‘sen sağlıklı bir insansın, bu kamplar - tırnak içinde söylüyorum - senin köyünden daha rahat’. Yani direkt söylemeseler bile bu ülke sosyal bir ülke, sosyal demokrat bir ülke. Gerçekten kendi yurttaşına ya da oturumlu sığınmacıya ya da göçmene çok güzel yaklaşımları olan bir ülke ama şöyle bir caydırma politikası var; ‘Bana sığınmayın kardeşim, ne olursa olsun bana sığınmayın. Zaten 10 milyona yaklaşmış nüfusum, küçücük bir ülkeyim, gelmeyin bana’ diyor. Ama gerçek sığınmacıyı ya da gerçekten mağdur olan insan özelinden şunu gözlemledim ben; çok fazla bekletmiyor ya da çok fazla süründürmüyor. Gerçekten bir politik geçmişin varsa, politik bir sorun yaşadıysan menşei ülkesinde bekletmiyor.
A.T.A.: Atıyorum, LGBT+ bir bireysindir.
M.M.Y.: Tabii, tabii olabilir.
A.T.A.: Veya ölüm tehliken gibi şeyler var ise...
M.M.Y.: Tabii. Tek politik değil, örneğin töre cinayetinden kaçmış kadınlar var, koca şiddetinden kaçmış kadınlar var ve savcılık belgeleri var.
A.T.A.: Geldiğin ülkeden sana karşı bir ölüm tehlikesini ispatlayabiliyor isen o konuda sosyal bir devlet olduğu için de buna imkan tanıyor.
M.M.Y.: İnsancıl davranıyor ama ben genelde şu anda Türkiye'den gelenler için konuşuyorum. Böyle bir sıkıntı var, böyle bir sorun var ama yine de haklı bir sebep değil yani o adam ekonomik sebepten dolayı da ülkesini terk etmiş olabilir ya da sosyal bir sorundan dolayı da terk etmiş olabilir. Sen sosyal bir devletsen, sen geçmişte bu ilticaya yönelik bir anlaşma imzaladıysan bunu uygulaman gerekir diye düşünüyorum, insanca davranman gerekir diye düşünüyorum. Hatta bu eleştirimi de sıkça İsviçre hükümetinin duyabileceği noktalarda, mecralarda tekrarlıyorum. İnsancıl koşullar yok. Özellikle de şurada çok büyük sıkıntı var: Mesela bir ret alıyorsun, ‘kabul etmedik’ diyorlar ve ona bir itiraz şansı veriyor. Eğer ona da ret gelirse ondan sonraki süreç çok kötü. Deport kampı dedikleri, geri gönderme kamplarında hayat çok kötü. Orada duyduklarımız çok içler acısı yani imza zorunluluğu var. Örneğin, bir ailenin 14-15 yaşında bir çocuğu varmış, meslek yapacak yani burada mesleki eğitim alması gerekiyor ama ona müsaade etmemiş. ‘Sen bu ülkede kalmayacaksın zaten’ diye müsaade etmiyor, çocuğun eğitimini de engelliyor.
A.T.A.: Sen gidicisin diye onlara imkan tanımıyorlar aslında. Şunu da diyeceğim, İsviçre'yi duyunca dinleyenler öyle algılarlar; Kanada, İsviçre gibi ülkeler var, en üst refah ülkeleri. ‘Sen İsviçre'ye gitmişsin, sen rahatsın’ diyorlardır belki ama sen aslında onun öyle olmadığını anlatıyorsun bir yandan da. Gittin İsviçre’ye kurtuldun diye bir şey yok, öyle bir dünya yok diyorsun aslında.
M.M.Y.: Gerçekten zorunlu olmayan, gerçekten politik sosyal sebepleri olmayan yani sosyal sebep derken, dediğiniz gibi, LGBT+ bireydir ya da aile şiddetinden kaçmıştır, bunu belgeliyor olması gerekiyor. Ama ‘Beni eşim dövüyordu’ diyerek, ‘...o şekilde geldim, başvuru yaptım’ der ise bunu kabul etmiyor bu ülke. Diyor ki, ‘Bana darp raporunu getir, bana savcılık kararını getir, bunları istiyor senden. Eğer bunları gerçekten yaşıyorsan gel’. Yani böyle bir şekilde oturum alırsın, kalırsın. Evet, İsviçre gerçekten güzel bir ülke, gerçekten yaşanılabilir bir ülke ama ‘Gelirim, orada bir kılıfına uydururum’ düşüncesiyle asla hiç kimse gelemez, öyle bir dünya yok, toz pembe değil hiçbir şey. Buraya geliş süreci de çok farklı. İnsanlar yollarda Macar polislerinden, Sırp polislerinden, şebekelerden dayak yiye yiye geliyor yani hiç kolay değil, görüldüğü gibi değil hiçbir şey.
A.T.A.: Ya bir de gelemeyenler... Denizlerde boğulanlar, onların haddi hesabı yok. O da başka bir boyutu aslında. Milyarlarca insan fakir ve yokluk sınırında yaşıyor. Çoğu insanın aslında umudu bir yandan Avrupa'ya, ABD’ye gitmek. Sen tırnak içinde şanslı olanlardansın ama şanslı olanların da yaşadıkları bunlar diyorsun aslında. Türkiye'de olup ‘ben gideyim’ diyenlere de aslında bir çerçeveyi sunuyorsun bir yandan da, bu açıdan da önemli bir bölüm oldu bu.
M.M.Y.: Benim mesela oturumuma garanti gözle bakılıyor ilk geldiğim günden beri. Diyorlardı ki ‘İlk ifadende masada alırsın bu oturumu.’ Ama şanssızlık tekrarladı, süreç uzadı, o arada skandallar çıktı, sahte dosya dediler, şunu dediler, bunu dediler. Yani sadece benimle ilgili değil, genel itibariyle ülkede o tarz skandallar döndü ve benim sürecim uzadı. Genel itibariyle baktığınızda ciddi anlamda sıkıntılı, bir ilticacı için ciddi anlamda sıkıntılı bir ülke. Şansını denemek istiyorsa da bir kişi, bence İsviçre olmasın, başka bir ülkeyi denesin.
A.T.A.: Sen niye İsviçre'yi tercih etmiştin?
M.M.Y.: İsviçre uzak olduğum bir ülke değildi, daha önce gazeteciyken rahat vize alabiliyordum ve daha önce mesleğe başlamadan önce de bir şirketin ortağıydım. Ticari vize alıp bu ülkeyi ziyaret ediyordum. Sebebi de ablam burada yaşıyor. Başta ben Fransa'yı düşündüm, Fransa'ya gitmek istedim ama sonra rotamı buraya çevirdim çünkü ablam burada. Yeni de ameliyat olmuştum o süreçte, bakıma da ihtiyaç duydum. Yani direkt bir kamp koşuluna girmem beni çok yorardı, ondan dolayı ablam burada yaşıyor diye tercih ettim.
A.T.A.: Ablan da orada olduğu için, tanıdığın olduğu için doğru bir tercihmiş. Bir gazeteci olarak nasıl bakıyorsun? Orada başka gazetecilerle görüşüyor musun - mesela Türkiye'den gelen gazetecilerle? Neler yapıyorsunuz orada, nasıl değerlendiriyorsunuz İsviçre'de mesleki hayatınızı? Yine Türkiye’ye yapıyorsun haberi ama oradan yapıyorsunuz sonuçta, o açıdan soruyorum.
M.M.Y.: Burada Türkçe yayın yaparak meslek icra etmek gönüllülük esasında olabilecek bir şey. Ben Türkçe yazayım da İsviçre'den para kazanayım, hayatımı bu şekilde devam ettireyim dersen olmaz. Oturumunu almış, yıllardır burada yaşayan çoğu gazeteci arkadaş da farklı alanlarda çalışıyor. Mesela bir arkadaş var, hasta bakıcılık mesleği yapmış ve orada çalışıyor. Bir arkadaş var yine benzer bir alanda, temizlik sektöründe çalışıyor. Yani burada hayata entegre olmak istiyorsan ya mükemmel derecede Almanca öğreneceksin ya da mevcut dillerden birini öğreneceksin ve İsviçre basınında çalışacaksın ama o da yıllar alacak bir iş yani bir anda olacak bir şey değil. ‘Türkçe yayın yapayım, ben gazeteciliğimi sürekli devam ettireyim’ gibi bir şansınız yok. Benim şu anda boş zamanım var, çalışma iznim yok, çalışamıyorum dışarıda bir yerde, evdeyim. Onun için evet, ben mesleğimi çok daha rahat icra edebiliyorum, oturumlu arkadaşlarla devam ettirebiliyorum ama yarın öbür gün oturumu alırsam, ben de hayata entegre olmak açısından muhtemelen eskisi kadar aktif olamayacağım çünkü devlet de bir yerde seni hayata entegre olmaya itiyor. Diyor ki, ‘Oturum izni aldıktan sonra Almanca kursuna gitmek zorundasın, mesleki eğitim almak zorundasın. Ben sana en fazla üç yıl, beş yıl bakarım, senin işe girip çalışman gerekiyor’ diyor.
A.T.A.: Bu çarkın içine girmen gerekiyor diyor aslında, hayatın içinde sen de ol diyor. Aslında dünyada olması gereken şey de bu. Çok çok sağol.
Mehmet Murat Yıldırım idi bu hafta konuğum. Son olarak ne söylemek istersin? Bu aradan da Elif Gamze'ye, Devrim Deniz’e de selam gönderelim, onları sen tanıyorsun diye tahmin ediyorum.
M.M.Y.: Öncelikle sizinle tanışmama vesile olduğu için Elif Gamze Bozo'ya çok teşekkür ediyorum, buradan selamlarımı iletiyorum kendisine. İkinci olarak Türkiye'deki basın emekçisi arkadaşlara selamlarımı iletiyorum, çok zor bir süreçten geçiyorlar, büyük bir baskı politikası var ama yılmayalım, devam edelim. Birlikte olursak mutlaka kazanacağız.
A.T.A.: Çok çok sağ ol Murat. Hem konuk olduğun için, hem de bu güzel temennilerin için. Sakat Muhabbet'in bir de son sloganı var. Marx'ın, ‘Dünyanın tüm işçileri birleşin’ sözünü Sakat Muhabbet'e uyarladım ve, ‘Dünyanın bütün sakatları eğleşin’ diyorum bitirirken programı. Gene söyleyeyim. Haftaya görüşmek üzere, hoşçakalın.